Gazetecilik ve ‘haber’ denilen ‘nane’

Özcesi “Ana akım” ile yolları kesişmeyenlerin tercihinin bedeli basit bir kahramanlık göstergesi değildir. Görünür ol(a)mayanın kapatıldığı cenderenin yaslandığı somut mekan-zaman ilişkisine yönelik kendi kavlince, çeperi yırtma uğraşıdır. Üzerinde yaşadığımız topraklarda daha adil ve insanca bir yaşam olacaksa öncelikle “Ana akım” kostümüne sığmayan kesimlerin ceberrut iktidar ile olan ilişkisinde ona geri adım attırmasıyla mümkündür.

Abone ol

İnan Kızılkaya*

The Post filminden: Basın yönetenler için değil yönetilenler için vardır.

Matbaanın icadıyla okuma yazma yönetici kesimin imtiyazı olmaktan çıkınca ahali de mürekkep yalamışların ürünlerinden yararlanma şansı yakaladı. Kapitalizmin dünyayı sömürmesi için daha fazla insana ulaşmasıyla yerleşik kalıpları kırması kaçınılmazdı. Kırsalın çözülmesiyle şehirlere yığılan nüfusun hareketli yaşamının renkliliği günlük olarak tüketilebilen bir ürün ihtiyacı yarattı. Gazete bu toplumsal değişimin kaçınılmaz sonucu olarak hayatımıza girdi. Avrupa ve ABD’deki Sanayi Devrimi'yle kapitalizmin pazarlara açılmasıyla yarattığı yeni bir tüketim kültürünün alıcısının da en azından okur yazar olması işin doğası gereğiydi. Toplumsal yaşamın hareketliliği ve günlük olarak olan bitenin uyandırdığı merak duygusu da kendi mecrasını görünür kılmalıydı. ‘Haber’ denilen bu olgunun cazibesi günlük hengameden bunalan insanların soluk aldığı bir ürüne yani gazeteyle tanışmasına kapı araladı. Liberalinden sosyalistine gazete hem olayları aktaran hem bilgi veren hem de sistemi sorgulayan ve denetleyebilen bir güç olabilir mi tartışması 19'uncu yüzyıldan itibaren olageldi.

'FUTBOL ASLA SADECE FUTBOL DEĞİLDİR'**

Dünyayı fetheden kapitalizmin basılmadık karış toprak bırakmadığı günümüzde ise gazetecilik hiç olmadığı kadar güç paylaşımının ortasında duruyor. Bu kadar işlevsel bir alanın öznelerinin kendisini nasıl tanımladığını sadece bir mesleki disiplinin kavramlarıyla açıklamaya çalışmak ise öncelikle kendini kandırmaktır. Hatta bu meslek geçmişten bugüne, iktidar ve rıza göstermesi için binbir fırıldak çevrilen ‘ahali’ arasındaki hesaplaşmanın tam içinde yer alır. Gazetecilik doğası gereği politiktir ve mesleki künyesinin ne kadar özgül olduğunu iddia ederse etsin, son kertede varacağı yer toplumda ezen ve ezilenin saflarında nerede durduğudur.

“Ana akım” medya ise -her ne kadar bugün ülkemizde bundan bahsedemezsek de- doğası gereği verili güç ilişkilerinin içinde kendini tanımlar. Sermaye yapısı, siyasi hareket/parti, iktidar/devletten ve en önemlisi verili üretim ilişkilerinden azade bir gazeteciliğin olduğuna inanmak ‘devlet büyüğümüz’ S. Demirel’in deyişiyle abesle iştigaldir. Elbette “Ana akım”ın tüm bileşenlerinin ve çalışanlarını topyekun bir sepete koyup duvara vurmanın bir alemi yok. Daha ortada durup mutedil bir tavır belirleyen ve sistem içi değişiklere göz kırpanlar olduğu gibi hakim sınıf ve yönetici güce toz kondurmayıp padişahım çok yaşa diyenlerin skalası farklıdır. Bu temel önermenin ışığında her ülkenin şartları kendine göre farkındalık gösterir. Misal, en netameli noktadan, Kürt olgusundan mevzuya dalalım. "Ana akım medyada nasıl ele alındı?" sorusuna; Türkiye’de mesleğin duayeni olmuş kaç gazeteci resmi bakışın dışında özeleştiri yapabilmektedir. Hep terör, dış mihrak, maşa olarak ve de farklı güçlerin elinde bir ‘nesne’ye indirgenen bir halkın varolma mücadelesine yönelik bu ‘sevimli dili’ biz nasıl unutalım? En yakın örnek ise Roboski katliamında “Ana akımın” haberi verip vermeme üzerine yaşadığı bunalımdır! Yaşadığı coğrafyada göğün bile ağladığı bir anda enseye tıraş mesleğini idame edenlerin tutumunu nasıl okumalı? Ya Dersim, Ağrı, Şeyh Sait hadiselerinde durum nasıldı? Herhalde sorular çoğaldıkça günah çetelesi durmadan uzayan bir ülkenin gazetecileri-yurttaşları olarak utanma duygumuzla nasıl baş edeceğimizi bilemeyebiliriz.

