İfhamü men la yefhem

Bu 40 akıllının, kuyudan taş çıkarmalarının gerekmediği, bunun başarılı olup olmamasının bir anlam ifade etmediği, “anlamın” kuyudan taş çıkarmak değil, bunun için çaba göstermek olduğunu fark edebilmenin hikâyesidir.

Abone ol

Uğur Aflay

Derviş çeşme başında sırasını bekler ve avucunu açıp suyunu içecekken, suya düşmüş ölmek üzere olan akrebi görür. Elini uzatıp sudan çıkarmak isterken, akrep sokar. Acı içerisinde akrebi düşürür, bu kez diğer elini uzatır akrebi çıkarmak için. Çeşme başında bekleyenler bağırır ne yapıyorsun, seni soktu öldürsene, neden hala kurtarmaya çalışıyorsun? Sokmak akrebin doğasında var der derviş, kurtarmaya çabalamak benim doğamda.

Bu 40 akıllının, kuyudan taş çıkarmalarının gerekmediği, bunun başarılı olup olmamasının bir anlam ifade etmediği, “anlamın” kuyudan taş çıkarmak değil, bunun için çaba göstermek olduğunu fark edebilmenin hikâyesidir.

İsa peygambere sorarlar, “ölü diriltmekten daha zor ne olabilir ki?” İfhamü men la yefhem, der anlatıcıların Arapça çevirisiyle; “anlamayana anlatmak...” Bu, anlamamanın veya anlatamamanın hikâyesi değildir, inatla ve hatta gerekirse rahatsız edici cümle ve kurgularla, anlatmaya devam etmenin hikâyesidir…

ÖKÜZ YETİŞTİRME SANATI

Sıcaktı, çok sıcak. Güneş beynimde buharlaştırma dansı yapıyordu ve on yedi veletle resim dersi için treni bekliyorduk. Ben susadım diyen birini tokatla susturdum. Dikkatinizi toplayın diye bağırdım. Korkmuş gözlerle bana bakıyorlardı. Birazdan tren geçecek ve resmini çizeceksiniz. Aynısını çizmenizi istiyorum. Hata yapanı affetmem. Bir süre sustular, sonra yine başladılar ıvır zıvır konuşmaya, oynamaya. Elimdeki dut dalından yontulmuş değneği salladım. Konuşmayın, şakalaşmayın, bu ciddi bir iştir. Dalga geçeni affetmem. Hepiniz sıraya geçin ve treni beklemeye devam edin.

Tehdit işe yaramıştı yine sustular. Cılız bacakları yorgun düşünce sallanmaya başladılar, ama ayakta durmaya devam ediyorlardı. Sıcaktı, çok sıcak. Tren gecikecek galiba. Güneş rayların üzerinde tütsü yakılmış gibi görüntü kayması oluşturuyordu. Gözlerimi ovuşturdum. Sıradakilerden birinin oturduğunu gördüm. Hemen koşup sopayı kafasına geçirdim. Kulağına denk gelmişti. Salya sümük bıraktı kendini. Kulağından çenesine doğru ince bir kan şeridi iniyordu.

Diğer bücürler de başladı viyaklamaya. Yanına oturdum. Mendilimi çıkarıp akan kanını sildim. Başını okşadım. Bak dedim. Şimdi ağlıyorsun ama birazdan tren geçecek, çok mutlu olacaksın. Bu kadar bekledikten sonra resmini çizme şansını kaçırmak istemezsin değil mi? Biraz sakinleşti. Onun sakinleştiğini görünce diğerleri de sustu. Neden treni bekliyoruz diye sordu biri. Dişlerimi sıktım, gülümsemeye çalıştım. Çünkü tren umuttur dedim. Cesaretlenmiş olacak ki bir başkası sordu bu kez. Neden tren resmi çiziyoruz, dedi. Sinirlendiğimi gizlemeye çalıştım. Çünkü tren gelecektir, geleceğinizin resmini çizeceksiniz. İstediğimiz bölümünü çizebilir miyiz, diye sordu öteki. Hayır, dedim öfkeyle. Hepsini çizeceksiniz ama istediğiniz bölümünden çizmeye başlayabilirsiniz, çünkü tren demokrasidir.

Sonraki soru gelmek üzereyken artık dayanamadım. Sopayı önüme gelene geçirmeye başladım. Baş, göz, diş, el, ayak... Gözüm görmüyordu artık. Bir yandan da bağırıyordum. Tren sevgidir, tren barıştır, tren sorgulamaktır, tren düşünce üretmektir, tren özgürlüktür. Yorulmuştum ama yerde kan revan içinde inleyen on yedi eğitilmiş çocuğu görünce moralim düzeldi. Sonra yavaşça ayağa kalkıp sıraya girdiler. Titreyen elleriyle resim defterlerini açıp, kalemlerini hazırladılar. Savaşı kazanmış bir komutan edasıyla gülümseyerek sırtımı kütürdettim. Eğitim zor iş, sabır ister, tecrübe ister, sevgi ister. Terden sırılsıklam olmuş alnımı mendille kuruladım. Sıcaktı, çok sıcak.

