Hukuksuzluğu meşrulaştırma aracı olarak kayyım

Kayyım 2016’da bölge geneline uygulanan bir politikaydı. Siyaset ile alt edemedikleri Kürt siyasetini ancak bu şekilde durdurabiliriz anlayışının tezahürüydü. Kayyımlar ile içi boşaltılan kasaların, asimilasyon politikalarının, cinsiyet eşitsizliğinin üst seviyeye ulaştığı dönemlerdi.

Abone ol

Selçuk Mızraklı*

2013 yılının baharı ile gelişen çözüm süreci bölgede ve Türkiye’de umutla karşılanmıştı. Bu süreçte doğan barış umudu çok sürmeden 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşanılan ve hâlâ birçok soru işareti ile anılan çatışmalar ve baskınlar ile bitirilmiştir. Hemen arkasından gelişen 2016 15 Temmuz girişimi ise tek adam rejimine giden yolun yapı taşı olmuştur. Bu süreçlere baktığımızda hâlâ aydınlatılmayan, bilinmeyen, karanlık kısımları olduğunu görebiliriz. Barış umudunun bu kadar yeşerdiği bir dönemde hızlı bir ters yüz oluş süreci neden yaşandı, bu çatışmalı sürece nasıl geldik gibi soruların cevaplarını bulmak lazım. 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ile birlikte ise hukuksuzluk “hukuk” zeminine oturtuldu. Hak arama hukuksuzca bastırıldı. Her geçen gün cezaevleri dolarken, işkence vakalarında yükseliş baş gösterdi. Türkiye yeniden 90’lı yıllara dönmüş oldu. Ekonomi gerilerken siyaset tekleşti, sosyal bunalımlar baş gösterirken toplumsal olarak bir cinnet geçirmenin eşiğine geldik. Çıkarılan KHK’ler herkesin başında Demokles’in kılıcı misali sallanır oldu. Böyle bir ortamda insanların muhalefet olmaları engellenirken itirazlar ise kısıtlandı. 15 Temmuz sonrası ülke her geçen gün daha da karanlık bir girdaba sürüklendi.

YOLSUZLUKTA AVRUPA BİRİNCİSİ

31 Mart seçimleri aslında karanlık bir girdaba sürüklenen bir ülkenin son şansı olarak görüldü. Bundan dolayı muhalefet bugünü baharın başlangıcı olarak da kabul etti. Baskı ve zorun tavan yaptığı böyle bir dönemde her şeye rağmen kazanılan yerel yönetimler halkta bir nebze de olsa sevinç yarattı. Bunca yolsuzluğun yaşandığı bir ortamda, 2016’da HDP’li 95 belediyeye atanan kayyımlar sonrası bu kentlerde ciddi yıkımlar oluşurken, kayyım atanmamış AKP’li belediye başkanlıklarında ise ciddi yolsuzluklar sonrası belediyeler borçlandırılmıştı. Açık bir şekilde yapılan bu hukuksuzluklara, yolsuzluklara rağmen denetlenen belediyelerin, müfettişlerin raporlarına rağmen denetlenmediğini ve yolsuzluklara göz yumulduğunu herkes bilmektedir. Yolsuzluklar konusunda yapılan araştırmalarda Türkiye 2016 yılı ile birlikte Avrupa’da birinci sırada yer almıştır. Bu da yolsuzluğun iktidar eliyle hukuksuz olmasına rağmen meşrulaştırılmaya çalışıldığının bir göstergesidir.

Dünyada hukuksuz ve etik bulunmayan birçok olay, Türk yasalarınca da hukuksuz olmasına rağmen meşrulaştırılmıştır. Bunu da tek adam rejimi her yerde ifade etmiştir. Bunlardan sadece bir tanesini örnek verecek olursak, geçen hafta Sayın Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’a verilen cezalardır. Aynı davadan ikişer defa ceza almaları hukuksuz olmasına rağmen ülkenin cumhurbaşkanı tarafından “bunları bırakamayız” denilerek hem meşrulaştırılmaya çalışılmış, hem de yargıya olan müdahale gözler önüne serilmiştir.

2016’DAN SONRA İNSANLAR FAKİRLEŞTİ

Aslında burada birkaç veriye bakmakta fayda var. Geçenlerde yayınlanan TÜİK verilerine baktığımızda gelir ve yaşam koşulları araştırması bölgesel sonuçlarına göre en yoksul ilk on kent listesinde Bitlis, Muş, Van, Şırnak, Batman, Mardin, Şanlıurfa ve Diyarbakır görülmektedir. Bu veriler aslında devletin kendi eliyle bu bölgeleri yoksullaştırdığını da gösterir. Bu verilerin yansımalarını yerel yönetim uygulamalarında da görmek mümkündür. Bu bölgelerdeki işyerlerinin çoğunun vergi daire merkezleri İstanbul gibi büyükşehirlere kayıtlı iken, buradaki araç plakalarının da çoğu yine İstanbul, Ankara gibi kentlere kayıtlıdır. Yani buradaki kaynaklar ve sıcak para her gün İstanbul’a ya da Türkiye’nin batısına aktarılmaktadır. Bundan dolayı buradaki belediyeler de alması gereken bütçedeki paydan haklarını alamamaktadır.

