İnsanlığın en tehlikeli icadı: Tarih

Bilhassa son otuz yılda, kadınların muazzam emekleri sayesinde, kadın belleğinde önemli yollar kat edildi. Bugün hatırı sayılır bir varlığa sahip kadın hareketi.

Abone ol

Merve Küçüksarp

“Tarih, insanlığın en tehlikeli icadı,” der Paul Valery. Tarihin nesnel bir sosyal bilim olmadığını; aksine yeniden kurgulanarak ideolojik emellere alet edildiğini, hatta kimi zaman bir cenahı düşman ilan etmek için referans gösterildiğini düşünürsek Valery’nin hükmüne hakkını teslim edebiliriz. Zira bizler tarihin nasıl provokatif bir güç olduğunu, her kim tarihi yazıyorsa o gücü elinde tuttuğunu, kalemin her dem kılıçtan keskin olduğunu yine tarih sayesinde biliriz.

Malum tarih asırlardır, neredeyse yazı bulunduğundan beri erkeklerin elinde, tekelindeydi. Bu minvalde erkekler tarihi mütemadiyen kendi istedikleri gibi yazdılar, ilgi alanlarına giren meseleleri, savaşları, barışları, anlaşmaları, göçleri, tiranları, imparatorları anlattılar. Kamusal alanın hikâyesiydi onların kaleme aldığı. Toplumun, bireyin, özel olanın hikâyesi değildi; dilleri ise uzak ve mesafeliydi. Kadınların esamesi okunmadı bu hikâyede; okunduğunda da lanetlendiler, kem sözlerle yad edildiler. Kadınlar uzun zaman boyunca, siyaset bilimci Fatmagül Berktay’ın deyişiyle “kendilerine ait bir tarih”, bir bellek yaratamadılar. Onları özel alana mahpus eden, kamusal alandan dışlayan, geleneğin sınırlarını en ufak bir ihlalinde kendilerini cezalandıran ideolojiler yüzünden eğitim hakkına, o kılıçtan keskin kaleme çok geç ulaştılar. Nitekim bireysel veya kitlesel ne gibi mücadelelerden geçerlerse geçsinler, kazanımlarını bir sonraki kuşağa ulaştıramadılar; karanlık çağlarda var olmuşçasına unutuldular.  Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, kadınlar dünya denen bir alemde var olmuşlar, Penelope gibi harıl harıl çalışmışlar; ne var ki gündüz dokuduklarını gece birileri söktüğü için bir sonraki kuşaklara bir şey bırakamamışlardı.

FEMİNİZM İŞTE BÖYLE DOĞDU...

Ancak bir zaman geldi; tarihin ibresi yön değiştirmeye başladı. Hayatın ve tarihin önlenemez akışına ne tarih ne de iktidarlar artık direnebiliyordu. Birileri uyanışa geçmişti çünkü, o politik ibreyi kendilerine doğru çevirmeyi başarmıştı: Kadınlar! Dünyanın her tarafında ayaklanmışlar, dünyanın hikayesinde yer almak, tarihte enikonu bir iz bırakmak için mücadele etmeye başlamışlardı. Feminizm işte böyle doğdu; tarihin ibresine dokunmaya çalışan o ilk kadın(lar)ın mücadelesiyle birlikte…

Kadınlar mücadele etmeye böyle büyük bir şevkle başladılar. Ne var ki zamanla fark ettiler ki; mücadele etmek iyi hoştu da, her kuşak kendi haklarıyla, hikâyesiyle gömülüveriyordu toprağa. Sözlü tarih yine bildiğini okuyor; ağızdan ağıza, geceden sabaha değişiyor, bambaşka bir şekle bürünüyor; kadınlar kendilerinden önceki kadınların varlığından habersiz, mücadelelerinden azade gözlerini açıyorlardı ataerkil bir dünyaya.

Evet, “Önce söz vardı,” diyordu kutsal kitaplar. Hatta talimli bir inançla bu savı savunuyor, kelama methiyeler düzüyordu. Ancak son tahlilde insanlık önce sözün var olduğunu dahi o “kutsal kitaptan” okuyor, sadece yazılı metinler, sözü diyardan diyara insandan insana ulaştırabiliyordu. Bizler de anlıyorduk ki, önce söz vardı belki ama sona kalan her daim yazıydı.

Kadınlar yazmaya başladılar böylece; mücadelelerini, hayatlarını, deneyimlerini, duygularını, gözlemlerini, hatıralarını yazmaya başladılar. Erkekleri, haneleri, o güne dek “tarih meleği”nin görmediği o öteki dünyayı, özel olanı, samimiyetle anlatmaya başladılar. Var olmak için, kamusal alana çıkmak, eşit yurttaş olmak için çektikleri çileleri de... Başka bir tarihin mümkün olduğunu gösterircesine… Toplumun sahih tarihini ilan edercesine...

