Halkların Köprüsü Derneği Başkanı Cem Terzi: O da insan demek yetmiyor

Bu yıl 2. Alan Kürdi Çalıştayı'nı düzenleyen Halkların Köprüsü Derneği'nin Başkanı Cem Terzi'ye göre "Türkiye sosyal entegrasyona sadece Suriyeliler için ihtiyaç duymuyor." Mültecilere statü tanınmasının önemine işaret eden Terzi şöyle diyor: "İnsan hakları açısından herhangi bir vatandaşla, ülkesini savaş yüzünden bırakıp buraya gelmiş bir mülteci, göçmen, sığınmacı arasında hiçbir fark yoktur."

Abone ol

İZMİR - Mültecilerle ilgili yaptığı çalışmalarla bilinen Halkların Köprüsü Derneği, Mülteci Çalıştayı düzenliyor. İzmir’de Tepekule Kongre Merkezi’nde yarın başlayacak çalıştay 30 Nisan'da sona erecek. Kıyıya vuran cansız bedeninin fotoğrafıyla tüm dünyada mülteci krizinin simgesi haline gelen Alan Kurdi’nin ismi verilen çalıştayın bu yıl ikincisi gerçekleştirilecek. 'Birlikte yaşam kurmak' ve 'vatandaşlık' konularının konuşulacağı çalıştayda, iki gün boyunca konuyla ilgili sunumlar ve tüm katılımcılara açık olan atölye çalışmaları yapılacak.

1. Alan Kürdi Çalıştayı’nın mültecilerin sorunları üzerine odaklandığını belirten Halkların Köprüsü Derneği Başkanı Cem Terzi 2. Alan Kürdi Çalıştayı’nın temasının ise mültecilerin toplumsal uyumu yani ‘birlikte yaşam kurmak’ olduğunu ifade ediyor.

Terzi ile neden böyle bir çalıştaya ihtiyaç duyduklarını, mülteci sorunlarını, Türkiye’deki göç ve iskan politikalarını konuştuk.

Neden bu çalıştay sosyal entegrasyon ve vatandaşlık konusuna odaklanıyor?

6 yıldır Suriyeliler dışında Iraklılarla, Afganlarla ve pek çok başka ülkeden yaklaşık 4 milyon mülteci ile birlikte yaşıyoruz. Ve çok iyi biliyoruz ki Suriyelilerin artık geri dönme olasılıkları yok, artık 'misafir' değiller. Dolayısıyla başta devletin olmak üzere bütün toplumun mültecilerle birlikte yaşamı yeniden kurmak üzere harekete geçmesi lazım. Biz de 2. Alan Kurdi Çalıştayı’nda çeşitli alt başlıklarda 'toplumsal entegrasyon’ konusunu inceleyeceğiz. 2016 Temmuz ayında dernek olarak manifesto niteliğinde bir bildiri yayınladık. Bu bildiride birinci olarak dedik ki 'Suriyeliler dahil tüm yabancılara öncelikle mülteci statüsü verilmeli ve isteyen herkese de vatandaşlık hakkı tanınmalı.' Bizce bunlar, birlikte yaşam için atılması gereken ilk adımlar olmalıydı. Biz dernek olarak baştan beri ülkemize gelen mültecilere 'koşulsuz olarak hoş geldin' demek gerektiğini söylüyoruz. Halkların mültecilerle ilgili etik, ahlaki pozisyonunu koşulsuz konukseverlik olarak tanımlıyoruz. Yani devletin vatandaşlık hakkını ihtiyaç duyduğu  doktor, mühendis gibi meslek sahibi olan mültecilere, yatırım yapacak para sahibi mültecilere değil, asıl ihtiyacı olan milyonlara örneğin  tarım sektöründe mevsimlik işçi olarak çalışan yoksul mültecilere ve isteyen herkese vermesini savunuyoruz. Şunu da unutmamak gerekir: Türkiye’de bu statüsüzlük yüzünden kötü durumda olan sadece Suriyeliler değil onlardan daha kötü durumda olan Afganlar, Iraklılar gibi yabancılar da var. Eğer bir ülke savaştan kaçanlara insani gerekçelerle kapılarını açtığını iddia ediyorsa ki Türkiye pozisyonunu başından beri böyle tanımlıyor, nasıl o gün kapıların, sınırların açılmasını ve insan yaşamlarının kurtarılmasını savunuyorsak bugün de Suriyelilerin bu ulusa giriş ve bu ulusla birlikte yaşam hakkını savunuyoruz. Artık bunun nasıl olacağını ve nasıl hayata geçirileceğine dair düşünmek ve çalışmak zamanı. İşte bu çalıştay bu çabanın bir parçası.

