İngiltere'de bir Kara Panter: Benjamin Zephaniah

Irkçı şiddet, şair ve yazar olan Zephaniah’ın büyüdüğü dönemde asla uzağında değildi. Haydutlar takım elbiseliyken bile, aşırı sağcıların tehditleri asla yok olmadı. Bu seçme özette, Zephaniah mücadele etmeyi nasıl öğrendiğini anlatıyor...

Abone ol

'Bir şey yapmasak, sokaklarda öldürülürdük'

DUVAR - Bu kişisel bir şey. Yaklaşık sekiz yaşımdayken başladı. Ailemin yaşadığı Hockley, Birmingham'daki Çiftlik Caddesi’nde yürüyorduk. Kendi küçük dünyamdaydım, şiirsel düşüncelerim vardı ve geleceğin benim için neler getireceğini merak ediyordum.

Sonra, bam! Kafamın arkasında sert bir darbe hissettim ve yere düştüm. Bisikletiyle geçerken bir çocuk bana tuğlayla vurmuştu. Ben başımın arkasından akan kanla yerde yatarken, arkasına bakıp, "Evine git, seni siyah piç" diye bağırdı. Ne hakkında konuştuğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Eve gidiyordum. Kim siyahtı? Piç kurusu ne demekti?

Evde annem beni oturttu ve bana, bu ülkede beyaz olmayan insanlardan hoşlanmayan ve eve dönmemizi isteyen bazı insanlar olduğunu anlattı. Önümüzdeki birkaç ayı "gerçek" evimin nerede olduğunu merak ederek geçirdim (Birmingham'da olduğunu sanıyordum). Beyaz olmanın nesi harikaydı ve neden cildinin rengi yüzünden birine vurmak isterdiniz?

Kafam karıştı, ancak birkaç yıl sonra bağımsızlığımı göstermem gerektiğini ve ailemden uzakta biraz zaman geçirmeye ihtiyacım olduğunu hissettim, bu yüzden yerel gençlik kulübünü ziyaret etmeye karar verdim.

Benjamin Zephaniah

'KURTARICI' YETİŞKİN: BİR DAHA GELME!

O zamanlar genç erkekler için tercih edilen oyun masa tenisiydi; birkaç kez denediğim ve oldukça iyi oynadığım bir oyundu. Kulübe geldiğimde düz masa tenisi masasına gittim ve birkaç oyun izledim. Sonra cesaretimi topladım ve oynayıp oynayamayacağımı sordum. Kısa süre sonra beni kapıya doğru itmeye başlayan ve siyahların bu kulübe gelmemesi gerektiğini söyleyen bir grup genç erkek ve kadınla etrafım çevrildi.

İtilip kakıldım ve birkaç kez takılıp yere düştüm; ancak bir yetişkinin olay yerine beni kurtarmaya geldiğini gördüğüm için rahatladım. Ancak o da pek yardımcı olmadı. Çeteye beni rahat bırakmalarını söyledi. Ardından beni ofisine götürdü, buradaki atmosferi bozduğum için kulübe bir daha gelmememin daha iyi olacağını söyledi. Söylediği kadarıyla, bu kulüpte bir aile gibiydiler ve ben de kendi ailemi bulmalıydım.

Bunlar, küçük bir çocukken yaşadığım, ırkçılığa ilişkin sadece iki örnektir. Çok hızlı bir şekilde büyümek zorunda olduğumu, benden ve benim gibi olanlardan nefret eden yabancılara dikkat etmem gerektiğini anladım. Sonraki birkaç yıl boyunca pek çok ırkçı saldırıya maruz kaldım ama sokaklara döndüm. Kendimi koruyabilmek için boks ve kung-fu öğrendim. Ancak 20 ırkçı tarafından çevrelendiğimde yapabileceğim fazla bir şey olmuyordu ve failler polis olunca iyice çaresiz kalıyordum. Polis, hayatıma bir başka zorluk derecesi getirdi, ama bu başka bir hikaye...

EVE SAVAŞARAK DÖNÜYORDUK!

