Geleceğin hikayesinde ne olsun?

Amcamın emekli olduğu bir diğeri de Körfez sularını alüminyum ve arsenikle köpürtüyordu. Karşılığında bize sabun, deodorant, deterjan yapıyordu amcamın fabrikası ve kötü kokmuyorduk.

Abone ol

Sengül Kılınç*

“bireysel ve kolektif düzeyde kaçınma, baş etme, teslim olmalarımızın, tutarsızlıklarımızın, temayüllerimizin belirleyicilerini anlamaya girişmek ve bu anlamadan gelen ölçülü sorumluluğu üstlenmenin kendisi, yazmak zorunda olduğumuz politik ekoloji hikayesinin kelimelerini de içeriyor”

Bu yazı sanayi şehri Kocaeli’nde bir öfke ile oluşmaya başladı. Yazıldığı süre boyunca “örgütsüz muhalefetin” hikâye ihtiyacına dair üst üste yığılan tespit duraklarından geçti ve “geleceğin hikayesinde ne olsun?” sorusuna eklemlenmeyi seçti.

Başlangıç öfkesine, Hereke’deki aile evine yapılan ziyaret sırasında evlere yakın zamanda girdiğini öğrendiğim bir “şey” neden oldu: yakınlardaki çimento fabrikasının ve ona ait limanın herhangi bir yerinden gelen mekanik bir ses. Alıntıdan dinlenilebilenin bir benzeri olarak, ancak daha yavaş ritimde ve düşük frekanslı şekilde ses gün boyu sizinle.[1] Düşük frekanslı olduğu için de en çok sessizliğe ihtiyacınızın olduğu anlarda öne çıkıyor.

Çimento fabrikası ise ölçek ekonomisi ve “beton, millet, sakarya”[2] ethosuna kan taşıyan aortlardan biri. Sanayi bölgesindeki diğer kardeşleri ile birlikte çimento, asfalt, deterjan, diş macunu, ilaç, dezenfektan gibi bilumum ihtiyacımızın karşılanmaya devam edileceğinin güvencesini veriyor. Elbette bu güven duygusunun karşılığında bölge halkı olarak sizin de birkaç ufak şeyi normalleştirmeniz, fabrikaların tahribatlarına karşı öfkenizi uyuşturmuş olmanız bekleniyor. İktidar yapılarıyla ters düşmenin riskleri ile yüzleşmemek ve gündelik yaşamdaki konfor alanlarınızdan feragat etmemek için öfkenizle bireysel düzlemde baş etmeyi ne yapıp edip öğrenmiş olmanız şart. Öfke, pencereleri açtığınızda gelen ağır kokudan, çimento tozundan; hanelerde görülen yüksek kanser oranlarından, üzerinden güneşin batışını izlediğiniz yeşil dağın taş ocağına dönüşmesinden, Körfez’de kıyıya vuran yunuslardan geçip içinizde birikiyor. Fakat neyse ki bu birikimle baş etmenin yollarını bir biçimde buluyorsunuz.

Estés, öfkelerin dizginlenişine ilişkin şu örneği verir [3]:

“Ben çocukken Michigan Gölü'nün Chicago Havzası'nda bir petrol tankeri battı. Anneler bir gün sonra kıyıda, genellikle tahta döşemelerini ovmak için gösterdikleri gayretin aynısıyla, petrol topaklarına bulanmış olan küçük çocuklarını ovdular… çoğu kişi sarsıcı olaylar karşısında müdahale edemez halde olmaya alışmıştır. Sessizliği bozmanın, yanlışlara işaret etmenin, değişiklik talep etmenin korkunç cezaları vardır.”

Biz de koku geldiğinde camları kapar, sesin daha az duyulduğu odalarda uyurduk ve bu en ölümcül fabrikaların yerleşim alanları içinde konuşlandırılmış olmasına kendimizi bir şekilde ikna ederdik. Bizdeki ikna kabiliyetine sahip pek çok başka halk da vardı. Bilirdik. Mesela Çin’de bizim gibi başkaları da ikna edilmeyi öyle iyi başarmış görünüyorlardı ki ufak bir araştırma ile kirliliğin yüksek olduğu günlerde yapılabilecek ve yapılmayacakların serinkanlılıkla listelendiği sitelerle [4], kirli havadan üretilmiş protest sanat eserleriyle [5] karşılaşabiliyordunuz. Bunlar insanın baş etme kapasitesinin varabileceği son derece geniş ürkütücü sınırlar ve biz bu seviyenin neresindeyiz bilmiyorum.

