İktidar: Kaynana mı gelin mi?

Çamoğlu, aşkın iktidarı ele geçirme biçimi olduğunu söylüyor. Yazar aşkın gücünün, Foucault’un tanımladığı gibi “mikro” düzeyini inşa ettiğini belirtiyor.

Abone ol

Efe Beşler efe.besler@gmailcom

Günlük yaşamımız içinde önemli bir yer tutan aile içindeki kadınların, kayınvalide ve akrabalarıyla, olan ilişkileri çoğunlukla problemli olabiliyor. Özellikle ailede, kadınlar bu ilişkilerin tam da ortasında başrolü oynuyorlar. Bu tanımlamayı yaparken, sanırım ‘karı-koca’, ‘gelin-kaynana’, ‘gelin-görümce veya elti’ ilişkilerinden bahsetmek gerekiyor. Bu ilişkiler ağı içerisinde, ‘kaynana-gelin-elti’ veya ‘görümce-gelin’ ilişkileri, evlilikler, özellikle geniş ailelerde ise çok önemli bir yer tutmaktadır. Aile içindeki çatışmalardan kaynaklı yaşanan iktidar mücadelesinde gücün kim tarafından kullanıldığına göre değişkenlik gösterse de, ilişkiler çeşitli vehçeleri ile ortaya çıkmaktadır. Geniş aile kavramı, günümüzde daha bireysel, çekirdek aile yapısına evrilse de, eril iktidar (devletler) için hala ilgi çekici bir alan olmaktadır.

Dikmen Yakalı Çamoğlu, Kaynana Ne Yaptı, Gelin Ne Dedi? , İletişim Yayınları.

Geniş aile dahil olmadan önce hikayesi farklı olan kadın, aileye dahil olduktan sonra hikayesini değiştirerek o kalıba girmek zorunda kalıyor. Mesela on yıl önce Kadın Bakanlığı varken, son yıllarda yerini Aile Bakanlığı devretmesi bunun en açık örneklerinden bir tanesidir. Böylece kadını aile içinde konumluyor. Yani cinsiyetçi anlayışa göre, nüfusu şekillendirme politikaları kadınlar üstünden aile atfedilerek uygulanılmaya çalışılmaktadır. Desteklenen geniş aile kavramı, gruba kabul edilen ‘gelin’ olgusuyla beraber kadınların aynı zamanda çatışma veya ‘zorunlu’ uzlaşma süreçlerini de ortaya sermektedir.

Osmanlı’da ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin erken döneminde geniş aile kavramı, devlet ve toplumsal cinsiyet adına önemli bir yer tutmakta, sosyal hayata da etkisini direkt göstermekteydi.  Bu dönemin aile ve kadınların hikayelerini cinsiyet perspektifinden anlatan çalışmalar yayımlanmaya başlandı. Bunlardan biri de, araştırmacı Dikmen Yakalı Çamoğlu tarafından yazılan İletişim Yayınları’nın yayımladığı ‘Kaynana Ne Yaptı, Gelin Ne Dedi? : Ailedeki Kadınlar ve İlişkileri’ adlı kitabını gösterebiliriz. Erken Cumhuriyet dönemine dayanan doktora tezi, 1920 ile 1940’lı yıllardaki geniş aile içindeki kadınların birbirleriyle olan ilişkilerini cinsiyet kavramı üzerinden anlatıyor.

Bu tip çalışmaların yeni yeni yapıldığı düşünülünce, bir hayli zihin açıcı bir mecra sunuyor bizlere. Kadın ilişkilerinin aile içindeki açmazları, güç ilişkileri, bedenin ve güzelliğin kullanımı ve sosyal sınıf olgusu... Çamoğlu, erken Cumhuriyet dönemindeki aile hikayelerini incelerken, ‘ana fikirler’ üzerine yoğunlaştığını ve iki önemli noktanın dikkatini çektiğini söylüyor. Buna göre, görüşülen kadınların öykülerinin dönemine göre farklı ana fikirlerle yazıldığını, diğerinin ise yaşamlarını aktarmak için hikayeleştirdiklerini anlatıyor. Örneğin, aileye giren bir gelinin hikayesinin farklılaştığını ifade ediyor. İşte tüm bu çalışma üst ve üst-orta sınıfa ait ailelerdeki kadınlarla yapılan mülakatlara dayanıyor, aile kavramının muğlak ve ayağı yere basmayan yönlerini de ortaya çıkarıyor.