OSMANLI'NIN GÖÇ POLİTİKASI

Çalıştay programı 'Osmanlı ve Türkiye’nin Göç, Nüfus ve İskan tarihi' ile başlıyor. Neden geçmişe bakma ihtiyacı duydunuz?

Bugün karşılaştığımız bu büyük göçü toplumsal olarak nasıl karşılayacağımız ile ilgili dersleri tarihimizden çıkarmaya çalışmak için. İmparatorlukların ve ulus devletlerin göç, nüfus ve iskan politikaları her zaman insan hakları çerçevesinde şekillenmiyor. 19'uncu Yüzyıl ortasından sonraki kitlesel göçler Osmanlı’da ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcında Anadolu’daki Türk Müslüman nüfusunu oluşturmada çok önemli rol oynamıştır. Devlet hem Osmanlı’da hem Cumhuriyet'in kuruluşu aşamasında Anadolu nüfusunun Türk ve Müslümanlaştırılması için göçleri kullanmıştır. Örneğin 1850’den itibaren Kırım ve Kafkasya’dan Tatar ve Çerkezler geliyor. 93 harbi olarak anılan Osmanlı Rus harbinden sonra Rumeli göçmenleri adı verilen Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan’dan Türk Müslüman kökenliler geliyor. 1860-1922 arasında dönem dönem gelen Kırım Tatarlarının sayısı bir milyonu aşıyor. 1859 -1879’da gelen Çerkez nüfusa baktığımızda 2 milyon civarında. Daha sonra devlet anlaşmalarını görüyoruz. Bulgaristan’la 1893-1902 döneminde yapılan anlaşmalarda 80 bine yakın Müslüman ve Yahudi alınıyor Anadolu’ya. Osmanlı özellikle zirai alanda çalışacak insan gücünü bu muhacir akımına toprak ve sermaye vererek değerlendiriyor. Ancak bir süre sonra göçmen sayısı öyle bir noktaya ulaşıyor ki bu gelenlere toprak ve sermaye vermek imkansızlaşıyor.

Erken Cumhuriyet yıllarında büyük mübadele ile karşılaşıyoruz: Yunanistan’la yapılan anlaşma ile 400 bin göçmenin Türkiye’ye gelmesi ve Anadolu’dan da Rumların Yunanistan’a gönderilmesi. Toplamda bakıldığında 19'uncu yüzyıl ortalarından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar Anadolu’ya dışarıdan 5 milyondan fazla Türk Müslüman gelmiş. Peki ya gidenler? En düşük tahminlere göre 2.5 milyon Rum ve Ermeni Anadolu’yu terk etmek zorunda kalmış ve 1 milyonu ölmüş. Nüfus çalışmalarına baktığımızda bir görüşe göre 1913’te Anadolu nüfusu 16 milyon ve 1923’te bu 13 milyona düşüyor. Diğer bir görüşe göre ise Anadolu nüfusu 1912’de 17.5 milyon ve 1922’de 12 milyona düşüyor.  Yani şöyle diyebiliriz; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen 70-80 seneyi kapsayan göç sürecinde toplam ölüm sayısı 4 milyon civarında.

Bu rakamlar bize Cumhuriyet dönemi öncesi Anadolu nüfusunun savaşlar, iç çatışmalar, açlık ve sefalet yüzünden ölenler ve zorunlu göçlerle önemli bir değişime uğradığını gösteriyor. Bu değişimin temel özelliği Türk Müslüman nüfusun hem sayısal, hem oransal artışı olmuş. Savaş ve göçlerde çoğu erkek 2.5 milyon Türk nüfusu ölmesine rağmen bu artış dış göçlerle gelenlerle ve özellikle kırsal kesimde yaşayan Müslüman olmayan nüfusun azalması ile gerçekleşmiş.