Muktedirden onay gelmeden savaş uçaklarının vurduğu köylülerin katledilmesini görünür kılmaya cesaret edemeyenlere, “Ana akım”dan olmayan Abdurrahman Gök’ün, “Gazeteciliğe 5n-1k kuralına vicdanı da eklemek gerekir” sözünü anımsayalım. 2017 Amed Newroz'unda yurttaş Kemal Korkut’un üstü çıplak şekilde vurulma anını fotoğraflayan gazetecidir kendisi. “Özgür Basın” çalışanı Gök olmasaydı, bir Kürd’ün hedef gözetilerek vurulmasının nasıl işleneceğini tahmin etmek zor değil.

“Azınlık” denilen ama bugün çoğunluğu oluşturduğumuz kimliklerimiz kadar bir zamanlar çoğul olan halkların yüce basınımızda nasıl işlendiği ise başlı başına bir mesele olarak dile getirilmeyi bekliyor. Sadece 1997’de bugünün yedek güç milliyetçisi dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’in “Ermeni dölü” kelimesi bile bir varlığı yok edilen bir topluluğa duyulan hıncın hâlâ geçmediğini gösteriyor. Üstelik taleplerini en olumsuz şartlarda dile getiren bir başka topluluğa da ırkçı hiyerarşinin diliyle seslenmekte. Onun için “Faşizme inat kardeşimsin Hrant” diyor, yaşmaklı Kürt kadınları, hem de ciğerden kırık Türkçeleriyle. Belki de muktediri kendi dilinden ısırabilmenin azmiyle.

Bu tartışmanın bir ayağı Kadri Gürsel’in “Bağımsız, profesyonel ve namuslu gazeteciler ana akımda olabilir” sözü. En hafifinden bu kategorinin dışlayıcı bir yargı olduğunu düşünüyorum. Su geçirmez bir zırhla sadece bizim taraftakiler iyidir, diğerleri tu kaka demenin kendisi haliyle hakkaniyetli bir bakış değildir. Bir de kendi pozisyonundakilerine ‘namuslu’ demek neyin cüreti? Kendi mahallesinin dışındaki kurumlarda mesleğini icra edenler ‘namuslu’ olmuyor mu? ‘Efendim ben kavramsal düzeyde tartışıyorum’ deme de “devlet” dışında kimlerden icazet alacağımıza dair yeni bir başvuru merciinde zeka testine tutulacağımıza da kendisi karar veriyor.

Naçizane kendini “Özgür Basın” olarak tarif eden bir kültürün suyunu içmiş biri olarak, bu anlayışın; ana-merkez, alternatif-çevre, biz ve onlar ilişkisini de yeniden ürettiği gibi diyaloga ve farklı seslere kendini kapattığını da düşünüyorum. Hele bu tür kapalı devre anlatıların siyasi-toplumsal olaylara bakışın ve tavrın bir sonucu olarak bir tepkiyi dile getirdiği aşikardır. Hem mesleki olarak hem de siyasi/toplumsal düzlemde kendi doğrusunun sarsılmazlığını test etmeye yanaşmayan başarılı bir gazetecinin, kitabında da yazdığı gibi bir dönem program yaptığı Nagehan Alçı örneğinden “Ana akımın” çıtasını belirlemesi de takdire şayan. Sayın Gürsel, yarın ola ki ülke olarak düze çıkarız da; acaba bir tartışma programında ‘karşı mahalleden’ kimler ile atışmak ister...

SEBEBİ OLMAYAN ÖLÜM!

Neyse gelelim ikinci mevzuya. Balıkesir L tipi Ceza İnfaz Kurumu’nda 29 Aralık 2017 tarihinde kalan adli hükümlü Ulaş Yurdakul’un öldürülmesini Evrensel’den Cansu Pişkin’in sayesinde öğrenmiştik. Ailenin avukatının verdiği bilgileri detaylı şekilde haberleştiren “Ana akım” dışındaki bir kurumun muhabiri olan Pişkin’in titiz işçiliği ile kamuoyu sadece siyasi tutukluların değil adli tutukluların da yaşadığı cezaevi koşullarıyla tanıştı. Pişkin haberi herhangi bir yorum katmadan aktarmıştı. Yurdakul’un ölüm nedeninin faillerden birinin telefonda annesine, “Askere git diyordun millet dağda öldüremiyor teröristi biz burada öldürdük işte daha ne istiyorsun” demesiyle anlaşılıyordu. Irkçı ve nefret suçuna cezaevi idaresinin sessiz kaldığı aynı koğuşu paylaştığı kişilerce işlenen cinayet haberi ne yazık ki Hürriyet’te İsmail Saymaz imzasıyla yayınlanınca kamuoyunun ilgisini çekti. Saymaz ise haber daha önce sanki hiç yayınlanmamış gibi sunmuştu.