Bu doktora tezinde üç ana kaynak kullanılmış. Bunlardan biri, erken Cumhuriyet dönemde yazılan eya anlatısı olan Türk romanları, diğeri kadınlarla yapılan yüz yüze mülakatlar ve son olarak, 1920 ile 1940 arasında yaşamış insanların biyografi ve otobiyografileri olmuş. Akrabalık ilişkilerinin en net işlendiği biyografi, İrfan Orga’nın 1950’de yayımlanan ‘Bir Türk Ailesinin Öyküsü’ adlı eseri olduğunu ifade ediyor. Bu ve benzeri Türk aile yapısıyla alakalı romanlardan yola çıkarak, aileleri ve içindeki cinsiyet ilişkilerini irdeliyor. Bize geleneksel aile modeli içinde kadının yerini sunuyor.

Alkaç: 'Öteki, acı duyan ama iyileşemeyendir'

Kitabın içeriği çeşitli bölümlerden oluşuyor. Öncelikle ‘Aile ve Kimlik’ üzerinden kuramsal bir giriş yaptıktan sonra, Aile’nin anlamını ve anlatısal kimlik olgusunu bilimsel açıdan yaklaşıyor. Ardından aile içindeki ilişkileri, ‘Güç ve İktidar’ gözünden bakarak, önyargıları, disipline etme hikayelerini ve yöntemlerini mülakatların da yardımıyla kanıtlamaya çalışıyor. Sonrasında güç ve iktidar söylemini, beden ve güzellik üzerine oturtarak, aile içindeki çelişki ve uzlaşı hallerini ifşa ediyor ve ‘aşk’ üzerinden ailenin ve gelinin kendini nasıl var ettiğini ve kabul ettirdiğini açıklıyor. Tüm bunlara ek olarak da, aile ve aileler nezdinde kadının yani gelinin sosyal sınıfının ne kadar önemli bir parametre olduğunu görebiliyoruz.

Bu konuları ele aldığımızda, ‘gelin-kaynana’, ‘gelin-görümce-elti’ ilişkilerden ilginç sonuçlar ortaya çıkıyor. Gündelik hayatta bildiğimiz fakat farkına varamadığımız cinsiyetçi yaklaşımları, çatışma ve uzlaşı hallerini ailenin anlatısal kimliği üzerinden anlatıyor. Yani kitap gündelik olanda içselleştirilen kadınlar arası akrabalık ilişkilerinin rekabetçi ve çatışmacı niteliğini sosyolojik olarak tartışmaya açıyor.

Çamoğlu, kaynana gelin ilişkisi ile ilgili önce gündelik yaşam içinde yaşanan sorunlara yönelik sorular sorarak başlıyor. Bunlardan birkaçını sıralamak gerekirse, “Niçin yaranamıyor bu kayınvalideler gelinlere?”, “Bütün gelinler nankör olabilir mi gerçekten?”, “Gerçekten de bir insan eşini başka bir insanla paylaşabilir ama eltisiyle geçinemez mi?” gibi basit ama arkasında ciddi anlamda yaşanmış sorunların arka planını araştırmaya başlamış. Çamoğlu, ‘dertlerin’ sınıf, eğitim ve kültürel düzeyle ilişkili olmadığını belirtirken, bütün toplumsal katmaları da etkilediğini belirtiyor kitabında. Tüm bu aile ilişkilerinin bir taraftan da, ikiyüzlülük içerdiğini söyleyen yazar, her türlü derde rağmen ilişkilerin sürüp gittiğini, ömür boyu ilişkilerini kesen aile bireylerine fazla da rastlanılmadığını söylüyor.

Düşündüren bir kedi masalı

Bu ilişkilerde aslında ‘mış’ gibi yapılarak, içten içe kin ve kıskançlık besleniyor. Yaşanan duygulardan yola çıkarak, buna iten motivasyonun nedenleri araştırıyor. Çamoğlu’na göre, karşımıza kısmen kurgusal aile öyküsü çıkıyor. Çünkü aileyi, ‘köklü’, ‘soylu’ ve ‘güçlü’ kılmak adına öyküyü geçmişten bugüne aktarıyor ve öykünün dışında kalanlar ise ‘değersiz’ denilerek ya da davranılarak aileden uzaklaştırılıyor. Bu yüzden aile kendi öyküsünü yaşanmışlıklar üzerine tekrardan inşa ederken ve kurgularken, günümüze taşıdığı hikayesini, ilgili anlatıya uygun tutarlılıkla devam ettiriyor. Bunun üstüne Çamoğlu, erken Cumhuriyet’in 1920 ile 1940 arasındaki yıllara odaklanarak, o dönemde Türk ailelerinin genelde aynı evi paylaşsalar da, akrabalar arasında çok sıkı bir iletişim mevcut olduğunu söylüyor.