Bu uygulamalar hem bölgeyi hem de ülkede yaşayan halkı yoksullaştırırken, iktidara yakın bir zümreyi ise zenginleştirmektedir. Örneğin, hiçbir gelir kaynağı olmayan kişilere verilen ve sağlık hizmetlerinden faydalanmasını sağlayan yeşil kartta son yıllarda önemli oranda bir artış olmuştur. En son yeşil karta muhtaç kişi sayısı 8 milyon 628 bin olmuştur. Sağlık sisteminin çöktüğü bir ülkede bu verilere bakılarak dahi ekonominin çöktüğü anlaşılmaktadır. Sadece sağlık sistemi değil, hukuk sistemi de başta belirttiğim gibi çökmüştür. Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye 180 ülke arasında şu anda 158'inci sıraya gerilemiştir. Aslında AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 99'uncu  sırada iken yıllar içinde ve özellikle de 2016 sonrasında gerilemiş, bugünkü duruma gelmiştir. Yine çarpıcı bir örnek olarak, 2004 yılında memur maaşıyla 23 çeyrek altın alınırken şimdi ise dokuz çeyrek altın alınabilmektedir. Tüm bu veriler de bize Türkiye’de her geçen gün ekonominin bozulduğunu, insanların fakirleştiğini göstermektedir.

‘Tek adam rejimi’ dediğimizde kabul etmeyenler ya da karşı çıkanlara şunu da söylemek lazım, cumhurbaşkanına hakaret suçundan yargılananların sayısı son yılda rekor düzeye geldi. 26 bin 115 kişi cumhurbaşkanına hakaret suçundan yargılandı. Bu rakamlar bile tek adam rejiminin ülkeyi ele geçirmeye çalışmasının kanıtıdır. Hukuku, ekonomiyi, sağlığı kendine bağlayan sisteme ne ad verebiliriz?

KAYYIMLAR DÖNEMİ

İşte ülkenin böyle bir kısa tablosunu ortaya koyduktan sonra yerel yönetimlere, kayyıma geçersek, bu uygulamaları biraz daha rahat anlayabiliriz. Kayyım 2016’da bölge geneline uygulanan bir politikaydı. Siyaset ile alt edemedikleri Kürt siyasetini ancak bu şekilde durdurabiliriz anlayışının tezahürüydü. Kayyımlar ile içi boşaltılan kasaların, asimilasyon politikalarının, cinsiyet eşitsizliğinin üst seviyeye ulaştığı dönemlerdi.

31 Mart seçimleri ile kazanılan bu yerlere ilişkin tahribatlar giderilmek istendi. Halktan koparılmak istenilen belediyeler ve yerel siyaset tekrardan halkla bütünleşti. Bu dört aylık sürede kayyımların yaptığı yolsuzluklar halka ifşa edildi. Kapatılan gençlik, kadın ve kültür merkezleri tekrardan hizmete açıldı. Asimilasyon politikalarının önü alınmaya başlandı. Yolsuzluklar ile boşaltılan kasaların yeniden dolması ve halk yararına kullanılması çalışmaları başlatıldı. Tüm bunlar egemenleri yeniden rahatsız etti. Tıpkı kurt ve kuzu hikâyesinde olduğu gibi. Suyumu kirletiyorsun diyen kurt gibi kuzuya saldırmak için bahaneler aranıyordu. Ve dört aylık dönemde olmayan bahaneler yaratıldı. Olmayan cami yıkımları gerekçe gösterildi, indirilmiş gibi gösterilen bayraklar bahaneler gösterildi, 6-7 Eylül gibi kristal geceler hazırlanmak istendi. Şimdi de bunun devamı uygulanmak isteniyor, açıkça görüyoruz.