SİNEKLE SEVİŞME SANATI

Yıkıntıların arasından baba yadigârı gramofonu bulup, taş plağı yerleştirdim. Hamiyet Yüceses'in insanın ruhunu  didikleyen sesi kulaklarıma doldu. “Herkes gitti, yalnız kaldım meyhanede”. Mutfağın molozları arasından son yemeği hazırlamak için bulabildiğim malzemeleri çıkarmaya başladım. Nasıl bu hale geldiğimi anlayamadım bile. Sadece bir sinekti, sadece sinekli bir gece. Küçük, ecüş bücüş, şekilsiz şemalsiz bir şey.

Televizyon izlerken rahatsız etmeye başladı önce. Ekranın ortasına padişah gibi kurulup, volta atmaya başladı ekranda. Sonra yemek masamıza dadandı. Bizimle birlikte masaya oturmak ister gibiydi. Vızıldamasa neyse, hele bir de uçup durması delirtti. Kim bilir hangi mikropları taşıyordu bacağında ve evimi mikroplarıyla kirletiyordu. Hatta belki sinsice yaklaşıp yemeğimizin tadına bile bakmış olabilir. Bir şeyin koptuğunu hissettim bir anda. O kirli ayaklarıyla kızımın saçlarına konduğunu hayal ettim, karşı konulamaz bir öfke içimi doldurdu. Sineklikle peşinden koştum. Gazeteyi büküp perdeler arasında gezindim. Ne sinek öldürücüler, ne elektronik sinek kovucular işe yaramadı. Nasıl çıldırtıcı bir şeydi o öyle.

Unutmaya çalıştıkça önüme geliyordu. Peşinden kovaladıkça kayboluyordu. Karım, bırak şunu, takma kafana, dedi. Dinlemedim. Küçük kızım huzursuz olmuştu, ağlamaya başladı, canını yakma diyordu. Kimin? Pis bir sineğin canı mı? Korkmamasını söyledim. Bir süre sinekle saklambaç oynadıktan sonra tam koptum. Artık onu öldürmek, yok etmek, yakalayıp bacaklarını koparmak, kafasını ezmek, saatler boyu işkence etmek istiyordum. Nasıl bir çılgınlık anıydı anımsamıyorum. Onu yok edebilecek herhangi bir şeyi kullanabilirdim. Gözüm dönmüştü artık. Elime ne geçerse gördüğüm yerde fırlatmaya başladım üzerine.

Kül tablasının televizyon ekranını parçalaması böyle oldu. Patlayan ekrandan sıçrayan parçalar kızımın yüzünü parçaladı. Delirmiştim artık. Pompalı tüfeği kaptım. Uçmaya ve yer değiştirmeye devam ediyordu. Karım dur artık hastaneye gidelim diye yalvarıyordu. Ben sineğin üzerine doğrulttuğum namluyla onu izliyordum. Parmağım tetikteydi. Neden sonra sinek durdu. Can çekişen kızımla, karımın tam arasında durdu üstelik. Ama ben duramadım...

Gramofondan Hamiyet Yüceses'in tatlı, hüzünlü sesi geliyor “Gözyaşlarım içtim son peymanede.” Masayı bulup çıkardım. Ayakları kırılmış, tüpün üzerine koydum. Sandalyelerden arta kalanları yaklaştırdım. Karımla kızımın soğumuş vücutlarını yerleştirdim sandalyeye. Kırık dökük tabakları yerleştirdim. Bulabildiğim tüm zehirleri eklediğim yemek benzeri bulamacı tabaklara koydum. Dün geceye kaydı düşüncelerim, sineği masada beklerken. En sonunda balyozla tüm evi kırıp geçirmeye ve yıkmaya dek giden tüm süreci yeniden gözden geçirmek istedim.

Ama aklıma bir şey gelmiyordu. Akıl tutulması bu galiba. Sinek masaya geldi. Tabağa yaklaşıyor. Yemedi, şüphelendi sanki. Önce benim yememi bekliyor gibi. Kaşığı bulamaca daldırıyorum. Hala bana bakıyor ve beklemede. Kaşığı ağzıma götürüyorum. Hala kıpırtı yok. Ağzıma doldurduğum zehir yüklü yemek gırtlağımı yakarak ilerliyor. Döndü arkasını gidiyor. Yemedi şerefsiz. Gramofondan Hamiyet Yüceses'in insan ruhunu tüketen sözleri yayılıyor “Bu kalp durdu dün gece viranhanede.” İç organlarım kanayıp, ağzımdan ve burnumdan kan gelmeden hemen önce sözleri değiştirerek tekrar ediyorum son demde “Bu akıl durdu dün gece viranhanede.”