TÜRKLEŞTİRME MÜSLÜMANLAŞTIRMA PROJESİ 

1923-1950 döneminde de Cumhuriyet’in kendisine bir ulusal kimlik arayışı ve aynı zamanda kalkınma ve modernleşme projesi çerçevesinde göç politikaları yürüttüğünü görüyoruz. Yani Osmanlının göç politikasıyla, Cumhuriyet döneminin göç politikaları arasında öyle dramatik bir kopuş yok. Temel ilke yani Anadolu’nun Türkleştirilme ve Müslümanlaştırılma projesi Cumhuriyet ile de devam ediyor. Cumhuriyet de sınırları içindeki nüfusu dini açıdan homojenleştirmeye çalışıyor. Aldığı göçmenlere toprak ve para yardımı yapıyor ve kendi sınırları içindeki ayrılıkçı ayaklanmaları engellemek için göçmenleri Anadolu’ya yerleştirmek suretiyle bir takım iskan politikaları uyguluyor. 1923-1950 dönemini böyle anlamamız mümkün. Hatta 1930’daki o meşhur iktisadi programla, dahili asayiş talep ediliyor ve deniyor ki  şimdiye kadar Batı Anadolu’da yoğunlaşan tarım ekonomisini doğu ve güneydoğu Anadolu’ya yaygınlaştırmak lazım çünkü bu bölgelerin toprakları daha verimli ve Türkiye’nin kalkınması için böyle bir ihtiyaç var. Bunun akabinde 1934’te bir iskan kanunu çıktığını görüyoruz ve Kürt Aşiret reisleri batıya doğru iç göçe zorlanıyor. Mesela Dersim isyanında tam olarak kaç kişinin sürüldüğü bilinmiyor ama en düşük tahminlere göre 12 bin kişinin batıya sürüldüğü söyleniyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin göç politikası;  Balkanlardan, Türk soyundan gelen Müslüman göçünü teşvik etmek, Müslüman olmayanları ise bütünüyle dışlamak, Sünni ve Hanefi Müslüman Rumeli muhacirleri tercih ederken, mesela orta Asya, Ortadoğu ya da Afrika’dan gelen Türk ya da Müslümanları vatandaş olarak pek benimsememek.  Kabaca özetlersek Osmanlının göç politikası 2. Abdülhamit’in İslamcı, Türkiye Cumhuriyeti’nin göç politikası da Atatürk’ün laik ve Türk kimliğinin oluşturulmasında önemli bir rol oynuyor.

1950 -1980 arasında ise durum değişiyor. Çok ciddi bir biçimde tarımda modernleşme, kırdan kente göç var. Bu dönem milli burjuvazinin devlet tarafından güçlendirilmesi ama şunu da hatırlayalım; Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, İstanbullu Rum ve Ermenilerin Türkiye’yi terk etmeleri yani gayri Müslim kesimin Anadolu dışına sürülmesi hala devam ediyor.

1980 SONRASI SİYASİ GÖÇ

1960’lardan sonra  yurt dışına göç başlıyor. Almanya ile bir anlaşma yapılıyor ve Türkiye kendi kır nüfusunu azaltmak üzere devlet eliyle ilk işçileri tamamen köylerden seçiyor. 1973’e kadar da bu anlaşma devam ediyor. Bir de hiç konuşmadığımız bir şey var ki 1980’lerden sonraki siyasi göç.  Askeri darbe ve Özal’ın getirdiği neoliberalizm Türkiye’deki hem solcuların hem de siyasi mücadele veren Kürtlerin Avrupa’ya göçmesine neden oluyor. Türkler ilk kez mülteci olmayı keşfediyor. 330 bin kişi göç ediyor ve bu aynı zamanda bir beyin göçü…

90’larda tarihimizde iyi hatırlamamız gereken iki büyük kitlesel göç var. Bunların niteliksel farklarına baktığımızda yine devlet refleksini görmemiz açısından çok önemli. Bir tanesi 1988’deki  Halepçe katliamında Irak’tan  gelen Kürtler. Diğeri de 1989’da Bulgaristan’dan Jivkov’ un asimilasyon politikaları yüzünden Türkiye’ye gelen ve 'soydaş' denilen Bulgar göçü. Kürtlere hiçbir zaman vatandaşlık teklif edilmiyor. Kalıcı olmaları istenmiyor ama Bulgaristan’dan gelenlere hızlıca vatandaşlık verildiği gibi bazılarına ev, iş yeri, toprak gibi imkanlar sağlanıyor. Buradan da görüyoruz ki devletin refleksi Jivkov’un mezaliminden kaçan Türk soydaşlarını mağdur olarak görmek ama Saddam’ın kimyasal bombalarından kaçan Iraklı Kürtlere aynı sempatiyi göstermemek. Oysaki oradan gelen Kürtler de burada ki Kürtlerin akrabası, soydaşı. Bunu da göç ve iskan politikalarını anlamamız için bir yere not etmemiz lazım.

2000’lere doğru gelirken Türkiye göçmenler açısından bir transit ülke konumuna geliyor. Öte yandan da neoliberal kapitalist ekonomik dönüşüm Türkiyeli emekçi sınıfına uyguladığı baskıların yanı sıra dışarıdan emek gücü almayı da teşvik ediyor. Türkiye’de Suriyelilerden önce gelen 1 milyon kayıt dışı yabancı işçi olduğu tahmin ediliyor. Özetle Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfus ve iskan politikası pek çok ulus devletinkine benzer olarak ulus inşasında kullandığı etkin bir araç. Yani temel insan hakları çerçevesini göremiyoruz. Ve kendi iç sorunlarından kaynaklanan güvenlik kaygıları da politikalarında çok belirleyici oluyor ki bunu Kürt meselelerinde anlıyoruz. Bu yaklaşımı aslında Osmanlı’dan miras alıyor ve olduğu gibi de devam ettiriyor.

İşte bu gerçekler nedeniyle göç, nüfus ve iskan meselesini tarihi açıdan değerlendirmek çok önemli.

'TÜRKİYE EN ÇOK MÜLTECİ BARINDIRAN ÜLKE'

Entegrasyon meselesi mülteciler açısından baktığımızda nasıl görünüyor ya da ne gibi sorunlara yol açıyor?

Şu anda Türkiye dünyadaki en büyük sayıda mülteci içeren ülke. 3.5 milyon Suriyeli ve onun dışındakilerle yaklaşık 4 milyon mülteciyi barındıran bir ülke. Ve Türkiye bu göçü yasal alt yapısını oluşturamadan, entegrasyon politikaları oluşturamadan çok hızlı bir şekilde almak zorunda kaldı. Şu anda 4 milyon mülteci ile birlikte yaşama gerçeğiyle karşı karşıya. Bunun için bir entegrasyon gerekiyor,  bir toplumsal uyum gerekiyor, sistematik  bir program gerekiyor, hukuki düzenlemeler gerekiyor. Ancak bunları  yapmaya dair hiçbir ciddi refleks  görmüyoruz. Bu eksiklik Suriyeliler acısından çok büyük sorunlara yol açıyor.  Bir milyona yakın emek piyasasında işçi olarak çalışan ya da iş arayan Suriyeli var ve bunların sadece  on bini sigortalı. Geri kalanın hepsi neredeyse köle koşullarında, informel  sektörde çeşitli sömürülere maruz kalarak çalışıyor; beş senedir emeklilik hakkı yok, sigortası yok hiçbir şeyi yok… Çocuklar okula gidemiyor. Dört yüz bin çocuğun okula gidemediğini biliyoruz. Kadın meselesi başlı başına devasa sorunlar barındırıyor. Kadınlar  çok özel bir grup. Çok büyük ihtiyaçları var.  Savaşta eşini, akrabasını  yitirmiş, çocuklarına bakmak  zorunda kalmış binlerce yalnız kadın var. Dil bilmiyor, iş bulamıyorlar. Burada ikinci evliliğe,  üçünce evliliğe, kuma olmaya zorlanıyor ya da fuhuş sektörünün eline düşüyorlar. Barınma sorunları  var.

Bu insanlar nerede yaşıyorlar?

Dört milyon insanın sadece yüzde onunu kamplara yerleştirmişiz. İstanbul’da yedi yüz bin, İzmir’de dört yüz bin mülteci olduğu söyleniyor, bunlar hangi evlerde yaşıyorlar? Yıkılmak üzere olan, terk edilmiş  ya da  metruk yerler.  Tarım sektöründekiler derme çatma çadırlarda yaşıyor. Mülteciler için çok büyük bir barınma problemi var. Sağlık, biraz daha hızlı ve görece iyi yanıt verilen bir alan ama erişimde kayıt sistemi ve dil başta olmak üzere pek çok sorun var. 6 yıl geçmesine rağmen pek çok kayıtsız mülteci var ve kayıt olmadan sağlık da dahil olmak üzere hizmet alamıyorlar. Hala  aşısız çocuklar var, bebekler var.

'HER SINIFIN BEKLENTİLERİ FARKLI'

Beş, altı  sene  içinde kendi  nüfusunuzun yüzde beşi kadar yeni bir  nüfus daha almışsınız. Avrupa’nın pek çok ülkesinin nüfusu kadar yeni bir nüfus kendi ülkenizde yaşamaya başlamış, koca bir ülke gelmiş gibi düşünün, her sınıftan insan geliyor. Orta sınıf, alt sınıf, üst sınıf; her birinin beklentileri, ihtiyaçları farklı ve zannetmeyin ki Suriye halkı homojen bir topluluktu. Suriye’deki etnik, dini ve mezhep çeşitliliğine bakınca Türkiye’den çok daha fazla farklılığı içinde barındırdığını görüyoruz. Biz onların hepsine Suriyeliler diyoruz oysa onlarca farklı dini, etnik ve mezhepsel gruplar var ve her birinin de bu anlamdaki kültürel ihtiyaçları farklı.

Türkiye mülteci meselesini sadece sayının büyüklüğü üzerinden yaşamıyor kendi toplumsal, siyasal fay hatları üzerinden de bu sorunla ilgili çok ciddi sıkıntılar yaşamaya başladı. Türkiye  son yıllarda giderek kutuplaşan bir ülke. Sadece üçüncü köprünün isminin Yavuz Sultan Selim  konması üzerinden Alevilerin nasıl huzursuz olduğunu, duydukları  korkuların nasıl depreştiğini hatırlayın. Kürt meselesinde 80 yıldır devam eden çatışmalı bir süreç, yakın zamanda denenen bir barış çözüm süreci ve sonra her şeyin berbat olması, yeniden çatışmalı döneme dönülmesi ve şu anda toplumdaki  büyük bir belirsizlik ve endişe.  Bu atmosferde yepyeni bir  üç buçuk milyonluk neredeyse küçük  bir ülke nüfusuyla karşı karşıyayız. Bir yandan göç politikanızı, nüfus ve iskan politikanızı, yirmi birinci yüzyılın temel insan hakları ve demokrasi değerlerine uygun olarak geliştirmeniz lazım. Artık Osmanlı'nın geç dönemi ya da Cumhuriyet'in kuruluşundaki ulus politikasındaki inşa etme, Anadolu’yu Türk ve Müslüman hale getirme reflekslerinin geçerli olmadığı, yapılmaya çalışılsa bile işe yaramayacağı gibi, başka sorunlar da yaratacağı bir yüzyıldasınız.

Öte yandan da kendi içinizde kutuplaştığınız, birtakım temel toplumsal süreçleri barış içinde halledemediğiniz tam tersi sıkıntıların arttığı bir dönemdesiniz. Dolayısıyla mülteci meselesinin çok ciddiye alınması gerekiyor, alınmadığı takdirde çok daha büyük sorunlarla karşılaşılacak. İşte bu yüzden bu çalıştay  birlikte yaşamaya odaklanmak istiyor, artık bu 'misafir' söylemini bırakalım, gerçekle yüzleşelim ve biz nasıl yapacağız, nasıl kuracağız bu birlikte yaşamı  bunu konuşalım istiyoruz. Ve bunun için mutlaka atılması gereken adımlar nelerdir onları saptayacağız bir yol haritası çıkartacağız.

VATANDAŞLIĞA KARŞI ÇIKANLARA SORULACAK SORU

Sosyal entegrasyonun vatandaşlık hakkı ile nasıl bir ilişkisi var?