İşsizlik, "haydut hayatı" ve Batı Midlands polis teşkilatından kurtulmak için 1979'da Birmingham'tan ayrılarak Londra'ya gittim. Kendimi Birmingham'da ardımda bıraktığım topluluğa benzeyen doğu Londra’daki Leyton’da buldum: İşçi sınıfından beyaz insanlar, çok kültürlü bir topluluğun faydalarının keyfini sürüyordu. Gençliğin popüler müziği punk, reggae, ska ve soul’du. Sokak ve park festivalleri revaçtaydı ve (genel olarak) gençliğin tutumu, işsizlik ve sefaleti aşmak için birbirimize kenetlenmemiz yönündeydi. Müzik, bizi bir araya getirmenin harika bir yoluydu. Ancak günler ve geceler geçtikçe yüzleşmem gereken iki büyük sorun olduğunu anlamam uzun sürmedi: Bize karşı kullandıkları "s.u.s." yasası denilen bir dayanakları olan polis ve Ulusal Cephe (National Front / ırkçı bir örgüt/e.n). Ulusal Cephe üyeleri kısacık veya tamamen tıraş edilmiş saçlarla, yıpranmış kot pantolonlar ve çelik başlıklı botlar kullanırdı. Ayrıca, asıl amaçlarının yabancılardan kurtulmak olduğu gerçeğini gizlemeye hiçbir zaman ihtiyaç duymadılar. Sokakları dolaşıp kendileri gibi olmayan insanlara şiddetle saldırıyorlardı. Çoğu zaman kulüplerimizi basıp ortalığı dağıtır veya biz kulüpten ayrılana kadar bekleyip, bizi bir süre takip eder ve sonra saldırırlardı. Birçok kez kulüplerden çıkabilmek ya da eve dönmek için savaşmak zorunda kaldım. Şimdiye kadar tanık olduğum en şiddetli saldırılardan biri, Londra'nın doğusunda, Stratford Broadway'de bir gece vakti gerçekleşti.

Stratford, çok kültürlü makyajıyla gurur duyulan bir yerdi. Orada kendimi güvende hissettim; ancak yakın bölgelerde siyah insanlar için gidilmemesi gereken alanlar olduğunu biliyordum. Barking and Canning Town, asla ziyaret edilmemesi gereken yerlerdendi. Bu alanlar Ulusal Cephe’nin kaleleriydi ve oradaki ırkçılar sınırları net biçimde çizmişlerdi.

SEFİL BİR SALDIRI

Canning Town Stratford'la yan yanaydı. Burada, sıcak ve nemli bir gece, olabildiğince yavaş bir tempoda evime doğru yürüyordum. Birbirine tutkuyla aşıkmış gibi görünen bir çiftin kaldırımda otobüs beklediğini fark ettim. Birbirlerine sıkıca sarılmış öpüşüyorlardı; bakışlarımla rahatsız etmekten çekindim. Uzun bir öpücüğün ardından otobüs geldi; sürpriz bir şekilde genç adam otobüse bindi ve kızı orada yalnız bıraktı. Kızı o otobüs durağında yalnız bırakmasını garip karşılamamın cinsiyet ayrımcılığı gibi algılanacağını biliyorum ama o zamanlar o zamanlar henüz bu düşüncelerden habersizdim. Kız yürümeye başladığında, (Canning Kasabası'ndaki) dükkanların girişinden dazlaklar (ırkçı hareket üyeleri) teker teker ortaya çıkmaya başladı. Genç kadını çevrelediler; ona "zenci sevici" ve "pislik" diyorlardı. Onu itekleyerek yere düşürdüler, ben ve yoldan geçen bir başka kişi müdahale edene dek onu tekmelemeye devam ettiler. 'Müdahale' kelime itibariyle fazla kaçabilir: Aslında kadının kalkıp kaçmasına izin verecek kadar dikkatlerini dağıtmıştık; ancak olayın devamında yoldan geçen adam ve ben bir ton tekme yemiştik.

Bu olayla ilgili bana gerçekten çarpıcı gelen şey, saldırının sefilliğiydi. 16-30 yaş arasındaki adamlar, 18 yaşından büyük olmayan bir çocuğa tekme tokat saldırıyordu. Bunu yapan genç ve güçlü erkekler de bu kadın gibi beyazdılar. Siyah bir erkeği sevdiği için ondan nefret ediyorlardı. Her biri, daha önce hiç tanışmadığı birine ve o kişiyle bağlantılı olabilecek başka birine karşı nefret doluydu. Bizden nefret ediyorlardı ve bizden nefret etmeyen herkesten de nefret ediyorlardı; ayrıca bizi sevmeye cesaret eden kimselerden daha fazla nefret ediyorlardı.

Genç bir Rastafarian olarak nefret etmemeyi öğrenmiştim ve nefret etmek benim doğama uygun değildi; öte yandan, barış ve sevgi ile insanları bir araya getiren bir müzik dinliyorduk. İnsanların birlikte yaşayabileceklerini örneklemek istiyorduk; buna karşın, kendimizi korumak için bir şey yapmazsak, sokaklarda öldürüleceğimizi de biliyorduk. Ulusal Cephe'nin bir Nazi örgütü olduğunu biliyorduk, bu nedenle sloganımız "Öz savunma asla suç değildir" idi biz de bunu onaylıyorduk. Ülkedeki bulunan siyahî ve Asya kökenli azınlık topluluklarında kendimizi savunmak için, öz savunma grupları oluşturduk. Bu gruplar, saldırıya uğrayan herkesi (mümkünse) savunmak için harekete geçecek insanlardan oluşuyordu.

