‘Geçmişten gelen seslerle yüzleşen’ bir adam

Carlos Fonseca'nın 'Cenup' adlı romanı, Roza Hakmen çevirmenliğinde Metis Yayınları tarafından yayımlandı.

Abone ol

Uzaklaşma, kaybolma ve bulma arasındaki bağlantıyı, dilin sınırlarını zorlayarak anlatan Carlos Fonseca, kitaplarının merkezine hatırlamayı koyuyor. Böylece yıkıma uğrayan, buna tanık olan ve onu her yönüyle yaşayan insanlarla yüzleştiriyor bizi.

Fonseca, tüm bunları anlatırken söz konusu tabloyu yaratan sistemi de eleştiriyor satır aralarında. Kâr ve kazanma deliliğini kurmacaya katarak bir yolculuğa çıkardığı okura, dünyanın kuzeyi ile güneyi arasındaki uçurumla beraber, bir ülkedeki eşitsizliği ve adaletsizliği, kurguladığı karakterler ve onların çevresiyle ilişkisi üzerinden sunuyor. Başka bir deyişle romanlarında, günümüzle yakın ve uzak geçmişi birleştiriyor.

Kaybolma ve kaybetme, birbirinden ince çizgilerle ayrılıyor Fonseca’nın romanlarında. Felaketler ve buhranlar art arda gelirken umuda ve isyana tutunanlar, sistemden ayrılmaya ya da çemberin dışına çıkmaya uğraşıyor. Bunlar da gerek mitler ve efsanelerle gerek günlük yaşam pratikleri ve tarihle anlatılıyor karakterler tarafından. Zamansal sıçrayışlar ve kopukluklar da bu anlatımın ayırt edici özelliği hâline geliyor.

Fonseca’nın metinleri, mitlere ve söylencelere göz kırpıyor bir yönüyle. Diğer taraftan, günümüzün anlatım olanaklarını da kullanan yazar, geçmiş ve şimdi arasında bir köprü kurup farklı yollardan geçerek çeşitli dönemlerde yaşanmış olayları bir arada sunuyor okura.

Fonseca’nın kaleminden, Türkçeye Roza Hakmen tarafından çevrilen 'Cenup' da böyle bir roman. Yazar, geçmiş ve günümüzdeki izleri takip ederken tarihi kurmacayla buluşturuyor ve hem modernitenin hem de geçmişin eleştirisine girişip zamanımızın (ve yakın geçmişin), en yakıcı sorunlarından biri olan yabancı düşmanlığına ve ayrımcılığa dikkat çekiyor. Okuru çıkardığı tarihî ve güncel bu yolculukta, sözü ve imgeyi birleştiriyor.

KORKUNÇ TARİHLER, BÜYÜK VE TALİHSİZ YANLIŞ ANLAMALAR...

'Cenup’taki esas mesele, izler ve onların takibi; bu süreçte, son yirmi senesini memleketi Kosta Rika’dan uzakta geçiren ve ABD’de dersler veren, evliliğinde sorunlar bulunan ve 1980’lerde sevgilisi Aliza’yla Orta ve Güney Amerika’da seyahate çıkmış Julio’yla karşılaşıyoruz.

Dalgalanmalara rağmen yaşamını kısmen yoluna koymuş, daha doğrusu rutine bağlamış Julio, gençlik aşkı Aliza’nın geçirdiği beyin kanaması sonucu konuşma yetisini kaybettiğini ve bir süreden beri Arjantin’in Humahuaca bölgesinde bir sanatçı komününde kaldığını, ardından öldüğünü öğreniyor. Dahası, Aliza’nın bir roman dizisini bitirmesi için vasiyet yazdığından da haberdar oluyor. Aliza’nın geride bıraktıklarına sahip çıkarken 1982’de tamamlayamadığı yolculuğun yanı sıra tanımadığı insanlarla beraber yoğun bir araştırmaya girişen ve daha evvel bildiklerinin üzerinden geçen Julio, “geçmişten gelen seslerle yüzleşiyor.”