DUVARA LAF ANLATMA SANATI

Filmin ilgi çekici bir afişi yoktu. Yinede ayaklarım beni sinemanın içine götürdü. Arka sıralardan bir yer aldım. Işıklar kapanıp film başladığında içimde tuhaf, rahatsız edici bir his vardı. Üç boyutlu gözlükleri taktım, izlediğime değse bari. Film Bohemya'da geçiyor. Bohemyalıları hiç sevmem. Bir Bohemyalı genç, canı sıkkın vaziyette sinemaya giriyor, oturuyor ve üç boyutlu gözlüğünü takıyor.  İzlediği film Simetra'da geçiyor. Simetralıları hiç sevmem, diyor. Simetralı genç, canı sıkkın sinemaya giriyor...

Haydi canım sen de, hepsi birbirinin tekrarı, iç içe geçmiş, dört tekrar halinde benim yaptıklarımın aynısını yaptılar. Bohemya, Simetra, Tamar, Noren. Norenli genç, filmi izlemeye başladığında senaryo değişiyor. Film Karsak'ta bir sinema salonunda başlıyor. Yüzü maskeli, elinde elektrikli testere olan bir adam bir sinema salonunda katliam yapıyor. Kesilmiş kollar, bacaklar, kafalar havada uçuşuyor. Kaçmaya çalışanların yüzündeki dehşet perdeye yapıştıklarında daha net görünüyor. Şaşkın, korkmuş vaziyetteler.

Kan gölü yükselip sinema perdesini kaplıyor. Kaçmaya çalışanlardan biri, gövdesi testereyle ikiye ayrılmadan önce perdeyi tırnaklarıyla yırtmaya çalışıyor. Kan gölü o kadar büyüdü ki perde bombeleşiyor. Norenli izleyiciler hafif kıpırdanıyor bombeleşmeyi görünce. Biri hafif bir çığlık atıyor. Üç boyutlu gözlüğün eseri, her şeyi orada oluyormuş gibi gösteriyor diye düşünüyorum ama bu huzursuzluktan zıplayan dizlerimi durdurmuyor. Sonra perde yırtılıyor. Kan, Norenlilerin oturduğu koltukların arasına hücum ediyor. Testereli manyak, Norenlilerin arasına daldığında  bu kez çaresiz kaçışma sahnesi onlar için tekrarlanıyor. Kan, kan, kan. Perde yine yırtılıp dehşet Tamarlıların sinema salonunda kol gezmeye başladığında kalbimin kulaklarımda davul çaldığını hissediyorum.

Çıkış kapısına bakıyorum. Makiniste rica etsem filmi durdurur mu acaba? Yok daha neler, herhalde akıl hastanesine kapatırlar beni. Çıkıp gitsem mi salondan? Birileri görür o zaman da. Sokakta karşılaşsak dalga geçerler. Lokantada yemek yerken parmaklarıyla beni gösterip gülüşen insanları hayal edip ürperiyorum. Önümdeki izleyicilere bakıyorum. Patlamış mısır atıştırmaya devam ediyorlar. Yan tarafıma bakıyorum, oğlan kızın omzuna elini atmış saçlarını okşuyor. Sabretmeliyim, nasılsa bitecek film. Bir daha sinemaya gelmek mi? Tövbeler tövbesi. Simetralılar kesileli çok olmuş. Son kalan Bohemyalıları kesiyor bizim manyak.

Son Bohemyalı perdeye yapışıyor, yalvaran gözlerle bir şeyler söylemeye çalışıyor. Filmi durdurun diyor galiba, emin değilim. Bizim perde geriliyor şimdi. Tüm perde kanla kaplı. Korkuyla gözlükleri çıkarıyorum. Hayır, gözlüğün oyunu değil. Perde bombeleşmeye devam ediyor. Ayağa kalkıp çıkış kapısına bakıyorum. Kapı yok, az önce buradaydı nasıl olur? Sırtımı duvara dayayıp bekliyorum. Perde yırtılıyor, bizim salondaki izleyiciler şaşkın şimdi. Kaçacak yer arıyorlar. Duvara dönüyorum. Yumruklarımla duvarı döverek bağırıyorum. Durdurun şu filmi, durdurun salaklar. Bu filmin sonu yok, durdurun yoksa bitmeyecek. Elektrikli testerenin sağ omzumdan girip sol kalçama doğru çapraz ilerlediğini hissediyorum. O anda görüyorum perde-duvarın diğer tarafındakileri. Bizi hiç sevmeyen Çiçeryalılar, çekirdek çıtlatıyorlar.