Herkesin uzak olduğu ülke!

Bir edebi tanımla ifade edilmesi gerekiyorsa çok net bir şekilde söyleyebiliriz ki Ses ve Sus, yarının romanıdır. Dili geçmiş zaman ile şimdiki zamanın tek zamana dönüşerek edebiyatın o estetik dilini uyandıran bir roman…

Abone ol

Gani Türk

DUVAR - Adnan Gerger’in yeni çıkan Ses ve Sus romanını elime alıp okumaya başladığımda ilk on sayfasından sonra kitabı masaya bıraktım, imge, betim, aforizma fırtınasının dinmesini bekledim. Katmanlaşmış sözcüklerden oluşan cümleler, bu cümlelerin oluşturduğu katmanlaşmış metinler arasından su sızmıyor.

Hem bilinçli bir okur hem bir yazar olarak her şeyden önce bir romanda o romanın edebi kimliğiyle ilgilenirim. Romanda öncül koşul olarak aradığım bir başka kaygı ise, edebiyatın kendisi ve o edebiyatın estetik dilidir. Bu aradığımın da altında kaldım. Yazar, estetik dili metinlerde öyle bir çeviriyor ki insan bir şiirin o anlamlı ve çok katmanlı sözcüklerinin tadına varıyor. Benim de öyle bir hayalim var, ama artık vardı, çünkü Ses ve Sus bu hayalimi yuttu. Hayalimin, hal ve ahvalime kızan bir sevgili gibi kallavi bir tokat eşliğinde beni terk ettiğini hissettim. Sonrasında deneme diliyle bir romanın nasıl devam edebileceğinin şifrelerini çözdüm Ses ve Sus’ta; buna sevindim, rahatladım. Sayfalar ömür tükettikçe ben düz cümleler arar hale gelmiştim, hepsinin genleri edebiyat kokuyordu. Sanki kuş sütü bile eksik olmayan bir annenin sofrasında annenin yersiz hayıflanması yüzünden çocuk yedikçe yiyor ve şişiyor ama annenin (yazar) gözünde çocuk (okur) hâlâ bir deri bir kemik!

SOLUKLANSAN... 

Bu aralar yapay zekânın ileride üreteceği, üretebileceği edebiyat ile insanoğlunun üreteceği edebiyat arasında baş gösterecek rekabet üzerine araştırıyorum. Çünkü “ileride dünyayı yapay zekâ yönetecek” iddialarını kendi adıma ciddiye alıyorum, o zamana yetişip yetişemeyeceğimizi bilemem ama bu rekabet konusu beni şimdiden heyecanlandırıyor. Ses ve Sus’un ilk bölümü olan Melik’in Meseli bitirirken aynı heyecanı yaşadım. Bu bölümdeki akıcılıkta insan nefes almak istemiyordu adeta, sanki soluklansan bir solukta dünya kadar anlam uçup gidecekti. İçimden geçen de şuydu: “İşte yapay zekânın başına bela olacak ve onu uzun süre oyalayacak edebiyat türü bu! Kendine güvenen yazarlar; klasik, popüler, sıradan, birbirine benzeyen çok satan hikâyelerden vazgeçmelidir.”

Romanda rüya, hayal ve gerçek adeta sonsuz bir şekilde birbiriyle fısıldaşıyor. Yazar adeta bu üçlüyü seviştiriyor. Edebiyatın kurgusu, karakterleri ve edebiyatın çocukları olan imge, betim, metafor vs. ile hamur yoğurur gibi beyniyle yoğuruyor. Güzel ve düşündürücü betimlemeleriyle hamura şeker katıyor, toplumsal ve sosyal duyarlılığıyla tuz katıyor, geçmişe giden, geçmişten gelen kurgu parçalarıyla hamura baharat katıyor.

Adnan Gerger

DOSTOYEVSKİESK'İN ZAMANI GELMEDİ Mİ?

Leyla'nın gazeteci kimliği ve çok samimi arkadaşı Psikiyatrist Serpil’in birbiriyle konuşmalarını, hayata bakış açılarını okuyup öğrenince içimden edebiyatta nasıl ‘Kafkaesk’ bir tanım artık varsa, ‘Dostoyevskiesk ‘ diye bir tanımı da artık kullanmanın zamanın gelip geçtiğini geçirdim. Nedeni ,Ses ve Sus. Yazarın değindiği günlük hayatın psikopatolojisi edebi metinlerde nasıl yer alması gerektiğine örnek gösterilecek bir kitap, aynı zamanda.