Ses’e öfkelenirken annem “babamın fabrikasına söylenme” dedi şakayla. Dedem de bölgedeki pek çok kişi gibi koku, toz, ses çıkaran fabrikadan emekliydi ve güzel çimentolarımızı yapanlardan biriydi. Amcamın emekli olduğu bir diğeri de Körfez sularını alüminyum ve arsenikle köpürtüyordu.[6] Karşılığında bize sabun, deodorant, deterjan yapıyordu amcamın fabrikası ve kötü kokmuyorduk. Kimya, beton, ilaç sektöründe akademi dahil ne kadar iş kolu varsa akrabalarım parçasıydı. Annemin sözü çizgiyi nereden çizmek gerektiğini bilememenin doğrudan bir dışa vurumuydu. Dahlimiz vardı.

Peki buraya nasıl gelmiştik? Kocaeli, Osmanlı’nın son çeyreğinde dokuma; Cumhuriyetin devletçi “kalkınma” planlarının bir parçası olarak kâğıt, selüloz; 1960-80 arasındaki planlı kalkınma döneminde boya, petrokimya ve ilaç fabrikalarıyla her geçen gün onurlandırılmıştı. 24 Ocak kararları, sanayinin daha organize yürütülmesini gerektiriyordu ve Gebze, Dilovası, Körfez hattında organize sanayi bölgeleri, fabrikalar etrafımızda birer birer çiçek açıyordu. Nihayet kentsel dönüşüm, “inşaat şehveti”[7], Toki şöleni bölgedeki çimento fabrikalarının kapasitelerini durmaksızın arttırmaları demekti. Buna karşın fabrikalar ile asla sadece yukarıdaki “mağduriyet” pozisyonundan ilişki kurmuş değildik. Nagehan Tokdoğan, ekonomi alanına mahsus kavramların “rasyonalite ile açıklanamayacak kadar duygu yüklü” olduğundan bahseder:[8]

Ekonomik etkinliği tam olarak anlamanın yolu ise, şimdiye ve geleceğe yönelik duyguların da hesaba katılmasıdır. Zira çıkar dediğimiz şey aslında bir kişi ya da grubun haz, zenginlik, ün, statü ya da gücünü geliştirmek yönündeki isteğine dayanır.

Bizim için de hikâyenin gelişimi kabaca şöyle olmuştu: Hangi parti iktidarda ise partinin yereldeki bağlantıları kullanılarak erkeğin “fabrikalara sokulması” anlamlı bir gelir artışı demekti hanelerde. Bir ailenin refahına işaret etmek isteniyorsa “onlar fabrikacı” denirdi. “Fabrikacı” olmak, düzenli maaşı, ikramiyesi, sosyal güvenlik hakları ile bağcılık bahçecilikle geçinen köylünün yaşamındaki öngörülemezliklere bağlı kaygısını görünür biçimde azaltıyor, güven tatminini daha önce tadılmamış bir seviyeye çıkarıyor ve hanelere özgüven taşıyordu. Yeni bir “duygusal konfordu” bu. Bir de tabii ülkece “büyüyor”, “kalkınıyorduk” ve büyümek harikaydı. Ülkeye dair “azametli” bir projeyle ve algılanan “büyük bütün" ile temas kurmaktan kıvanç duyanlarımız vardı.

Ancak zaman konforların taşıdığı ikilemi halk olarak karşımıza çıkaracaktı. Başta solunum yollarımızda olmak üzere fabrikaların bedenlerimiz üzerindeki hiç hoşumuza gitmeyecek etkileri ile yüzleşmeye başlamıştık. Halkta tepkiler oluşuyordu elbette ancak bu tepkiler kolektif öngörüler geliştirilmesine olanak sağlayacak şekilde sürekli kılınamıyordu. Bedenlerimize ödetilen bedele öfkeleniyor ve öfkemizi örgütleyecek isimler arıyorduk. Dönemin CHP’li belediye başkanının “ben yaşadığım sürece bu liman yapılmayacak” diye çimento fabrikasına rest çektiği konuşuluyordu. Sebep olacağı hava kirliliği nedeniyle limana karşı eylemler düzenlenmişti kısa bir süre için. Nuh Çimento İlköğretim Okulu’nda öğrenciyken, birkaç arkadaşımızın okul bahçesinde limana karşı protestonun ilksel biçimini andıran bir tepkide bulunduğunu hatırlıyorum. Fakat belediye başkanı bir noktada ikna edilmiş, limana onay veren imzalar atılmış ve liman yapılmıştı. Biz de dağılmıştık.