Bu yüzleşme, birtakım acılar barındırıyor elbette: Yabancı karşıtlıkları, Guatemala Soykırımı, Paraguay’da arî ırkın temellerinin atılışı, geçmişini ve geleceğini kaybeden, hatta bu sıkıntısını ifade etmekten bile aciz kalan Aliza’nın durumu… Kısacası bu uzun yolculuk sırasında Julio, uzak ve yakın geçmiş ile şimdiki zaman arasındaki bağın ve kopuklukların farkına varıyor. Onu bu topraklara getirense Aliza’nın üzerinde çalıştığı ve tamamlayamadan öldüğü; klasik elementlerden dördünün adıyla anılacak, “İnsanın Unutuluşu” genel başlığıyla kaleme aldığı bir ekolojik roman dizisi.

Aliza’nın vasiyeti doğrultusunda Julio’nun başladığı yolculuk, kısa zamanda antropolojik, tarihî, felsefi, ekolojik ve politik bir seyahat hâlini alıyor. “Korkunç tarihin, büyük ve talihsiz yanlış anlamaların” öne çıktığı, katliamlarla, sürgünlerle ve yıkımlarla karşılaşıyor Julio; geçmişin penceresinden bakarken insanlığın yakın zamanda yüzleşeceği buhranları görüp zamanları, mekânları, olayları ve sözleri hatırlıyor: “Sadece mahkûm olduğunu bilen kişi, kurtuluşa giden yolu açıkça görebilir” cümlesi tarihî, politik ve felsefi bir kırılma noktasına denk geliyor bu süreçte; gerek özgürlüğe gerek onu yok saymaya zincirlenmiş halkları ve kişileri anlatıyor. “Tarihle çarpışan bir sesin tiyatrosu, unutuluşuyla savaşan bir dilin sessizlikleri” ifadesi ya da eylemi ise sisteme bir başkaldırı niteliğinde. İsyan edilen sistemse Orta ve Güney Amerika’yı kimliksizleştiren, özgün dilini ve kültürünü silikleştiren ya da ikinci plana atan sömürgecilik ve kapitalizmle şeklillenen küreselleşmenin ta kendisi. Diğer bir ifadeyle hemen her köşe başında varlığını hissettiren “medeniyet kılığındaki ölüm.”

Aliza’nın son arzusu, Julio’nun tüm bunları hatırlayarak yarım kalan romanı bitirmesi. Bunun için Julio’nun uzak ve yakın geçmişe; çocukluğuna, Aliza’dan önceki ve onunla geçirdiği zamanlara, babasının günlüklerini gizli gizli okuduğu döneme, 1960’lara ve 1970’lere, Orta ve Güney Amerika’da sömürgecilikle ve darbelerle tarihin akışının değiştirildiği günlere dönmesi gerekiyor.

Söz konusu gereklilik, Julio’nun hem var olan hikâyeleri anlamlandırmasını hem de bir hikâye anlatıcısına dönüşmesini zorunlu kılıyor. Roman da Aliza’nın bıraktığı yerden ve daha fazlasını kapsayacak şekilde anlatımlarla, zamanda geri dönüşlerle ve ileri sıçrayışlarla genişliyor. Bu genişleme, Aliza’nın Julio’ya bıraktığı tarihsel bulmacaları da içeriyor.

'HATIRLAYAMADIĞIMIZ UZAK BİR ÇOCUKLUĞA DÖNÜŞ'

Fonseca, Julio’nun karşılaştığı hikâyeler ve çözmeye çalıştığı bulmacalara, kurmacayı ve gerçek kişileri yerleştirmiş. Özellikle Latin Amerika tarihini etkilemiş bu kişiler ve Julio’nun yolculukları, geçmişin acı izleriyle kesişirken yazar da okuru o tarihî dönemeçlere getirip romanın ana izleğini ve ara hikâyelerini birbirine bağlıyor. Böylece dil, imge ve bellek, tıpkı Julio ve Aliza gibi buluşuyor: “Aliza’nın elyazmasını okumanın ya da rutinini tekrarlamanın, sonunda onu arkadaşının dünyasına ister istemez yaklaştırdığını düşünüp güldü. Aliza’yı kelimelerin âdeta birer birer buharlaşıp gittiğini ve tuhaf biçimde bunun ona otuz küsur yıldır yazmak için çabaladığı kitabın imgesini sunduğunu idrak etmiş hâlde  (...) beyaz çölde yürürken hayal etti. Yazının bir tür doğal heykel misali, sabırla ve kaderle işlenmesi, dedi Julio kendi kendine…”

Julio’nun yolculuğu da Aliza’nın projesi de farklı dönemleri ve coğrafyaları kapsayan; matuşka misali iç içe geçmiş parçalardan oluşan bir bütünü andırıyor. Burada hikâyeler, sözler, sesler, kayboluşlar, hatırlayışlar ve fotoğraflar var.