Eğer yarının dünyasını yapay zekâ yönetecek ise o yarında toprak ve vatan kavramları insan kavramının gerisine düşecek demektir, çünkü yapay zekâ toprağı değil tanrısı konumuna geçecek insanı daha kutsal görecektir ve insan artık kendi türünü katliamlardan geçiremeyecektir kolay kolay. Dolayısıyla insanoğlu hırsı için, inancı, çıkarı için kitleleri çıkar ve inançlar temelinde ölüme, savaşlara gönderemeyecektir.

İnsanın elinden insana hükmetme kademesine yükselecek yapay zekâ daha adil davranacaktır ve “Tanrım, yaratanım olan insan artık dur” veya “artık Tanrı benim” diyecektir” İnsan bu romanı okuyup bitirince insanın insana yaptığı kötülükler yüzünden uzayın en aşağılık mahlûkunun kendisinin olduğu hissine kapılıyor.

Yazar, ilk bölümde “ önce toprak ve vatan değil, önce insan” derken yarının hallerini mi hesap etmiş yoksa alçak gönüllü davranıp hümanist mi takılmış çözemedim: “ ne de olsa sonunda topraktım ben… Yeryüzünün en laneti…” yine kitaptan: “ Ben vatan elhamdülillah! Zalimlikten ötesi olmayan… Sonunda sınırları olan toprakta insan dediğin daş ya da taş… Vatandaş, yurttaş, sınırdaş ırktaş, dindaş… Hepsi bu… ve hepsini rüya san… Ezber boz da insanlar sevgisiz büyüyor.”

HERKESİN UZAK OLDUĞU ÜLKE! 

Naristan diye bir ülkede geçiyor hikâye. Herkesin bildiği, ama herkesin uzak olduğu bir ülke! Aslında herkesin uzak durmaya çalıştığı bir ülke, en sağcısından en solcusuna kadar… Yazar seksenbirinci sayfada toprağı temize çıkarmaya çalışırcasına “ bana vatan diyerek vahşetinizin ağırlığını temize çıkaramazsınız” diyerek adeta topraktan özür diliyor. Çünkü gerçekten toprağın günahı yoktur, anadır toprak, yar ve yaratan… Yazar, bütün anadillerin kutsallığını da unutmayıp vefa borcunu ödemeye çalışmış. Ana karakterlerden biri olan ve halasının yanında büyümek zorunda kalan Sur Civan iki dillidir, ana dili olan Naristçe’yi unutmaması halasının tembihidir, belki bir gün Nar ülkesine dönerler diye.

Yazar, ayrıca dilin tembelliğini çimdikliyor. Bilirsiniz roman, estetik dilin en önemli destekçisidir. “Patta danak, tarumar bir soruydu, şeylerle uğunur insan, rahim davranandır, çemkirmek, kaykıldı, kabus tortusu, zıngır diyarı, ırktaş ,sınırdaş, omuzdaş, sallapati, bin bir suyla göveren…" gibi buna benzer çok sayıda kelimelerle dili uyandırmaya çalışıyor. Bu yetmiyor, unutulmuş, artık pek kullanılmayan ve ölmek üzere olan bazı deyimleri de hatırlatarak adeta diriltiyor veya yeniden yaratıyor. Bu arada kilit noktalarda şimdiki zaman kipine ağırlık vermesi ustaca bir manevra olmuş. Bir edebi tanımla ifade edilmesi gerekiyorsa çok net bir şekilde söyleyebiliriz ki Ses ve Sus, yarının romanıdır. Evet, Ses ve Sus ile yarının edebiyatından söz edebiliriz. Dili geçmiş zaman ile şimdiki zamanın tek zamana dönüşerek edebiyatın o estetik dilini uyandıran bir romandan…

“Gerçek dünyanın yağmalanmış çocukları,” yüzünden yeni dünyanın Espresso Con Panna’sına da kızgındır yazar. “Bir işçi, yarılmış parmaklarının uçlarından sızan kanlara aldırmadan kozalaklarından topladığı pamukları kan ter içinde senin içine tıkıştırıyordu.” Toplumcu edebiyatın güçlü damarlarındandır Adnan Gerger. İnsanoğlunun en iğrenç yüzü olan kendi türüne zarar verme hırsının sonuçları olan katliam ve öldürme zihniyetinin dününü bugüne, bugününü de düne anlatmış. Muhtemelen yarın da bu vahşetler yaşanacak ve genleriyle oynanmış olmak üzere yaratılmış veya üretilmiş güçlü ve zengin beyaz adam bu imkânı ve şansı olmayan kendi türünü yok etmeye çalışacak daha önce fırınlarda yakıp tencerelerde haşlattığı gibi.

