Gölge etme başka ihsan istemem!

Amiyane tabirle ‘rol çalma’ durumu, sinemanın çok erken zamanlarından beri var olsa da, bu farklılıklar yakın zamandaki filmlerde daha göze çarpar hale geldi. Bu durumdan dolayı örnek verdiğimiz filmler büyük ölçüde, çok eski olmayan (1990’lardan 2015’lere kadar…) yapımlardan oluşuyor. Son olarak listemizdeki filmlerin başrol oyuncularının da başarılı performanslar çizdiğini ekleyelim…

Abone ol

DUVAR - Özellikle büyük bütçeye sahip birçok filmde, başrolde, seyirciyi sinema salonuna çekebilecek yıldız oyuncu (veya oyuncular) yer alır. Dolayısıyla filmin başrolünü çok ünlü bir oyuncuya emanet etmek sadece onun oyun gücü ve role uygun olmasıyla bağlantılı değildir, aynı zamanda bu tercih ticari kaygılar da taşır…

Fakat bazen film, belli ölçülerde yıldız oyuncuya göre dizayn edilmiş olsa da, yan rollerden biri öyle bir performans ortaya koyar ki, hem kariyeri inanılmaz yükselişe geçer, hem ister istemez başroldeki ünlü oyuncunun performansını ikinci plana atar. Bu durum bu karakter oyuncusunun doğru projede doğru rolü bulması veya oyuncunun zaten içinde var olan oyunculuk gücünün olgunlaşıp ses getiren bir projede ortaya çıkması gibi değişik şekillerde yorumlanabilir.

Bahsettiğimiz, amiyane tabirle ‘rol çalma’ durumu, sinemanın çok erken zamanlarından beri var olsa da, bu farklılıklar yakın zamandaki filmlerde daha göze çarpar hale geldi. Bu durumdan dolayı örnek verdiğimiz filmler büyük ölçüde, çok eski olmayan (1990’lardan 2015’lere kadar…) yapımlardan oluşuyor.

Son olarak listemizdeki filmlerin başrol oyuncularının da başarılı performanslar çizdiğini ve asla oyunculuk güçlerinin yetersiz olmadığını da ekleyelim…

THE PINK PANTHER/PEMBE PANTER (1963)

Asıl hedef aldığımız yılların gerisinde de kalsa, aklımıza ilk gelen filmlerden biri Blake Edwards’ın ‘Pembe Panter’ filmidir. Edwards’ın bu klasik komedi filminin ilk bölümünde başrol, İngiliz oyuncu David Niven’a aitti. O dönem İngiltere dışında pek ünlü olmayan Peter Sellers, sonrasında seriye ismini veren Müfettiş Clouseau adlı bir yan karakteri canlandırıyordu. Film gösterildikten sonra büyük bir ticari başarı kazandı ancak asıl ilginç olan Sellers’ın bu şapşal polis rolündeki inanılmaz performansıydı. Oyunculuk gücüyle, başroldeki David Niven’ı unutturan Sellers böylece hem dünyaca ünlü bir yıldıza dönüştü hem de filmin devam bölümlerinde başrolü aldı. Filmin daha sonra birçok devamı çekildi ve hepsinde bir Blake Edwards-Peter Sellers ortaklığı imzası vardı.

BASIC INSTINCT/TEMEL İÇGÜDÜ (1992)

Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven’nın bu ünlü filmi, zamanında Cannes Film Festivali’nde bomba etkisi yarattı ve sonrasında ünü bütün dünyaya yayıldı. Seks ve iktidar gibi fetiş temalarını bu cüretkar filmiyle tekrar ele alan Verhoeven, filminin başrolünü ünlü oyuncu Michael Douglas’a teslim etmişti. Filmin kadın başrolü için o dönemin birçok ünlü oyuncusunun (Kim Basinger, Michelle Pfeiffer…) ismi geçti ve sonuçta rol daha önce birkaç ufak rolde oynamış ancak hiçbir şekilde bir yıldız olmayan Sharon Stone’a gitti. O zamana kadar biraz gölgede kalmış Sharon Stone bu şansı son derece iyi kullandı ve bir anda uluslararası bir yıldız mertebesine yükseldi. Stone’nun çizdiği Catherine Tramell karakteri bir ikon haline geldi ve sinemaseverlerin aklında Douglas’ın çizdiği portreden çok daha derin bir iz bıraktı.

TRUE ROMANCE/ÇILGIN ROMANTİK (1993)

O dönem genç bir yönetmen olan Quentin Tarantino’ya ait bu senaryoyu Tony Scott filme aldı. Kazara çaldıkları yüklü miktarda kokain yüzünden peşlerinde azılı bir mafya çetesini bulan genç bir çiftin hikayesini anlatan bu film, etkileyici bir oyuncu kadrosu barındırıyordu. Filmin başrollerinde Christian Slater ve Patricia Arquette vardı ancak birçok ünlü oyuncu da (Dennis Hopper, Gary Oldman, Brad Pitt, Christopher Walken, Val Kilmer…) ufak rollerde boy gösteriyorlardı. Filmi izledikten sonra aklımızda kalan ilk sahnelerden biri kuşkusuz Mafya babasını oynayan Christopher Walken (sadece bir sahnede görünüyordu!) ile emekli polis rolünde Dennis Hopper’ın arasında geçen, tarih üzerine başlayıp Sicilyalıların köküne kadar uzanan, enfes bir mizah taşıyan sekansıydı. Bu iki büyük oyuncu sadece bu sekansla bile neredeyse filmin bütün oyuncularının (belki Gary Oldman’ı ayrı tutabiliriz!) önüne geçiyorlardı.

WHAT'S EATING GILBERT GRAPE?/GILBERT'IN HAYALLERİ (1993)

Lasse Hallström’ün yönettiği bu film, bir Amerikan taşrasında, ailesine bakmakla yükümlü olan Gilbert’ın sıkıcı yaşamının, kasabaya yeni bir kızın gelmesiyle değişmesini anlatıyordu. Filmde Gilbert’ın ailesi problemli bir aileydi. Baba ölmüştü, anne inanılmaz kilo almıştı, kız kardeşlerinden biri sürekli Gilbert’la takışıyordu ve küçük kardeş Arnie ise zeka engelliydi. Filmin yıldızı tabii ki Johnny Depp’ti ve dozunda, başarılı bir oyunculuk sergiliyordu ama kuşkusuz filmin en unutulmaz performansı, o dönem 19 yaşında olan, zeka engelli Arnie’ya hayat veren Leonardo DiCaprio’dan geliyordu. Kolayca karikatüre kayabilecek bu rolü DiCaprio büyük bir incelikle oynuyor ve Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ilk Oscar adaylığını kazanıyordu.

LEON (1994)

Luc Besson’nun bu önemli filmi, zaten Fransa sinemasında önemli yer edinmiş yönetmenin uluslararası sulara iyice açılmasını sağlayan bir yapımdı. Çocuk ruhlu ama işinde son derece soğukkanlı bir kiralık katille, biraz başıboş bırakılmış 13 yaşında bir kızın dostluğuna anlatan bu film, bizce son derece etkileyici, sert ve sürükleyici bir dile sahipti. Film kuşkusuz Jean Reno’ya kariyerinin en önemli rollerinden birini veriyor ve o dönem çocuk yaştaki Natalie Portman’nın sinema kariyerini başlatıyordu. Ancak bizce filmin en önemli performansı filmin acımasız kötü adamını oynayan Gary Oldman’dan geliyordu. Hap bağımlısı, sadist, sürekli salaş bir kıyafetle dolaşan, Stansfield adlı bir polisi oynayan Oldman seyirciye filmde dalgalanan tehlike havasını iliklerine kadar hissettiriyordu. Kuşkusuz Oldman kötü adamları oynama konusunda neredeyse doktora sahibiydi ve bazı seyirciler tarafından buradaki performansını biraz abartılı bulundu. Yine de bizce  Oldman bu karaktere belli bir mizah katıyor ve filmin başarısına ciddi bir katkıda bulunuyordu. Filmin finalindeki Leon-Stansfield karşılaşması herhalde kolay kolay unutulacak bir sekans değildi.

PRIMAL FEAR/İLK KORKU (1996)

Tanınmış bir psikoposun vahşice öldürülmesi ve baş şüphelinin yakalanmasıyla başlayan bu mahkeme filmin başrolünde Richard Gere oynuyordu. Film belli bir tempo ve akıcı bir sinema diline rağmen türünün en önemli örnekleri arasında kabul görmedi. Filmde oyunculuk açısından aslan payı doğal olarak Avukat Martin’i oynayan Richard Gere’e verilmişti ancak cinayetin baş şüphelisi Aaron’u oynayan Edward Norton, baş döndürücü bir performansla neredeyse filmdeki her şeyi gölgede bırakmıştı. Oyuncunun o dönemdeki ilk önemli rolüydü ve çoklu kişilik bozukluğu yaşayan bu karakteri büyük bir ustalıkla oynadı. Filmdeki performansı ile Norton, Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ına aday oldu ve kariyeri inanılmaz yükselişe geçti. Richard Gere ise fena olmasa da kolayca unutulabilir bir oyunculuk sergilemiştir.