HDP binalarının önüne dağda bile olmayan gençlerin anneleri gönderilmekte, provokasyon zemini hazırlanmak istenmektedir. Çatışmalı sürecin bitmesiyle çözülecek meseleler, sanki HDP tarafından engelleniyormuş gibi gösterilmek isteniyor. HDP’nin kapısında bekletilen annelerden birinin çocuğu altı ay önce düzenlenen askeri bir operasyon sonucu yaşamını yitirmişti. Buna rağmen HDP kapısına yönlendirildi. Eğer bu anaları samimi bir şekilde, arka planında başka bir niyet olmadan düşünüyorsa bu iktidar, öncelikle çatışmalı süreci bitirmesi gerekiyor ki bu anaların çocukları ölmesin. Yine HDP Kulp ilçe binasının korucular tarafından basılması ve çalışanlarımızın yaralanması olayı var yakın zamanda, bunlar bize yabancı değil. Belli aralıklar ile HDP’ye ve yasal Kürt siyasetine bu tarz politikalar ile yaklaşılmıştır.

SARAY HARCAMALARI VE YOKSULLUK

Son İstanbul seçiminde yapılanlar bizlere gösteriyor ki bunların saltanatı sallandıkça daha da azgınlaşacaklar, saldıracaklar. Çünkü tüm bu olan bitenler bunların hukuksuzluğunu ve israfını gün yüzüne çıkarıyor. Saraydaki günlük 4.5 milyar TL’lik israf, saraya bağlı kurulan ve gizli bütçeden ne kadar ödenekle desteklendiğini bilmediğimiz bazı güçler (SADAT, vb.), iktidara yakın çevrenin sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden aldığı milyarlık ihaleler ve bakan olan kişilerin belediyede bankamatik personeli olarak yıllarca çalışması ya da belediye bütçesinden yurtdışı eğitim masraflarının karşılanması bize bu düzenin ne kadar kirlendiğini gösteriyor.

İşte böyle kirli bir düzende atanamayan öğretmenler intihar ederken, insanlar evlerine çöplerden ekmek toplarken, saray ise tıpkı 1980’lerdeki Filipinler Devlet Başkanı Ferdinand Marcos ve eşi gibi lüks içinde yaşamakta ve o dönemi hatırlatmaktadırlar. O dönem 2 binin üzerinde ayakkabı sayısıyla ünlenen başkan eşleri varken bugün timsah derili çantaları ile övünenler mevcut. O dönem Filipinler'ine baktığımızda, eşi bakan, akrabalar bakan, müşteşar vb. idi. Şimdinin Türkiye’sine baktığımızda değişen bir şeyin olmadığını görebilmekteyiz. Halk sefalet içinde yüzerken, şatafatın göz kamaştırıcı dünyasında boğulmalar yaşanmaktadır.

Her gün kredi kartı, banka faiz borçlarının çığ gibi büyüdüğünden bahsedilirken IMF’ye hayır diyenler, kendileri IMF’yi ülkeye davet etmektedir. Ama IMF’den en büyük rahatsızlıkları ise Türkiye’nin ekonomisinin çöküşünü açıklamalarıdır. IMF bile ülkenin ekonomisinin gidişatından rahatsız. Ekonomik düzen içinde ikinci bir ekonomik düzen oluşmuş durumda. Bu gidişle Türkiye kara para aklama ülkesi haline gelecektir. İşte tam da böyle bir düzendeyiz.

MUHALEFETİ BASKI ALTINDA TUTMAK

Tüm bunlara baktığımızda ülkenin kirlenmişliğini, sefaletini, zorbalıkla, baskı ile gizlemek istenmektedir. Her alanda muhalefetin sesi kesilmek istenmekte, itirazlar tehditler ile engellenmektedir. Yaşamın her alanı ülkede yaşayan insanlara dar edilmekte, korku ile sindirilmek istenmektedir. Bu da medya ile, yargı ile, kolluk kuvvetleri ile yapılmaktadır. Ekonomik baskılar, sosyal ve toplumsal baskılar, yani mahalle baskısı ile yapılmak istenmektedir. Buradan çıkaracağımız sonuçlardan biri de yapılan siyasi darbenin yani kayyımların da bu siyasetin bir parçası olduğunu görmek gerekmektedir.

Buradan çıkaracağımız sonuç şudur; kayyımlar sadece bir belediyenin elimizden alınması değildir. Kayyımlar, yolsuzluklarının gizlenmesi, kirliliklerin örtülmesi için bir çarşaf niteliği de görmektedir. Kayyımlar ülkedeki muhalefeti tehdit ederek susturma görevi de görmektedir. Kayyımlar hukuksuzluğu meşrulaştırma araçlarıdır. Bu nedenle de kayyım politikası, tek adam rejiminin karış karış ülkeye yayılmasına zemin hazırlamak olarak görülmelidir.

Bundan dolayı susmayacağız, bu ülkeyi karanlık girdaptan kurtarmak için, uçurumun kenarından çekip almak için kayyımlara hayır diyeceğiz.

*Dr., 19 Ağustos 2019 tarihinde görevden alınan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı