İfadesi olmayan her tür duygu katılaşır

İfadesi olmayan her tür duygu katılaşır, birikir ve giderek tehlikeli hale gelebilir. Ve son olarak düşünmek ve yapmak hiç aynı şeyler değildir. Gün içerisinde binlerce şey düşünüyor olurken ancak yaparak başka bir hareket/potansiyel ve enerji yaratabiliriz. Olumsuz/yıkıcı sonuçları olabilecek bir düşüncenin/tavrın, hangi toprakta beslenip filizlendiğini bulmak, fayda ve zarar dengesini kurmak zorundayız.

Abone ol

Aytül Hasaltun*

Fiziksel ve/veya ruhsal acı veren hastalık, ayrılık, göç gibi zorlayıcı süreçleri ve aslında hepsinin özünde bir kayıp barındırma halini de gözümün önünden hiç ayırmadan, oldukça kıymetli buluyorum. Çünkü bir yanıyla bize insan olduğumuzu (omnipotans narsistlik algının yıkımını) hatırlatan/bildiren son derece kırılgan böylesi zamanlar “neler oluyor?” sorusunu açabileceğimiz ve bu anlamda da farkındalığımızla birlikte yeniden yön arayışına girdiğimiz, yani bilgi ve birikim olarak derinleşerek geliştirebileceğimiz ve bizleri değişim için iten ya da başa çıkma becerilerimizi sınayan gelişim süreçleridir aslında. ‘Öldürmeyen acı güçlendirir’ anlayışını ya da ‘en büyük dert dertsiz olmaktır’ diye düşünen tasavvuf ehlinin en bilindik duası ‘Allah’ım bana dert ver’ yakarışını bu çerçeveden yeniden değerlendirmeye davet etmek isterim sizleri.

En basit haliyle, hiç teoriye boğmadan ve dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

Oldukça karmaşık bedenlerimizin içinde ömür boyu inşa sürecine devam ettiğimiz hem bedenimizi hem benliğimizi, çeşitli referanslarla anbean yeniden ve yeniden, yeni bağlar -belki de anlam demeliyiz- kuruyoruz. Bir sonucun tek bir nedeni olamayacağı gibi sadece içsel ya da sadece dışsal da diyemeyiz. Tamamlanmamış bir fiziksellikle dış dünyayla karşılaşan bir tür olarak ve bizi çevreleyen diğer faktörlere de bağlı olarak gelişimimiz ömür boyu sürecek. Yolumuz Alzheimer ya da kansere çıksa bile. Bunu nörolojinin ve psikolojinin bizlere armağanı olan bilgiler sayesinde biliyoruz.** Yukarıda bedeni, oldukça karmaşık bir yapı olarak tanımlamıştım. Nasıl bir karmaşıklıktan bahsettiğimizi somutlamak isterseniz aşağıdaki görselleri inceleyebilirsiniz. Bunlardan birincisi derimizin hemen altındaki bağ doku diğer adıyla fasya, ikincisi ise nöron hareketliliğimizin bir kesiti. Çoklu ve birbirine tutunan örüntülerine dikkat edin lütfen. Bu kadar içeride ve bilimsel gerçeklere dayanan bir katmandan bahsederek, bir diğer dikkat çekmek istediğim nokta, sözel ya da eylemsel tutumlarımızın içte ve dışta sonuçları olabileceğini bilmek ve yine sürü halinde yaşayan bir tür olarak tutum ve davranışlarımızın sadece kendimizi değil birbirimizi de etkilediği gerçeğini unutmadan eylemek.

.
.

Çok içine düşüp boğulmadan ama çok dışında kalıp da duyarsızlaşmadan/uyuşmadan acı verene bakabilmenin, kayıplar için yas tutup, kazanımları kutlayabilmenin yollarını döşemek, şu an bu satırlarla somutlanmış yeni yıl dileğim. Sadece kendimizde olana değil, ‘bize neler oluyor’a bakabilmek için toplumsal kayıplarımızın ardından beraberce yas tutabilme olgunluğuna erişebilmek bir başka yeni yıl dileğim. Hafta sonu bir sempozyumda Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Aylin Vartanyan Dilaver’in sunumunda karşıma çıkan toplumsal sanat/toplumsal hafıza gibi konuları kapsayan bu kısa belgesele vaktiniz olur da bakabilirseniz belki hepimizin ihtiyacı olanla ilgili yeni bir fikri yeşertebilir ve/veya 1995’den beri her türlü baskıcı ve zorlayıcı tutuma rağmen devam etme inat, inanç ve kararlılığı gösteren, neredeyse 800’e ulaşan eylemsellikleriyle de artık canlı bir anıt haline gelen Cumartesi Anneleri’ne bakış açınızı değişebilirsiniz.

Konuyu bu büyük resimden, küçük olan resme çekmek isterim tekrar. Yok saydığımız, ittiğimiz, reddettiğimiz, kabul etmekte zorlandığımız her tür duygu, bir yıkım tablosu olarak hiç beklemediğimiz bir anda önümüze sere serpe yayılabiliyor. Çünkü aslında doğumda olduğu gibi olan ya genişlemeye dair ya da büzüşmeye/daralmaya dair bir hareketlilik sunuyor. Çok sıkışma/sıkıştırma, genişleme ihtiyacı için tetikleyici olabildiği gibi yapısal olarak değişmesini de sağlayabiliyor. Çok emin olmamakla birlikte kanserde olan bu diye biliyorum. Halbuki, bilgi ile edindiğimiz bir diğer gerçek, hiçbir şeyin bir anda olmadığı, zaman içerisinde/süreç boyunca değişmiş, ilerlemiş ya da gerilemiş pek çok hareketin bir sonucu olduğu.

Son günlerde üzerine pek çok düşünüp taşındığımız Güney Koreli Bong Joon-ho ve Han Jin-won tarafından yazılıp yine Bong Joon-ho tarafından yönetilen Parazit adılı filmde hırs ve kibir gibi iki güçlü duygunun, toplumsal katmanlarıyla birlikte birikmişliğine ve risk almayan/değişimi ve gelişimi desteklemeyen yapı ve yapıların (biraz daha açmam gerekirse ezilen sınıf için lümpen/kurnaz tutum, ezen sınıf içinse üretimden/değer katmaktan yoksunluk ve yok sayma diyebilirim) çürümüşlüğe ve tüm olanların sonucu olarak nasıl da yıkıcı olabileceğine dair, konu çok ağır olduğu için olsa gerek, yer yer kara mizaha sırtını yaslamakta beis görmeyen oldukça etkileyici bir filmdi. Ama elbette hiçbir şey gibi, hiçbir duygu da sadece siyah ya da sadece beyaz değildir. Ve yine elbette siyah olduğu için kötü ve dışarıda tutulması gereken de değildir. Böylesi bir noktada belirleyici olan ifadesinden ziyade eylemselliği ve genellikle ince bir çizgi ve detay olarak algılanır ama eylemin ardındaki niyettir bana kalırsa. “Bende şu olmadı kimse de olmasın” diyen düşman tutum ile “bende böyle oldu, deneyimim kendime ve başkasına ışık/ilham olsun” diyebilen yani görüp, duyup kabullenen ve çözüm arayan/üreten tutumun yarattığı/yaratacağı dünya aynı değildir elbette.

En içeride ne nasıl oluyora dair söyleyebileceklerim ise kabaca şunlar olacaktır; merkezi sinir sistemimizin milyarlarca alıcısı sayesinde anlam ve bilgi düzeyinde olmasa bile duyu ve duygu düzeyinde içte ya da dışta algıladıklarımız, elektrokimyasal bir tepkimeye yani enerji/sezgiye dönüşür. Bu enerji/sezgi bir potansiyel /hareket için olanak taşır. Bu potansiyeli hangi niyetle ya da niyetlerle kullanma halimiz, yaşama atıldığımız ilk andan itibaren -ki benim için bu ilk an döllenme anı- ve içinde yaşadığımız çevreden bağımsız değil asla, yapılandırdığımız ve gelecekte de yapılandırmaya devam edeceğimiz kişilik örgütlenmemizde/benliğimizde ve bedenimizde yankılanarak ifade bulur.

İfadesi olmayan her tür duygu katılaşır, birikir ve giderek tehlikeli hale gelebilir. Ve son olarak düşünmek ve yapmak hiç aynı şeyler değildir. Gün içerisinde binlerce şey düşünüyor olurken ancak yaparak başka bir hareket/potansiyel ve enerji yaratabiliriz. Olumsuz/yıkıcı sonuçları olabilecek bir düşüncenin/tavrın, hangi toprakta beslenip filizlendiğini bulmak, fayda ve zarar dengesini kurmak zorundayız. Gerçeklerle -İstanbul/hayaller- Paris arasındaki mesafenin en çok bu sorgulamayı yapamadığımızda açıldığını ve bunun da sonucunun önünde sonunda dejenerasyon olacağını, artık bilgiden alınan referanslarla birlikte, kendimizce yorumlamak zorundayız. Çünkü aynılıklarım çok olsa da hepimiz birbirimizden oldukça farklıyız, birebir aynı çevrede ve aynı örüntülerle yaşamadığımız için bu fark ve kısmen de genlerimizle bize aktarılanlar da var elbette.