MY BEST FRIEND'S WEDDING/EN İYİ ARKADAŞIM EVLENİYOR (1997)

Julia Roberts’ın başrolünde oynadığı bu başarılı romantik komedi, eskiden beri gizli bir aşk duyduğu en iyi arkadaşının evleneceğini öğrenen ve bu evliliği engellemek için her yolu deneyen bir yemek eleştirmenin hikayesini anlatır. Filmin oldukça eğlenceli bir konusu vardır ve başarılı oyunculuk performansları izleriz. Ancak film bittikten sonra aklımızda kalan en çarpıcı performans ne Julia Roberts’ın, ne Cameron Diaz’ın ne de Dermot Mulroney’in oyunculuğudur. Yan rolde olmasına rağmen, göründüğü her sahnede filmi adeta şaha kaldıran Rupert Everett’in performansı gerçekten görmelere sezadır. Roberts’ın eşcinsel editörü George’u oynayan Everett müthiş bir oyunculuk sergiler ve filmden sonra aklımıza kazınacak ilk isim olmuştur. (Filmi test gösteriminde izleyen seyirciler Everett karakterini o kadar beğenmişler ki yapımcılar, sonrasında oyuncunun rolünün biraz daha uzamasına karar vermişler!)

GIRL, INTERRUPTED/AKLIM KARIŞTI (1999)

Aklım Karıştı, Susanne Kaysen adında genç bir kadının bunalıma girip, 18 ay boyunca akıl hastanesinde yatma sürecini anlatır. Bir otobiyografiden uyarlanan bu film, bir gencin yaşadığı aile baskısı, toplumdan dışlanması, hayatta yönünü bulamama gibi sorunlarla boğuşarak daha da gömülmesine ve bir çıkış yolu arama sürecine eğilir. Filmin başrol oyuncusu ve yapımcılarından biri olan Winona Ryder her ne kadar başrolde göz doldurucu bir performans sergilese de filmin asıl yıldızı onun en yakın arkadaşı Lisa’yı oynayan Angelina Jolie olur. Dengesiz karakterinin her yönünü inanılmaz bir şekilde gösteren Jolie adeta antolojik bir oyunculuk sergiler ve bizce sonuna kadar hak edilmiş Oscar ödülünü kucaklar. Sonrasında doğal olarak onun kariyeri de çok ciddi bir tırmanışa geçecektir.

TROY/TRUVA (2004)

Homeros’un epik kitabından uyarlanan Truva görkemli, büyük bütçeli ve iddialı bir tarihi filmdir. Etkileyici savaş sekansları sunan yapım, tabii ki olayın merkezine Achilleus’i oynayan Brad Pitt’i koyar. Pitt hem karizmasıyla, hem de (sıkı bir eğitimden geçtiği belli olan) beden diliyle filmin lokomotif pozisyonunu başarılı bir şekilde doldurur. Ancak bizce filmin en iyi oyuncusu çok daha insancıl (ki kendisi yarı Tanrı olmadığı için bu normal!), çok daha inandırıcı ve çok daha derin bir kompozisyon çizen, Hector’u oynayan Eric Bana’dır. Pitt’in hayranları doğal olarak yıldız oyuncuyu bu rolde izlemekten keyif almışlardır ancak bizce filme asıl damga vuran Bana’nın performansı olmuştur.

BRIDGE OF SPIES CASUSLAR KÖPRÜSÜ (2015)

Steven Spielberg’in Soğuk Savaş zamanında geçen bu dram/politik gerilimi, yönetmeni oyuncu Tom Hanks’le bir kez daha bir araya getiren ilginç bir filmdi. Sovyetler Birliği ajanı olmakla suçlanan bir adamın kendisini Sovyetlerin elindeki Amerikan pilotlarına karşılık bir takasın ortasında bulmasını anlatan film, bir anlamda bütün dünyaya Mark Rylance'ı tanıttı. Usta bir tiyatro oyuncusu olan ancak başka ülkelerde çok tanınmayan Rylance o kadar dozunda ve gerçekçi bir kompozisyon çiziyordu ki filmdeki performansıyla Oscar kazanması ve filmin asıl yıldızı Tom Hanks’i pek hatırlamamamız neredeyse kaçınılmazdı.

THE REVENANT/DİRİLİŞ (2015)

Meksikalı yönetmen Alejandro G. Inarritu’nun yönettiği ‘The Revenant’ çok etkileyici görüntüler eşliğinde önce bir grup insanın hayatta kalma mücadelesini sonra da acımasız bir intikam hikayesini anlatıyordu. Film en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu dahil bir çok dalda Oscar ödülü kazandı. Kuşkusuz birçok defa aday olduktan sonra beklediği Oscar’ı alan Leonardo DiCaprio’nun performansı takdire şayandı ama filmde en az onun kadar iyi oynayan bir Tom Hardy vardı. DiCaprio’nun can düşmanını canlandıran Hardy bu kaba saba, duygusuz, acımasız ve paragöz post avcısını kusursuz oynuyordu. Hardy, John Fitzgerald rolünde sadece kötü bir adamı değil aynı zamanda ilkel bir adamı da oynuyordu.