Londra'da, alternatif bir güvenlik gücü gibi çalışan ve sol görüşlülerden oluşan Red Action adlı bir grubumuz vardı. Kulüplere ve toplantılara gelirlerdi ve mekânın baskına uğramadığından ve insanların güvenli bir şekilde evlerine dönebildiğinden emin olmak isterlerdi. Cep telefonu yoktu, bu yüzden telsiz kullanarak birbirleriyle iletişim kurarlardı ve saygıdeğer polis teşkilatından daha hızlı bir şekilde sorunlarımıza çözüm üretiyorlardı.

Ayrıca efsanevî Sari Squad vardı. Bunlar, ağırlıklı olarak Güney Asya kökenli, çeşitli dövüş sanatlarında uzman olan ve eğlencelerimizi mahvetmeye çalışan ırkçılara hadlerini bildirmeye hazır ve istekli olan kadınlardı. Havalı bir tarzda savaşıyorlardı ve herhangi bir saldırganı fark ettiklerinde, genellikle onu fonda çalan şarkının gürültüsü içinde zararsız hale getiriyorlardı.

BAZILARI TELEVİZYONA ÇIKMAYA BAŞLADI...

Ulusal Cephe asla bağnazlığını gizlemedi. Irkçı marşlar söylediler, faşist kahramanları övdüler ve Nazi selamları verdiler. Sonraysa garip bir şey oldu. Bir dağılma oldu. Seçimlerde daha önce adaylar belirlemişlerdi; fakat şimdi 'hareket' içindeki bir grup, daha saygın bir pozisyona sahip olmaları ve seçim sandığı aracılığıyla hareketlerine güç katarak gerçek bir siyasi parti olma yönündeki çabalarını yoğunlaştırmaları gerektiğini düşünüyordu. Hâlâ onlarla sokaklarda savaşmak zorundaydık. Öte yandan, bazıları takım elbise giymeye ve televizyon programlarına katılmaya başlamıştı.

Bazıları siyasi parti yayınları yapsa da diğerleri bu anlayışın, hareketin sönümlenmesine yol açtığını öne sürmekteydi. Hiçbir düşünsel temeli olmayan bir siyasi partiye mükemmel bir örnek oluşturuyorlardı. İngiltere'yi daha da İngiliz hale getirmek amacıyla göçmenlerden kurtulmayı planladıklarını biliyorduk fakat şimdi suçu önlemek için göçü durdurup göçmenlerden kurtulacaklarını; böylece de Ulusal Sağlık Hizmetini kurtaracaklarını söylüyorlardı. Enflasyonu düşürmek, trafik akışını rahatlatmak ve İngiliz hava durumunu iyileştirmek için göçmenlerden kurtulacaklarını söylüyorlardı. Bu, sahip oldukları tek argümandı. Ulusal Cephe, daha fazla nasıl ırkçı olabilecekleri ve ırkçılığın hedefine neleri koymaları gerektiği konusunda kendi içinde tartışmaya devam etti. Bu süreçteyse daha fazla üye kaybetti.

İSİM DEĞİŞSE DE SALDIRI SÜRÜYORDU

Ve böylece Combat 18 hareketi ve İngiliz Ulusal Partisi (BNP) büyümeye başladı. Bir süredir ırkçılığın popüler yüzü BNP’ydi ama sonradan yakaladıkları rüzgârı yitirdiler ve ardından İngiltere Bağımsızlık Partisi (UKIP) ve İngiliz Savunma Ligi'ne (EDL) katıldılar. Bu, bilgi sahibi olduğum bir alan değildi. Bu konuyla ilgilenmem gerekiyordu; çünkü bir yazar ve yorumcuydum, kimi zaman televizyon tartışmalarında bu grupların üyeleriyle karşı karşıya gelmek zorunda kaldım. Yine de -tekrar etmem gerekir ki- sokaklarda onlarla savaşmak zorundaydık. Irkçıların adlarını ve tüzel kişiliklerini değiştirmekle meşgul oldukları sırada, kurbanlarının büyük çoğunluğu, bunların anlattığı şeylerle ilgilenmiyorlardı. Takım elbise ya da bot giyip giymemeye karar verdiklerinde nasıl bir kıyafet giymeleri gerektiği tartışılıyordu; öte yandan, tüm vaktimiz bunlarla sokaklarda savaşarak geçiyordu. Farklı dönemlerde, ırkçılar tarafından düşmanlarının "Pakis" veya "Jamaikalı avukatlar" veya "İslamcı köktendinciler" oldukları söyleniyordu; ancak verdikleri isim değişse de yine aynı kişilere saldırıyorlardı. Ve biz (aynı insanlar) sokaklarda yine onlarla savaşmak zorundayız. Hiçbir şey değişmedi.