Feminizm, “kadınlara ait bir tarih” yaratmakla kalmadı; aynı zamanda insanlık tarihinin asırlardır ışık görmeyen, izi sürülmemiş bir alanına dikkati çekmeyi başardı; bir nevi madalyonun diğer yüzüne. Burada kadınlar vardı; ezilen başka sınıflar, insanlar vardı. Feminizm hegemonik ideolojinin –yoksa hegemonik erkeklik mi demeliyiz- üzerinden geçtiği ne varsa, ayağa kaldırmaya çalışırken, feminist tarihçilik de işte bu insanları anlattı, görünür kıldı. Bizler erkeklerin kutsal saydığı bir tarih anlatısı dışında gerçekten neler olduğunu işte bu tarihçilerden öğrendik. Onların çabalarının ışık olduğu daha nice tarihçiden keza…

TÜRKİYE TARİHİ UZUN ZAMAN GÖRMEDİ BU KADINLARI...

Nitekim çok uzaklara gitmeye ne hacet! Bizim topraklarımızda da kadınlar uzun zaman bir bellek oluşturamadılar kendilerine. Oysa o kadınlar ki, kendi derneklerini kurmuş, mücadele etmiş, Osmanlı’nın siyasetinde, -mesela Meşrutiyet’in ilanında- rol oynamışlardı. Türkiye tarihi uzun zaman görmedi bu kadınları; Fatma Aliye’yi, Emine Semiye’yi, Selma Rıza’yı, Ulviye Mevlan’ı, Nezihe Muhiddin’i ve daha nicelerini… 19. Yüzyıldan itibaren artık kadınların ayak sesleri dünyanın her yerinde yankılanırken, bizim topraklarımızdaki kadınların tüm bunlara bigâne olduğu varsayıldı. Elbette kadın hareketinin bizdeki tarihçesi aynı minvalde seyir almadı, Batı’dakiyle. Ne de oradakine yakın bir süfrajet hareketi görüldü bizde. Ancak yine de kadınlar bir şeylere itiraz etmeye, haklarını talep etmeye, daha adil, eşit bir hayat arzulamaya başladılar. Buna rağmen ne kadar çalışsalar da daha iyi ve adil bir dünya için, eli tutan bir avuç kadının yazdıkları haricinde feminist bir arşiv bırakamadılar Cumhuriyet kadınlarına. Sanki devam eden bir mücadele yokmuşçasına, bir gecede Cumhuriyet tarafından altın tepsiyle sunulmuştu medeni haklar. Resmi tarih bu iddia ile yazıldı. Cumhuriyetin kızları mücadele eden diğer kadınları tanımadan, salt kurucu babalarının kendilerine bahşettiği kadarıyla çıktılar yola. Tam da yeni rejimin istediği gibi, geçmişten muazzam bir kopuşla… Köksüz, belleksiz bir halde buluverdiler, -bu sefer evet daha insaflı, daha adil ve seküler ama buna rağmen- ataerkil bir sistemin içinde. Kim bilir belki de 1980li ve 90lı yıllarda, cumhuriyetten önceki kadın hareketini ve onların mirasını keşfeden bir dizi çalışma olmasaydı, bugün hala Türkiye’deki kadın hareketinin miladının 1980'ler olduğunu zannedecektik. Kaldı ki, 1980'lerdeki – bizlerin ikinci dalga feminizm diye nitelendirdiği- feminizmin bile öncesinde bir mayalanma döneminin var olduğunu artık, Tezer Özlü, Sevim Burak gibi yazarların eserlerini inceleyen edebiyat eleştirilerinden biliyoruz.

Bilhassa son otuz yılda, kadınların muazzam emekleri sayesinde, kadın belleğinde önemli yollar kat edildi. Ortaya çıkarılan belgeler, açılan arşivler, bilgiye dönüştürülen kayıtlar ışığında bir zamanlar ne olduğuna artık enikonu vakıfız. Hala gölgede kalmış kadınlar ve onların yapıtları olsa da, bugün hatırı sayılır bir varlığa sahip kadın hareketi. Üniversitelerde açılan kadın çalışmaları lisans ve yüksek lisans programları, yazılan kitaplar, yapılan araştırmalar, kayıt altına alınan sempozyumlar, kadın araştırma merkezlerinin faaliyetleri bu mirasa her geçen gün katkıda bulunuyor. Üstelik Osmanlı’dan Cumhuriyete uzanan dikenli yolda, emeği geçen tüm kadınların hikayeleriyle, hatıratlarıyla, bazen arşivleriyle muazzam bir bellek oluşturan, geçtiğimiz günlerde otuz ikinci yıldönümünü kutlayan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı da, bu belleğin ve mücadelenin baki kalması için önemli bir kurum olmayı sürdürüyor. Kadınlar insanlığın en tehlikeli icadı olan tarihi, hegemonik erkekliğin avucuna yeniden kaptırmamak için ellerinden geleni yapıyorlar.