Ve geniş aile formatını da sürdürmeye devam ediyorlar. İlla bu format aynı evde de gerçekleşmeyebiliyor, aynı apartmanda farklı dairelerde de ya da aynı mahallede karşı karşıya apartmanlarda bile bu tip iletişim sıkı sıkıya gerçekleşiyor.  Bu iletişim içinde, beraberce yemek yapımı, çocukların bakımı ve ev işleri gibi aktivitelerle bir araya geliyorlar ve ilişkileri yeniden inşa ederek, geniş aile anlatısına eklemlenen gelinin konumu belirleniyor.

Kitap öncelikle ‘Aile ve Kimlik’in kurumsal altyapısını oluşturmak için her iki olguyu değiniyor. David Cheal, aileyi “nesiller boyu yakın ilişki içinde olduğu düşünülen insan grubu” diye tanımlarken, başka bir araştırmacı Reiss ise, aileyi “temel işlevi yeni doğanların büyütülmesi ve sosyalleştirilmesi olan akrabalık yapısına dayanan grup” olarak ifade ediyor. Ailenin kuramsal olarak açıklamasını ise Fink ve Holden’ın üç kavramı olan, ‘kan bağı’, ‘sözleşme’ ve ‘samimiyet/yakınlık’ üzerinden açıklıyorlar. Tüm kavramsal görüşler üzerinden kitapta aile ve oluşan anlatı ile temel bir yapı kurularak Türk aile yapısına atfediliyor. Yazar, aile tanımı üzerine ‘anlatısal kimlik’ olgusunu ekleyerek, kavramı farklı şekillerde tanımlamayı sürdürüyor. Öyküleştirmenin yaşama anlam kazandırmasını tanımlayarak, anlatısal kimlik kavramına dokunuyor.

Ercan Kesal: Bu fotoğrafa birazdan yağmur yağacak

Ki bu kavramı biraz açtığımızda, yorumsama ve öykü yazımı ile yakından ilişkisi olduğunu görebiliyoruz. Sonuçta geçmişi bir şekilde kurgulamak ve yeniden inşa etmek gibi mitlere ihtiyaç oluyor. Bu anlatılar esasında, geçmişten gelen ve günümüze, geleceğimize aktırılan büyük anlatılar olarak göze çarpıyor. Çamoğlu, “Geçmiş ve tarih de bununla ilgilidir. Geçmiş zamanları iki safhalı olarak düşünebiliriz. Birincisi belleğimizdeki ‘geçmiş olay’ olay olarak bulunduğuna göre olmuş olması gereken olaylardır.... - ....İkinci bir safha ise ‘sosyal yapısal geçmiş’tir; geçmişteki olayın günümüzü sembolik olarak etkileyiş biçimidir” diyor.  Örnek vermek gerekirse, dini mitlerden, milliyetçilik tahayyüllerine kadar geniş bir perspektif olduğunu söyleyebiliriz. Hatta aile aynı öyküyü defalarca anlatan ve nesiller boyu sürdürmeye çalışan bir grup insandır denebilir.

Bu detaylı açıklamalardan yola çıkarak, ilgili dönem için, kadınların aile içine girdikten sonra kimlikleri de o ailenin geçmişine yaslanmakta olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Özellikle 1940’lı yıllardaki dönemde, kadınların kimlikleri, var oluşları birey olmaktan çok aileye dayanmaktaydı. Günümüzde, erken Cumhuriyet dönemine göre bazı değişiklikler olsa da, hala bu tip kalabalık ilişkiler yaşanmakta. Tabii ki, o dönemdeki kadının eğitimli olması, ekonomiye katılması daha nadir görünen bir durumdu. Bu nedenle, kadının birey olarak değil de, hangi ‘aileden’ olduğu daha fazla önem kazanıyordu. Yani kadının sosyal sermayesi, sınıfı ve statüsü önemli idi. Birinin ‘kızı’ veya birinin ‘gelini’, belirleyici bir rol oynuyordu. Ek olarak, devlet ve haliyle toplum, kadın için bir kimlik biçiyor; ‘iyi aile kızı’, ‘mazbut aile kadını’ gibi söylemlerle kadının aile içindeki özgürlüğünü kısıtlayarak iktidarını pekiştirmek için çalışıyor.