Ruh sağlığı ve beden alanında çalışan bizlerin container diye adlandırdığı tutma/tutulma belki kapsama olarak tanımlayabileceğim bir kavram vardır. Adını bir çöp depolama aracından alan bu kavram kişinin benliğin sınırlarını bilebilmesi ve neyin fazla neyin az olduğu ile ilgili analizi yapabilmesine, neyin geleceğe taşınıp neyin çöpe çıkarılabileceğine, bu anlamıyla da güvenli olarak bırakarak/ayrışarak gerçekçi çözümleri üretebilmesine olanak sunan alanlardır. Bu bazen terapi odasının kendisidir bazen de benim kullandığım haliyle kültürel bir bağlamı da olan bir bohçadır ya da bizatihi bedenin kendisinde bir bölge ya da zihinden üreyen bir imaj ya da sanatta olduğu gibi semboldür. Ama bu yazı özelinde teklifim günlük tutmak olacak.

Sona yaklaşmışken, mesleki kimliğimden ayrı olarak kafamın çok karışık olduğu gençlik zamanlarımdan bugüne taşınan ve bir anne olarak oğlumu büyütme/oğlumla büyüme yolculuğumun çok önemli bir parçası olan günlük tutma ve yazarak ifade etme yönteminden bahsetmek isterim. Sevgili Sevilay Çelenk’in 26 Aralık 2019 tarihli Gazete Duvar yazısının, uzun zamandır defterimde bekleyen bu fikirlerin bilgisayar ekranına dökülmesindeki katkısını da söylemeden geçmek istemem.

Oğlumu büyütürken, o konuşarak kendini ifade edebilir hale geldikten ve duyguları/duygularını tanıyabildikten sonra her gece, uyku ritüelimizin bir parçası olarak, ona şu soruları sordum,

Bugünün en üzgün anı hangi andı?

Bugünün en mutluluk ve neşe veren anı hangi andı?

Bugün hayatına katılan yeni bilgi ne oldu?

Yeni ve bilgi çok katmanlılığından ötürü başka bir yazının konusu olarak şimdilik bir kenarda kalsın. Ama kıran/budayan/daraltan/acı ve üzüntü veren ile birlikte merak uyandıran/ neşe ve keyif veren/ilerleten/genişleten/yeni bağlar kurulmasına imkan sunan ‘neler oldu’ sorusuna çok çok önemli olduğunu düşündüğüm bir eklemeyi, yetişkinler için yapmakta ve bu yazının başlangıcı da olması sebebiyle fayda var.

Çokça kayıp hissinden dolayı üzüntü ve acıyı dışsallaştırmadan ve aslında kendimiz için ötekileştirmeden yaşamak ve alev alev yanan yüreğimizin soğuması için izin vermek, sonrası için de belki başka bir yöne doğru ilerleyişini sürdürebilecek olan, bir potansiyel/hareket ihtimali ya da fırsat olabilir mi’ye bakmak, büyümek ve olgunluğa ulaşabilmenin aslında biricik yolu. Her gün olmasa bile aydınlık ya da karanlık tüm noktalarımızı bizim için tutabilecek, kimseyle paylaşmak zorunda olmadığımız günlükler hem olanı ifade etmekle ilgili hem de gelecekte neyi odak olarak seçeceğimizle ilgili harika birer tutucu/taşıyıcı olabilirler. Bu bilgi aklınızın bir köşesinde olsun çok isterim. Acı dolu zor süreçleri, her şeyi kontrol edebilirim yanılgısına kapılıp yüksek bir efor gösterme gayreti içinde boğulmadan ve diğer bir uç olan reddedişle dibe saplanmadan, derdinizi bularak ve başkası için dert olmadan, rahatlıkla ve hafiflikle yönetebilmek, kontrol edebildiğimiz tek alan olan kendimizin /bedenimizin kontrol ve becerisinde. Onun içindir ki çok sevgili manevi ustam Ursula Le Guin, Mülksüzler adlı romanında “Devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir” der.

Sevgilerimle…

** Beyin/Senin Hikayen, David Eagleman/Domingo Yayınları

*Çağdaş Dans Sanatçısı, Dans/Hareket Terapisi Uygulayıcısı ve Yazar