Mülteciler ve göçmenler açısından göç alan ülkelere baktığımızda vatandaşlık sosyal entegrasyonun temel parçalarından biri. İster ekonomik göç nedeniyle gelen göçmenler ister savaşlar yüzünden gelen mülteciler, geldikleri o ülkede bir süre sonra kalıcı hale geliyorlar ve kendileri vatandaşlık haklarını almak istiyorlar ya da o ülke mültecileri/göçmenleri vatandaşı yaparak kendi toplumuna entegre etmek istiyor. Bu nedenle toplumsal uyum ya da sosyal entegrasyonun bir parçası olarak vatandaşlık hakkı tanımak aslında doğal bir süreç. Bizde ise asla olmaması gereken bir şey gibi speküle edilip duruyor. Vatandaşlık hakkına itiraz edenlere şunu sormak lazım: Yaklaşık üç milyon Türkiyeli Almanya’da yaşıyor. Almanya bu insanlara vatandaşlık hakkı tanımak zorunda kalmadı mı? Almanya’da yaşayan Türkiyeliler vatandaşlık hakkı almak için mücadele etmedi mi? Kendi insanlarımız için hak gördüğümüz ve olumlu bulduğumuz bir şeyi Suriyeliler için neden istemiyoruz? Empatiyi Suriyeliler üzerinden kurmuyor Türkiyeliler. Almanya’daki Türkler çifte vatandaşlığın tüm imtiyazlarını, avantajlarını kullanabiliyor. Diğer Avrupa ülkelerindeki Türkler de parlamentoya girmekten tutun diğer demokratik haklarını yasalar karşısında eşit olmaktan doğan bütün haklarını kullanabiliyorlar. Bu Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler için bir hak ve iyi bir gelişme iken niye altı yıldır Türkiye’de yaşayan Suriyeliler için bir hak olmasın?

Peki, vatandaşlık hakkı verilmesi sorunu çözer mi sizce?

Aslında vatandaşlık hakkı verilmesi, sorunu tamamen çözen bir şey değil ama bir statü olarak ve sosyal entegrasyonun temel parçalarından biri olarak  planlanması lazım. Bu yetmeyeceği için devletin vatandaşlığa çok yakın başka yeni statüler oluşturması da lazım. O zaman bu insanların sosyal entegrasyonundan bahsedebiliriz. Şunu hiç unutmayalım vatandaşlık meselesi önemli ama vatandaşlıktan önce insan olmaktan doğan haklar var. 1789 Bildirgesi’ne baktığımızda vatandaşlık hakları diye başlamaz; "İnsan ve vatandaş hakları" diye başlar. Çünkü devleti insan kurdu. Devletten önce insan ve insan hakları vardı. Bakış açısı böyle olursa mülteci meselesine insan hakları perspektifi ile bakılabilir. Vatandaşlık hakkından önce mülteci statüsünün sağlanması gerekir. Türkiye, yıllardır Avrupa dışından gelen sığınmacılara hukuki mülteci statüsü vermeyi reddederek, onları sahip olmaları gereken haklardan mahrum etmekte ve sadece kayıtlı sığınmacı statüsünde tutmaktadır. 1951’de Cenevre Sözleşmesi imzalamasına ve 1964’te Resmi Gazete'de yayımlamasına rağmen anlaşmaya coğrafi sınırlama şartı koyarak, Avrupa dışından mülteci kabul etmemeyi bir diplomatik koz olarak yıllardır kullanmıştır. Türkiye AB’ye tam kabul edildiği taktirde coğrafi sınırlamayı kaldıracağını belirtmiştir. Oysa bugün bu diplomasinin iflas ettiği 4 milyon mülteci ve oldukça olumsuz olan AB-Türkiye ilişkileri ile ortadadır. Mültecilerle ilgili 1951 Cenevre Sözleşmesi tam olarak uygulanmalıdır; mülteciler için uygulanan coğrafi kısıtlamayı kaldırmalıdır. Böylece vatandaşlığa geçmeyen/ geçemeyen birçok mültecinin durumu da düzelebilir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına genel olarak geçişi kolaylaştıran bir adım atılmak zorunda. Türkiye vatandaşlığına geçiş diğer pek çok ülkeye göre daha zor bir süreç. Bu bütün mültecilerin yararlanacağı biçimde yeniden düzenlenmeli.