Cumhuriyet ile beraber yeniden inşa edilen ulusal kimlik, kadınlar için ‘Batılı yeni kadın’ modeli olarak kurgulandı. Osmanlı’nın ‘muhafazakar’ modeline göre modernize edilen Batı tipi kadın modeli, yeni rejimin en çarpıcı hali olarak sunulmaya başlandı. Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle ilk başta ‘Müslüman Osmanlı Kadını’ olarak anılan kadınlar, yerini Cumhuriyet ile beraber yerini ‘vatansever Türk kadını’na bıraktı. Fakat o dönemlerde ‘Batılı’ olma hali ülkenin her bölgesine eşit şekilde yayılamadığı için, hala eski geleneklerini koruyan muhafazakar aile biçimleri sürmeye devam etti. Çamoğlu erken Cumhuriyet’in siyasi anlamda kadınlar üzerindeki etkisini de kitabından tartışıyor.

Kitabın sayfalarını çevirdiğimizde, Çamoğlu, Aile ve Kimlik bölümünden sonra ilişkileri ve kadının diğer kadınlarla olan ilişkisini ‘Güç/İktidar’ üzerinden okumaya çalışıyor. Bunun yaşanmış ve dile getirilen örneklerini sunuyor. Mesela, “O kadın senin hayatını zindan edecektir”, “Bir görümce üç kaynanaya bedelmiş” gibi önyargılarla bezenmiş, bir o kadar da yaşanmışlıkları olan söylemler bunlar. Evdeki otoriteyi kimin sağlayacağı konusu çok önemli bir olgu olarak ortaya çıkıyor. Otorite kurulurken yaşanan güç çatışmasında, gelin çekiciliğini yani, bedeni ile eşinin gözünü boyayarak kayınvalidelerin otoriter gücünü kırmak ve denetlemek üzerine kurabiliyor. Böylece evdeki erkek iki kadın arasında kalarak, kadınlar da erkeğin üzerinden iktidar kurmak için çabalıyorlar.

Kadınlar erkekler ile açıktan iktidar mücadelesinde yer alamadığından özellikle geniş ailede kadınlar arası rekabet ve kayınvalidenin gelin üzerindeki iktidarı şeklinde gerçekleşiyor. Ya da görümce, elti de olabilir bu karakter. İktidar mücadelesi kayınvalide için oğlu, gelin içinse kocası üzerinden dolaylı olarak iktidarı kullanır. Böyle birbirine dayanan ve güç alan ilişki yöntemi diyebiliriz. Yani kadın otorite sahibi olmak için bu şartlarda erkeğin onayını alarak, öncellikle erkeğin gönlünü kazanmak iktidara giden yol oluyor. Kaynanalar ‘iktidar’ hayallerini gerçekleştirmek için gelini seçmek için oğluna baskı yapıyor. İstenilen ‘ideal gelin’ olgusu da buradan çıkmakta. Bu kadın kayınvalidenin oğlu ve kendisi için güzel, iyi kalpli, sessiz, mütevazi, hafifmeşrep olmayan, iyi bir ev hanımıdır. Bu gelinin gözü yükseklerde değildir. Buradan bir çıkarımda bulunursak, ideal olan aslında iktidar ve güç ilişkilerini ortaya koymakta ve kişileri yeri geldiğinde ‘özne’, yeri geldiğinde ‘nesne’leştirmektedir.

Mesela, benim kitapta en anlamlı bulduğum güç/iktidar örneklerinden biri; “Bu bluz fazla mı açık saçık duruyor acaba? En iyisi değiştireyim...” oldu. O dönemlerde olmasına rağmen, günümüzde de bu örnek çok sıklıkla karşımıza çıkıyor aile içinde. Bunu da Çamoğlu, “o bluzun ‘açık saçık’ olup olmadığının kararı ise aslında -belki siz daha ortada yokken – aile içinde verilmiştir. Aile, bireylerin disipline sokulduğu, normalleştirildiği kurumların ilki ve en etkilisidir” diye açıklıyor. Buradan hareketle, aile içindeki kadınların birbirlerine polislik/bekçilik yaptığını yazıyor. Buradaki en önemli kriter, iyi ev kadını olup olmamak üzerine dönüyor. Eğer tersi olduğunda evin erkeğine, kayınvalide veya görümce, elti tarafından bilginin iletildiğinden bahsediyor. Çamoğlu, yüz yüze görüşme yaptığı kadınlardan biri olan Edibe Hanımın görüşlerine başvuruyor.