Asıl can acıtan durum ise 27 Kasım 2018 gününde Yurdakul’u öldüren faillerden dördünün ağırlaştırılmış müebbet cezasının Cumhuriyet ve Hürriyet’te nasıl yer aldığıydı. Cumhuriyet’te Zehra Özdilek imzalı haberde cinayetin nedenine dair hiçbir emare yoktu. Ne olacak canım, Kürdün birine sebepsiz bir ölüm nasip görülmüş! Hürriyet’te yine Saymaz imzalı haberde maktulün linç edilmesi ayrıntısı işlense de ölüm nedenine ilişkin bir bilgi ise önceki yılda yaptığı haberin aksine bulunmuyor. Öyle ki dönemin resmi cezaevi görevlilerinin halen yargılandığını bilgisini de es geçmemiş.

Cinayetin işlenme nedeni belirtilmediğinden haberin öncesini bilmeyen okur, herhalde cezaevinde kalan problemli adli tutukluların, garezlerinin olduğu birisine yönelik adli bir vaka olarak durumu algılar. Oysa olayın gelişimi geçen yılın son günlerinde hem Pişkin’in hem de Saymaz’ın haberinin bulgularıyla meselenin özü anlatılmıştı. Yurdakul Batmanlıydı, Kürt idi ve bu failler için yeterli bir nefret objesiydi.

Aklıma Albert Camus’nün Yabancı kitabındaki karakteri geldi. Mersault hayata dair bir amaç taşımayan birisidir. Rastgele bir araya gelen insanların kendini yükümlü kıldıkları olumlu ya da olumsuz hiç bir gerekçe olmadan birbirini düşman bellediği nötr bir toplumsallığın sonucuymuş algısıyla yazı döşenince; meslektaşlarımın içine Mersault’nun gölgesi mi acaba düştü diye düşünmeden edemedim. Fakat hayat bizim algımızdan da ‘kaçaklığımızdan’ daha serttir. Öyle ki Mersault boş ve anlamsız bulduğu hayata karşı lakayttır ve işlediği cinayeti bile önemsemez. Yaşamaya değer bulmadığı bir sürecin iradi sorumluluğunu taşımak ona ağır gelir. Absürt kavramı etrafında örülen bir kurgunun kahramanı sonunda biraz ‘insanileşir’ cezası infaz edilmeden önce papazın koşullamasıyla içini döker ve rahatlar.

Belki de İslam'ın hakim olduğu kültürlerde ‘ağlama merasimleri’ hasıl olmadığından bizim işimiz daha da zor. 21'inci yüzyılda hâlâ önümüzde akıp giden hayatta yan yana ve içi içe bulunduğumuz ismi, cismi ve derdi olanlar ile sağlıklı bir ilişki kurulamadığından korkularımızın esiri oluyoruz. Mesele sadece eşitlik ilişkisi olsaydı daha kolaydı ama hâlâ inkar ve yok sayılanların direncini anlamaya çalışmadan ne gazetecilik ne de mevcut olanın değil dönüştürülmesi reforme edilmesi bile mümkün görünmüyor.

YERLİ VE MİLLİ KUVVETİN YÖNTEMİ

Misal, Rohat Aktaş’ın adını zikreden var mı? 2016 Şubat’ında Cizre bodrumunda ömrünün baharında toprağa düşen bir gazeteciydi, Kürt idi ve “Ana akımdan” değildi. Merkezin duvarlarına tırmanmaya çalışsa bu ölüm ona reva görülür müydü? O ki Tahir Elçi’nin “Ana akım” ya da “yandaş basın” betonuna çarpan sözlerinin bedelini koskaca seksen milyonluk bir toplum ödüyor. Göz göre göre hayatımıza sıçratılan ‘kan’ hepimizi kendine çekiyor. Failin kim olduğunu herkes biliyor. En kötüsü de herkes kuma başını gömdüğünde zannediyor ki gerçek uçup buhar olacak. Hayır, fail kendisi suçunu itiraf edemeyeceğinden caydırıcı olacak bir tutumu yaratma mesuliyeti cinayeti gören herkesindir. Elçi de herhalde sadece iyi bir avukat olduğu için değil merkezin suyunu içmeye tenezzül etmediği için hedef seçildi. “Ana baro” da hep sessiz canım! Görece daha esnek dönemleri olan merkez basınımızın tetikçiliğinin son örneği de bu cinayet olmayacak. Vaktiyle Hrant Dink de aynı yöntemle hedef seçilmişti. Farklı tonları da olsa yerli ve milli basının kimliğini almayalım.

Özcesi “Ana akım” ile yolları kesişmeyenlerin tercihinin bedeli basit bir kahramanlık göstergesi değildir. Görünür ol(a)mayanın kapatıldığı cenderenin yaslandığı somut mekan-zaman ilişkisine yönelik kendi kavlince, çeperi yırtma uğraşıdır. Üzerinde yaşadığımız topraklarda daha adil ve insanca bir yaşam olacaksa öncelikle “Ana akım” kostümüne sığmayan kesimlerin ceberrut iktidar ile olan ilişkisinde ona geri adım attırmasıyla mümkündür. O noktada belki medeni ölçülerde “Ana akım” gerçekleşebilir. Bu da kostümünü dikebilen ve giyebilen bir terzinin ustalığıyla olabilir.

**Simon Kuper’in kitabının ismi.

*Gazeteci