Bir “hikayemiz” olmadığında terk edicilere dönüşme gücümüz hayranlık uyandırıcıydı. Annemin sözünde kristalize olduğu gibi sınırı, çizgiyi bize dokunmayacak şekilde çekmek mümkün değildi. Sanayi bölgesinde bedenlerimizi tahrip eden “yapıya” duyduğumuz haklı öfkemizden, bizim gibi başka “bedenlerin ve zihinlerin oluşturduğu” alanlar yaratma ve “hem bedenin hem de ruhun aynı anda düşünme ve eyleme kuvvetlerini arttıracak karşılaşmalar örgütleyebilme” [9] iradesi gösterememiştik. Bunun sonucu olarak “ses” kulağımızdaydı.

Yazı boyunca, yaşamın tüm unsurlarını tehlikeye atan iktidar yapılarıyla ve özelde “büyüme” arzusuyla ilişki hallerini Hereke halkı üzerinden anla(t)maya çabalamak (zaten ağır bir bedel ödüyorken) kısmi bir adaletsizlik hissi uyandırdı. Ancak zannediyorum bireysel ve kolektif düzeyde ihtiyaç, kaçınma, baş etme, teslim olmalarımızın, kendilik çarpıtmalarımızın, tutarsızlıklarımızın, temayüllerimizin belirleyicilerini ortaya sermek, sonra anlamaya girişmek ve bu anlamadan gelen ölçülü sorumluluğu üstlenmenin kendisi, yazmak zorunda olduğumuz politik ekoloji hikayesinin kelimelerini de taşıyor. Derin nefes alıp sloganlarımızın Mayıs 2021’deki geçerliliğini sorguladığımız, kavrayışımızı besleyecek metinlere dönüp kelimelerimiz [10] üzerine yeniden düşündüğümüz, insan ve insan dışı varlıklar ile ilkinin lehine olmayan iyi yaşam tahayyüllerimizi kamusallaştırdığımız karşılaşmaları incelikle dokumaya hazır olmak, aklımızın kötümserliğinde açılacak çentik olabilir. Bu dokuma sırasında kuşkusuz bizi ziyaret edip duracak çaresizlik, yılgınlık ve kaygıya karşı şenlikli biraradalıkları çoğaltmaksa “yeniden kurma” arzusunu koruyabilmenin teminatı belki. Çünkü “gelecek, kısmet olarak gelmez insana, tersine insan geleceğe gelir, kendinde olanla girer onun içine.”[11]

1- https://www.youtube.com/watch?v=0wsbYeVPDxA&t=12s&ab_channel=SOUNDandIMAGEFX 
2- Bandista şarkısı: https://www.youtube.com/watch?v=_sF-rd5hUG0&ab_channel=Bandista 
3- Clarissa P. Estés, Kurtlarla Koşan Kadınlar:Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler, Hakan Atalay(Çev.), İstanbul, Ayrıntı, 2016, s. 272-273.
4- https://www.chinahighlights.com/beijing/article-air-pollution.htm
5- https://qz.com/562319/a-chinese-artist-vacuumed-up-beijings-smog-for-100-days-and-made-a-brick-from-what-he-collected/
6- https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/09/21/bulent-sik-saglik-bakanligi-kanser-yerine-benimle-ugrasiyor
7- Tanıl Bora, “Türk Muhafazakarlığı ve İnşaat Şehveti-Büyük Olsun Bizim Olsun”, Birikim, 270, 2011, s.15-18.
8- Nagehan Tokdoğan, Yeni Osmanlıcılık, Hınç, Nostalji, Narsisizm, İstanbul, İletişim, 2018, s.204.
9- Serhat Celal Birdal, Bir Başka Devrim: Türkiye Sol Hareketinde Arzu, İdeoloji, Politika (1960-1980), İstanbul, İletişim, 2020, s.46.
10- Giacomo, Demeria ve Kallis tarafından hazırlanan Küçülme: Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı kitabı, bu yazı bağlamında çevre adaleti, büyümenin toplumsal sınırları, kalkınma, politik ekoloji, bakım, müşterekler, azami gelir, mutluluk, kooperatifler, eko-topluluklar, öfkeliler, sadelik, sendikalar, feminist iktisat, iş paylaşımı ve şenliklilik gibi anahtar kavramları farklı coğrafya ve epistemolojiler içerisinden derliyor. Bu anlamda kavramların ve ileri metinlerin labirentinde yolu tekrar buldurmak için kompakt bir harita.
11- Ernst Bloch, Umut İlkesi, Birinci Cilt, Tanıl Bora (Çev.), İstanbul, 4. Basım, İletişim, 2020, s, 247.