Ses ve Sus, Adnan Gerger,  232 syf., Kara Karga Yayınları, 2018.

YADİGÂRIN MESELİ

İkinci bölüm olan Yadigârın Meseli’nden ki daha çok polisiye olarak devam ediyor; bir cümle hatırlatmak istiyorum “ Bazı kinler uyuyan yıllardır, zamanı zaman içinde saklar, kurbanına zehrini boşaltır, sonra yine kış uykusuna dalar.”

Üçüncü bölümde yazar artık yapıyı hızlı bir şekilde inşa ediyor. Kurgu kendini ele vermek için başını uzatıyor. Sorgulamalar bu anda başlıyor, “İnsanları öldürerek ceza kesenler pek yakında öldürecek kimseyi bulamayınca kendi kendilerini yok etmeye başlayacaklar mı? Bir zamanlar kendini kendinden yaratarak tarihe hükmetmiş insan soyu yerine kendini kendisi ile yok ederek tarihi sonlandıracak yeni bir soya mı evrilmişti?” Evet, bana göre tam da bu, yani yapay zekâ meselesi, fakat yazar da aynı fikirde mi bilmiyorum artık.

Sonuçta roman bir gazeteci olarak Leyla’nın yaşadığı ülke Naristan’da doğduğu o kadim kente bir hikâyenin takibi için gitmeye karar vermesiyle bitip başlıyor. Başlıyor da romanın ilk sayfasından son sayfasına kadar toprağın acısının yanında aşkın varlığı da öylesine işleniyor ki insan ruhunun derinliklerinde kendine yer buluyor. Yazar, bizden aşkı şöyle anlamamızı istiyor: “Aşk vardır Ferhat gibi dağ deldirir, aşk vardır Mecnun gibi çöl gezdirir ve aşk var bazen genetiğinden, toprağının kokusundan, komşuluğundan olsa gerek anında çat diye çatlar tomurcuktan… Aşk vardır, Serpil ile Sur Civan’ın ki gibi ve sonrasında cehaletin kinine kurban gider. Aşk vardır, beklemesi gerekir, acı ve katliam yaşamıştır, yavaş yavaş olgunlaşır sonunu hiç düşünmeden… Aşk vardır, Leyla ve Özgür’ün ki gibi bir insanın içinde hüzünlü, suskun kelimelerle can bulma telaşıyla birikir…”

Denilebilir ki bu kitabın eleştirilecek hiçbir tarafı yok mu? Var ve olmalı tabii ki, çünkü kusursuz ve eksiksiz hiçbir durum yoktur ve olmamalı da… Fakat bu tür sür git ve kalabalık kadrolu, içinde çoğul hikâye barındıran romanlar edebiyatın en zor dünyasıdır. Çok dikkatli olmayan bir okur zaman dilimlerini, karakterleri, hikâyeleri karıştırabilir. Böylesi zor bir edebi metin yazarın tercihi ve hakkı olduğu için ben bir yorumda bulunmak istemem açıkçası, ama yine de içimde kalmasın diye bir paragraf kurup rahatlayayım. Yazar, sözcüklere bir ağa, bir patron veya bir bilge gibi davranmış. Bazı yerlerde romanın o disiplininden kopmadan ideolojik kaygılar gütmekten kendini alamamış… Yazar burada sanki yukarı Mezopotamya’nın en yüksek dağının yamaçlarında İsa’nın on birinci havarisi Aziz Thomas’ın öğrencileri olan Marri ve Addi nin inşa ettiği bir kilisenin avlusunda şarabını içerken tüttürdüğü sigarasının dumanlarının çizdiği figürleriyle dertleşiyor gibi. Bu hal ve ahvalin iyi mi, kötü mü olduğu kararıyla ilgili ârafi ruh halimi aşıp bir türlü sonuçlandıramadım maalesef.

Romanı bitirdiğimde ben de şu fikir oluştu; “Çok satmak değildir mesel, sağlam, güçlü ve dolu yazmaktır bu mesel.” Bu nedenle edebi haz arayan bir okurun mutlaka okuması gerektiğine inandığım bu romanın ağırlığından kimse kuşku duymayacak. Yarının edebiyatı budur bence daha ilkokul çağında üç dil ve internet bilen kuşağın yanında. O yüzden bu kitap bana göre edebiyat dünyasına eklenmiş yeni ve güçlü bir tuğladır.