Aliza’nın, Birinci Dünya Savaşı başladığında akademiden ayrılıp Avusturya-Macaristan ordusuna yazılarak cepheye giden Wittgenstein’ı düşünüşü, Julio’nun yolculuğuna ve yüzleştiği matruşkayı anlamlandırma sürecine yön veriyor: “Düşüncenin aydınlığa kavuşması ancak cehennemle karşılaşıldığında mümkündü.”       

Julio, yeryüzü cehennemi denebilecek pek çok ortama tanık oluyor veya yolculuğu sırasında onları hatırlıyor. Bunlardan biri, 1980’lerde gerçekleştirilen ve ülkedeki dikta rejimini pekiştiren Guatemala Soykırımı. Söz konusu travmanın panzehiri ise Juan de Paz Raymundo’nun soykırımdan kurtulanlar için inşa ettiği ve onların gömdüğü hatıraları canlandırmasına yardımcı olacak Bellek Tiyatrosu. Bu karşılaşma, Julio’ya yolculuğunu daha geriye doğru yapması gerektiği anımsatıyor; “hatırlayamadığımız uzak bir çocukluğa dönüş” anlamına geliyor bu: Terörle bastırılan ve silinen anılar belirirken çocukken bile yaşlı olduğunu hatırlayanların geçmişine dair izler ortaya çıkıyor. Julio, hatıralar sarmalıyla yüzleşirken Aliza’yla ortak arkadaşlarının sorduğu bir soru dikiliyor karşısına: “Kurmaca mı, hatıra mı?”

“Bir deneyimi tüketmenin imkânsız olduğunu” ve “mutlak hafızanın unutuşa çok benzediğini” düşünen Julio, hem Aliza’nın hem de Latin Amerika’nın farklı coğrafyalarının bazı sırlarını gün ışığına çıkardığını düşünüyor. “Gerçeğin kendisinden daha gerçek ve güçlü” Bellek Tiyatrosu’nda, geçmişin ve bugünün buluştuğunu, silindiği sanılan hatıraların geri getirildiğini düşünürken Eski Yunan’daki unutma (Lethe) ve hatırlama (Mnemosyne) ırmakları arasındaki sınırı keşfediyor.

Dil, kayboluş ve hatıraların geri getirilmesi gibi bir üçlü sacayağı üzerine kurduğu Cenup’ta Fonseca’nın karakterler aracılığıyla anlattığı hikâyelere hüzün hâkim. Bunun yanında, politik ve tarihî dönemeçlerin hem kişilerde hem de toplumlarda açtığı yaraların anlatımı olan romanda, Julio’nun zorlu bir arayışa girdiğini ve âdeta arkeolojik bir kazı yaparken geçmişin katmanlarıyla yüzleştiğini görüyoruz.

Aliza’nın kaybolan dili ve benliği ile Julio’nun aradığı kayıp geçmişin, sukûnete mahkûm edilen halkların ve kişilerin ilintisi, Fonseca tarafından farklı zaman ve mekânlarda geçen hikâyeler aracılığıyla kurgulanıyor. Yazar, hikâye içindeki ve etrafındaki hikâyelerle tarihi ve bugünü bir araya getiriyor. Diğer bir ifadeyle kaybolan dillerin, belleklerin ve geçmişin lügatinin oluşumunu ya da tekrar günışığıyla buluşturulmasını izliyoruz Cenup’ta.

Ses bazen yitip gitse de “yazmanın sessiz konuşma” anlamına gelebileceğini gösteriyor bize Fonseca. Başka bir deyişle sözcük ve hikâyelerin insanı sakatlayıp kültürü ve belleği silmeye ya da tahrif etmeye çalışan sistemden daha güçlü olduğunu ortaya koyuyor romanın başkarakterleri: Julio’nun ve onu harekete geçiren Aliza’nın harabeye çevrilmiş toprakları, kimliği elinden alınmış halkları ve akışı değiştirilmiş tarihi hatırlama çabası, bu gücü görünür kılıyor bir anlamda.