MÜLTECİ MESELESİ VE YENİ ANAYASA

Öte yandan Türkiye sosyal entegrasyona sadece Suriyeliler için ihtiyaç duymuyor. Bütün toplumun sosyal entegrasyona ihtiyacı var. Türkiye’de eşit vatandaşlık meselesinin en önemli sorunu Anayasa aracılığıyla herkese Türk kimliğinin dayatılması. Oysa Türkiye’de yaşayan herkes Türk değil. Herkes Türkiyeli. Biz eşit vatandaşlık meselesine insan hakları ve demokrasi açısından baktığımızda en az Suriyeliler kadar bizim de sosyal entegrasyona ihtiyacımız olduğunu görüyoruz. İnsan haklarını esas alan demokratik bir anayasa değişikliği… Bakın nasıl bütün sorunlar birleşti? Suriyeli mülteci meselesi ile Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacı nasıl aynı anda, aynı masanın üzerine çıkıverdi. İnsan hakları açısından herhangi bir vatandaşla, ülkesini savaş yüzünden bırakıp buraya gelmiş bir mülteci, göçmen, sığınmacı arasında hiçbir fark yoktur. O da insan, o da çocuk, o da kadın. Ama onlara statü vermeden 'o da insan' demenin bir anlamı yok. İnsan ise bir evi olacak, bir işi olacak, çocuk ise okula gidecek, hasta ise tedavi olacak… Bunlar ancak statü ile olur. Statü sağlamanın tek yolu vatandaşlık değil, ona eşit haklar içeren oturma iznini, siyasal hakları kapsayan başka statüler de var. Ama önce Türkiye’deki 4 milyon mülteci insanı vatandaşlıkta eşit statüde nasıl içeririz diye düşünmemiz, çalışmamız gerekiyor. Onları hem kendi ülkelerine, kültürlerine yabancılaştırmadan, özlemlerini, belki de dönüş isteklerini yok etmeden, ama aynı zamanda insanlık dışı bir muameleye maruz bırakmadan konumlandırabileceğimiz düzenlemeleri nasıl yapacağız? Bunun için aslında anayasanın eşit vatandaşlık üzerinden yeniden kurgulanması gerekiyor.

Başka ülkelerde sosyal entegrasyon için olumlu modeller var mı?

Sosyal entegrasyona baktığımızda dünyada birkaç temel model var. Bunlardan birisi Fransa’da kendini gösteren asimilasyoncu model. Bu, vatandaşın her türlü farklılığına gözünü kapayan bir model. İkinci yaklaşım ise son yıllarda Almanya’da gözlenen çok kültürcülük olarak bilinen model. Diğeri ile karşılaştırıldığında göçmenler açısından daha uygun olduğu düşünülen bir model. Bu da şöyle 'Ben senin farklı kültürden olduğunu kabul ediyorum. Bunu o kadar çok kabul ediyorum ki biz hiçbir zaman gerçek bir kaynaşma gösteremeyiz' Fransa’nın asimilasyoncu modeline göre Almanya’nın sonradan geliştirdiği bu model daha olumlu ama birlikte yaşam kurmayı bu modelde de görmüyoruz.

2000’li yıllardan sonra Belçika, Lüksemburg, İsveç, Finlandiya ve Portekiz gibi çeşitli ülkeler de vatandaşlık yasalarını daha özgürlükçü hale getirdiler: Kan bağı yerine o ülkede doğmanın vatandaşlık için yeterli olması ya da vatandaşlığa kabul etmedeki ikamet ve diğer zorunlulukların yumuşatılması, başvuranlara çifte vatandaşlık hakkı gibi. İtalya ve İspanya’yı da bu trenddeki ülkelerden sayabiliriz.

Son olarak önerileriniz nelerdir?

Bizim hem bu modellere bakıp hem de kendi geçmişimizdeki olumsuzluklara bakıp karşısındakini asimile etmeyi düşünmeden, onun kültürüne kimliğine saygı göstererek, eşit vatandaşlık üzerinden toplumsal kaynaşmayı sağlamayı hedeflememiz lazım. Türkiye tüm bunları da değerlendirerek yeni ve özgün bir sosyal entegrasyon modeli geliştirmek zorunda:

Güvenli bir ikamet statüsü

Eğitim olanaklarından eşit biçimde yararlanma

Emek piyasasında eşit biçimde yer alabilme

Sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine eşit  biçimde ulaşabilme

Geleneksel kültürlerin  korunabilmesi

Yabancı düşmanlığından arınmış bir ortamda yaşama olanağının sağlanması

Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşamına katılabilme olanağının sağlanması

Bu ilkeler altında konuşmaya başlayabiliriz. Her fikre ve açık tartışma ortamlarına ihtiyacımız var. Biz bir yerden başlıyoruz bu çalıştay ile...