BEKLENMEDİK KAHRAMANLAR

Yıllardır ırkçı haydutlara karşı çıkan ve sokaklarda dolaşma özgürlüğünü savunan birçok insandan güç ve ilham aldım. Polis, siyah insanlara ciddi bir saldırı düzenleyemeyeceği zaman, ırkçı çetelerin sokakları zapt etmesine izin vererek bizi avlamaya başladı ve aynı polis, göçmenleri İngiltere'yi mahvetmekle suçlayan bir hükümetten ilham alarak bizi kaderimizle baş başa bıraktı. Hayatlarını mücadelemize adayan, hiç beklenemedik birçok kahramanımız var. Bazıları hareketi savunurken öldü ve onları anılarımızda daimâ yaşatmak zorundayız. Adlarına yapılmış hiçbir eser yok, devlet tarafından tanınmıyorlar ama bunlar gerçek şehitlerdir. Ancak şu anda düzenin bir parçası haline gelen ırkçılarla savaşan bazı insanlar için üzülüyorum; en iyi ihtimâlle artık ırkçılık düzen tarafından hoşgörülmekte, en kötü ihtimalleyse onun bir parçası haline geldi.

Birçoğu "ırk sektörü" olarak adlandırılan şeyin bir parçası oldu. Hibeler ve sosyal projeler için başvuruda bulunmuşlardı ya da patlama yaşanan "ırk sektöründe" "iyi" işler bulabilmek için kendilerini konumlandırmada yetenekliydiler. Bu onlara karşı bir eleştiri değildir; sadece, onlar bu işlerle meşgûlken, bizler sokaklarda ırkçılarla savaşıyorduk, bir kez daha belirtmek istedim. Blair Peach, Stephen Lawrence, Anthony Walker ya da Stratford'da dövüldüğünü gördüğüm kız saldırıya uğradıklarında bir mitingde değillerdi; saldırıya uğradıklarında parlamentoya koşmadılar veya hibe için başvuruda bulunmadılar: Hepsi sokaklarda yürüyordu.

BEYAZ İŞÇİ SINIFINI ÇAĞIRMAYA DEVAM EDECEĞİZ

Politik seçkinlerin beyaz işçi sınıfını ihmâl ettiğini öne sürenlerle aynı düşüncedeyim. Tüm Britanya'da gettolarda yaşayan yoksul beyaz insanlar var; korkunç durumdaki evlerde yaşıyorlar, geleneksel iş alanları yok edilmiş, okulları harabe haline gelmiş ve her politikadan birçok hükümet, onlarca yıldır yardım çağrılarını duymazdan geliyor. Tüm bunlar doğrudur. Aynı zamanda doğru olan diğer şeyse, Britanya'nın her yerindeki gettolarda yaşayan yoksul siyah insanların da var olduğudur. Ayrıca korkunç durumdaki evlerde yaşıyorlar, geleneksel iş alanları yok edilmiş, okulları bakımsızlıktan dökülüyor ve hükümetler köle ticaretinin başlamasından ve İngiliz İmparatorluğu’nun kurulmasından bu yana bu insanların yardım çığlıklarını duymazdan geliyorlar.

Bu nedenle, bu zavallı beyaz ve siyah insanların birleşip, tüm bu sefâletin sebebi olan insanlarla yüzleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Klasik “böl ve yönet” doktrini... Siyasete hâkim olan politikacıların en büyük korkusu, hepimizin ne kadar çok ortak noktamız olduğunu anladığımız bir anlayışa ulaşmamız ve birbirimizle didişmeyi bırakıp onlara yönelmemizdir. Şiirde ve nesirde birliğin güç olduğunu fark ettim: Siyah veya beyaz insanların hakları, göçmen işçilerin ve Asyalıların haklarına dair konuştuğumuz bir düzeye ulaşmam gerektiğini anladım. Sadece haklarımızdan bahsediyoruz. Farklı renk ve azınlık grupları yabancı bir toplum olarak görüldüğü sürece, toplumun tüm sorunlarına ilişkin (yollarımızda çok fazla araba dahil olmak üzere) sorumluluğumuz olduğu sürece, politikacılarımızı dürüst olmaya çağırmaya devam edeceğiz. Ayrıca beyaz işçi sınıfını aramıza davet etmeyi sürdüreceğiz. Ancak, eğer mücadeleye katılmazlarsa, sokaklarda yine ırkçılarla savaşmak zorundayız. Bu, kişisel bir şey. (Çeviri: Tarkan Tufan)