Her ölüye bir mezar

Biliyorum, yeni bir vahşet çağı bu. Kimsenin itidal sözcüklerini duyacak hali yok. Kimseye artık öldürme diyemiyoruz bile.

Selim Temo stemo@gazeteduvar.com.tr

Son yüzyılın en parlak düşünsel girişimi, Frankfurt Okulu’ydu. On üçüncü yüzyıldan beridir yüceltilen insanın artık kâmil olduğuna dair bir imanla çıkılan uğurlu yolda Stendhal’den mülhem “une promesse de bonheur” (bir mutluluk vaadi) gerçekleşecekti. Ama akıl, yüce insan ve kültür insanlığı getirip yeni bir vahşet çağının içine döktü. Dünya bir kez daha boğazlaştı. On milyonlarca insan cephelerde, sığınaklarda, meydanlarda katledildi. Şöyle demişti Berthold Brecht: “Frankfurt Okulu düşünürlerinin sevdikleri romanların kahramanları şimdi Gestapo subayı!”

Biliyorsun, bir yere kapanıp sözcüklerle uyuyakalmak tehlikeli bir şeydir. Yüzlerce yıl önce yazılmış metinlerin sesini yankılamanın bir adı yalnızlıktır. TV yok, internet yok, birkaç dostun yüzü, bir oğulun ışıklı sesi dışında bir şey yok. Ama dehşet her zaman yanı başındadır. Bir cehennem olan Orta Doğu’da hele.

Orada mıydın, Fiziki Antropoloji dersinde, DTCF’de, hani sonsuz ellerimiz vardı. Yüksek pencereli bir amfide. Ilin ve Segal’in “İnsan Nasıl İnsan Oldu?” kitabı eşliğinde ölü gömme gelenekleri dersiydi. Sonrasında “ölüm ölmekten anlamlı” diye bir dize yazmıştım. Çünkü ölüm bir kültürdü. İnsan ölüsünü arardı. Ölüsüyle vedalaşırdı. Ölüsünü gömerdi. Ölüsünün yasını tutardı. Ölüsünü anardı. Ölüsü, mezarı, yası olana saygı duyulurdu. İntikam için bile yasın dinmesi beklenirdi. İnsanın doyasıya acı çekme hakkı vardı. İnsan eskiden daha insandı!

Bugün ölülerin ölme hakları bile yok. Kalanların ölüleriyle vedalaşma hakkına el konuldu. Kalanların ölülerini gömme hakları yok. Neredeyse hiçbir ölünün beden bütünlüğü yok. Kalanların başında kutsal kitapları okuyacakları, yere bakacakları bir mezarları yok. Şehirlerden daha büyük mezarlıklarda bir ölüsü bile olmayan insanlar var!

Oysa ölü muhteremdir. Her ne şekilde olursa olsun biz sağ olanların arasından ayrılmıştır. Bir gün bizim de yaşayacağımız bir anı “yaşıyordur.” Ona korku dolu bir yakınlık hissederiz. O hem geçmişimiz hem de geleceğimizdir çünkü. Özetimizdir. Thomas Bernard’ın “Soluk” kitabında olduğu gibi, son bir çaba ile parmaklarını kımıldatmasını, yeniden biz talihlilerin arasına dönmesini umarız. Dönse yaşamaktan korkacağız, dönmese ölümden.

Savaş ve öldürmenin bile bir ahlâkı vardır. Uygar atalarımız oturup savaş “oyunu”nun şartlarında anlaşmışlardır! Eski kılıçlara bak mesela. Bir toplumun “uygar” mı yoksa “barbar” mı olduğunu kılıçtan anlarsın. Kılıçta yiv-oluk varsa, bunun kurbanın fazla acı çekmemesi için düşünüldüğünü görürsün; uygarlık böyle bir şeydir! “Katilin merhametidir çifte oluk” demiştim, hatırlar mısın? Barbarlar kurbanın kafasını kesseler bile gövdesini sahiplerinin alması için bırakırlardı. Ya biz, ne kadar da asrîyiz!

Artık insan oldu dediğimiz insanın şu Orta Doğu cehennemindeki haline bir bak! Ait olmadıkları bir akılla üretilmiş korkunç silahlarla birbirlerinin bedenlerini iştahla parçalayan, yakan, kurda kuşa yem eden, sahiplerinden bir ölü bedeni esirgeyen düşmanlar, düşmanlıklar. Muhterem olan ölünün bedenini orda burda teşhir eden insanlar. Birer tahteşşuur klozetine dönüşmüş sosyal medyada birbirlerine öldürdüklerini gösteren insanlar. Şunu diyorlar birbirlerine: Bu ölü senin, bak parçaladım ve sana gövdesini bile vermiyorum, yani artık senin değil benim, senin ölüne el koydum!

Sanki kim daha çok vahşileşirse o kazanacak!

Biliyorum, yeni bir vahşet çağı bu. Kimsenin itidal sözcüklerini duyacak hali yok. Şimdilik kimseye artık öldürme diyemiyoruz bile. Ama hiç değilse, şunu istemeye hakkımız var: Herkesin ölüsüne bir mezar, lütfen!

BİR GÜN

Aslında bir sokak olan Selanik Caddesinde yürürken, aramızdaki en uzun arkadaşımız sırtındaki bağlama kılıfını yoklayarak bir yere uğrayacağını, dilersek onunla gidebileceğimizi söyledi. Tamam dedik. Bir iş hanının üst katlarından birindeki küçük bir büroya içeriyi daraltan gövdelerimizle girdik. Küçük masasında derin bir müzik sevgisiyle oturan adam, Yavuz Bingöl’ün eski plakçısıymış. Bingöl’ün hiç sevemediğim sesi milyonlarca satılan kaset ve CD’lerle her yana yayılmış o zaman. Bir de yeni bir albüm çıkarmış, her yerde reklamları dönüyor. İçerisi tutumlu bir buğuyla dolduğunda, “yeni albümü çok kötü” dedi arkadaşım, “Yavuz artık beste yapamıyor.” Masadaki adam yerinden doğrulup çay koymaya giderken “evet” dedi, “Yavuz dolmuşa binmiyor artık, tabii ki iyi beste yapamaz!”

Tüm yazılarını göster