Edibe Hanım, “bir gelin aileye alınan bir köleden çok da farklı değildir. Birçok hakkı elinden alınmıştır; ailede alınan kararlarda söz hakkı olmadığı gibi, gelir dağılımında da yeri yoktur. Eğer gelin bir şey satın almak isterse, ilk önce eşine söyler” diye durumun vahametini ortaya koyuyor. Başka bir görüşmeci Füsun Hanım da, yaşamının kayınvalidesi tarafından cehenneme çevrildiğini, tüm kararları kendisinin aldığını ve ezdiğini söylüyor. Bu iktidar/güç mücadelesinde aksi durumda, gelin-kayınvalide ilişkisinin ‘anne-kız ilişkisi’ gibi olduğu söyleminin ikiyüzlü olduğunu ifade ediyor. “İki insan elbette iyi anlaşabilir, ama ‘anne-kız’ olamazlar. Bu ilişkilerin ikiyüzlü karakteri, ‘anne-kızmış gibi’ yapıldığı içindir” diye de ekliyor.

Bu ilişkileri Çamoğlu sadece iktidar/güç yönünden incelememiş. Ayrıca beden ve güzellik olgusunun ikiyüzlü yapısını ataerkil ilişkiler üzerinden ifşa ediyor. Güzellik ve beden mefhumunun nasıl ilişkide güç ya da güçsüzlük olarak kullanıldığını anlatıyor. Mesela, Çamoğlu’nun 20 ve 40’lı yıllardaki kadınların ‘0’ bedene sahip olduklarında hastalıklı sayılırken, günümüzde kadınların istedikleri, arzuladıkları bir talep olduğunu belirtiyor. Yani döneme göre, bedenin biçimi değişiyor, ihtiyaçlar da ona göre oluşturuluyor, devlet de ona göre karışıyor. Toplumsal anlatıya eşlik eden güzellik normu, kadınlar için önemli bir olgu.

‘Çirkinlik’ aile içinde istenmeyen bir hal olarak karşımıza çıkarken, kadını meta gibi görmektedir. Kadın, hikayesini güzellik üzerine kurarken, aslında patriyarkal sistemin gereklerine göre de hareket etmektedir. Bu söylemi içselleştirmek adına, hem kayınvalideler, hem de kadınların kendileri ‘önemli olan dış değil, iç güzelliktir’ söylemine sarılmaktır. Bu nedenle, aileler “bütün gelinlerimiz çok güzel” söylemini benimsiyorlar.

Fakat yazar, araştırdığı metinlerde güzelliğin evliliğin garantisi olarak görüldüğünden bahsediyor. Dönemine göre, bedensel güzellik dışında kalınınca, dışlanma, aşağılanma ve toplum dışına itilme gibi davranış biçimleri ortaya çıkabiliyor. Çamoğlu, çirkinlik örneğini Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü adlı romanından veriyor. Güzellik/çirkinlik üzerinden yürüyen algı biçimleri, kadını nesneleştirmekte, güzel olanlar doğuştan şanslı olarak görülmektedir. Güzel kadın olunca kapılar açılmakta, ‘kendini satma’ hali toplum ve aile içinde daha hızlı ilerlemektedir. ‘Almak’ ve ‘Satmak’  gibi fiiller kadınlar için meta gibi kullanılmakta, dilin aslında nelere temas ettiğini göstermesi açısından harika örneklerdir.

Beden ve güzellik sonrası diğer bir bölüm olan ‘Aşk’ iktidarın kaynağı konusu işleniyor. Baruch aşkın tanımını şöyle yapıyor, “Aşk, bir illüzyon, idealleştirme, özdeşleştirmedir. Ayrıca billurlaştırma, iyileşmedir, birleşmedir, patolojidir, deliliktir, ilhamdır, bilgeliktir, şehvettir, bencilliktir, bağımlılıktır, kendini bulmaktır, kendini kaybetmektir, özgürlüktür, mahpusluktur, kaçıştır, mittir. Fakat aşk, aynı zamanda kadınları kontrol altında tutmak için propagandası yapılan bir mittir ve aslında cinsiyetler arasındaki hiyerarşinin sürdürülmesini ve kadınların aile içindeki ikincil, bağımlı konumlarını kabul etmelerini sağlar.

'AŞK İKTİDARI ELE GEÇİRME BİÇİMİ'

Yani romantik aşkın kadınları baskı altında tutmaya yaradığını söylemektedir. Bu yüzden ilk başta dediğim gibi, iki kişilik hikayeye ihtiyaç vardır. Bu hikayede kadın daha önce olmak istediği ‘şey’in aşk yüzünde engellediğine vurgu yapar. Yani, “aşık olmasaydım çalışacaktım, doktor olacaktım” gibi. Çamoğlu, aynı zamanda aşkın iktidarı ele geçirme biçimi olduğunu söylüyor. Eşinin kalbini çalan gelin, kayınvalide karşındaki konumunu kuvvetlendiriyor ve direncini bu şekilde gösterebiliyor. Yazar aşkın gücünün, Foucault’un tanımladığı gibi “mikro” düzeyini inşa ettiğini belirtiyor.

Kitaptan son olarak en önemli bölüm olan ‘Sosyal Sınıf’ olgusunun üzerine değinerek bitirmek istiyorum. Kimlik kurgusunu yaparken mutlaka, sosyal sınıfımızı belli etmekteyiz. Bu ilişkilerimizde belirleyici bir rol oynamaktadır. Ve aile içindeysek bu sınıfın bakışına göre de hayatımızı az çok şekillendiririz. Bu nedenle, kendi grubumuzdaki benzer dili benimser, onlarla daha iyi anlaşırız ve genellikle de aynı çerçeveden bakarız. Çamoğlu buradan hareketle Sosyolog Pierre Bourdieu’ye referans veriyor. Ve onun sınıflandırmasını kullanıyor; kültürel, sosyal ve ekonomik sermayeyi konuyla ilgili ilişkilendiriyor. Yazar, kültürel sermayenin gelin ve aile ile çelişmesi sonucunda, gelinin sıkıntı çekeceğini, ters düşeceğini belirtirken, ailelerin aslında kendilerinin üstünde kültürel sermayeye sahip bir gelin almak istemediğini ifade ediyor.

Dahası ekonomik sermaye devreye girince, gelin de bu sermayeye sahipse, ailede rahatlıkla kabul edildiğine işaret ediyor. Ekonomik ve kültürel sermayenin güce işaret ettiğini anlatan Çamoğlu, ekonomik anlamda maddiyat kimin elindeyse onun güce sahip olduğunu, kültürel sermayenin de bilgi demek olduğunu belirtiyor. Burada Bourdieu’nun iddia ettiği gibi, ekonomik sermayeye sahip bir aileden gelen kişinin aynı zamanda daha iyi kültürel ve sosyal sermayeye sahip olacağını söylüyor. Örneğin, kendisini ‘başarı’ üzerinden tanımlayan bir aile, ‘okumamış’ bir gelini istemeyecek ve sahiplenmeyecektir.

Fakat tam tersi olduğunda kabul edilme olasılığı artabilir. Ya da kendini ‘ezik’ bir hikaye ile tanımlayan gelin ‘şanssız’ bireylerin oluşturduğu bir aileye daha kolay adapte olacaktır, onlar tarafından kucaklanacaktır. Çamoğlu, tüm roman ve mülakatlarda kültürel sermayenin önemli bir rol oynadığını üstüne basa basa söylüyor. Bu hikayelerde hem mutlu hem de hüzünlü öykülerin yaşandığını yapılan mülakatlardan okuyabiliyoruz.

Bitirirken, son zamanlarda okuduğum en ilginç, aynı zamanda en zihin açıcı kitaplardan biri olduğunu söyleyebilirim. Erken Cumhuriyet’in geniş aile kavramına cinsiyet üzerinden bakan, kadınların kendi aralarındaki çatışmalarını ve uzlaşmalarını romanlardan örnek vererek, mülakatlardaki yaşam hikayelerinden de alıntılayarak, gelin-aile ilişkilerine çok farklı bir boyut getiriyor yazar. Bu tip kadın çalışmalarını takip edenler için önemli bir başlangıç kitabı olacaktır.