Filozofun Hânesi I: Evin politik mevcudiyeti ya da yersiz yurtsuzluk

"Ev" ya da “yurt” olarak bahsettiğimiz şey, politik olarak bir yersiz-yurtsuzluğun; diyelim ki, Benjamin’ın otoriteden, Rousseau’nun sorumluluklarından, Rimbaud’nun aile evinden, Nietzsche’nin yazgısından ya da Weininger’in kendisinden kaçışı olarak bir yersiz-yurtsuzluğun ifadesi olabilir.

Abone ol

Hamza Celâleddin/hamzacelalettin@gmail.com

Felix qui potuit rerum cognoscere causas!

Felsefe, –ehvenişer tanımla– “metin-egemen bir disiplin” olmakla birlikte, filozofun “orada-olmak”lığının da (zihnimizde çınlasın diye; “mükemmel hıza ulaşmak, orada olmak demektir”*); eşsöyleyişle, Kafka’nın Prag, Altın Yol-Numara 22 ve “mavi boyalı” evdeki, Dostoyevsky’nin St. Petersburg, Kuznechny-5/2 ve “köşebaşı” evdeki, Schopenhauer’un Frankfurt, Schöne Aussicht-Numara 16 ve “nehre bakan” evdeki, Herakleitos’un Efes, Platon’un Atina, Kierkegaard’nun Kopenhag, Weininger’in Viyana, Sartre’ın Paris, Kant’ın (hayatı boyunca hiç ayrılmadığı) Königsberg’deki ve de –birer gezgin ve “başıboş” olarak– Nietzsche’nin St. Moritz, Basel, Cenova, Rapollo, Torino, Thuringia ya da Nice’deki, Rousseau’nun Cenevre, Chambery, Torino, Neuchatel, Paris ya da İngiltere’deki, Benjamin’in Frankfurt, Moskova, Paris, Berlin, Freiburg ya da Portbou’daki mevcudiyetlerinin de ifadesidir. Lâkin denilebilir ki; tarih, bu mevcudiyetleri, politik olarak bir “nâmevcudiyet”e (yersiz-yurtsuzluğa), estetik olarak bir “mestmevcudiyet”e (sarhoş-oradalığa) ya da etik olarak bir “tammevcudiyet”e (adanmış-oradalığa) dönüştürmekte de mâhirdir. O hâlde Filozofun Hânesi yazı serisiyle; “ev”in ya da “yurt”un, politik, estetik ya da etik içeriklerini dert edinmek amacında olduğum şimdi kendinden-açık hâle gelmiştir. (Hâfızamız, bugün söylediğini yarın tekzip eden politikacılardan biraz daha iyiyse; anımsanacağı üzere) evvelki yazı serisinde –Filozofun Cephesi’nde–, filozofu cephede görmüş ve onun dövüşünden, nefretinden, endişesinden, tutkusundan yâhût coşkusundan kendi payımıza düşeni almıştık; pekâlâ şimdi filozof, cephesinden sıyrılmış, kendi hânesinde, kendi yerinde-yurdunda (politik ifadeyle yersiz-yurtsuzluğunda da aynı kezâ) bizi konuk etmektedir. Öyleyse daha sabırsız davranarak, öncelikle “politik olan”ın peşinde, Walter Benjamin’den, Jean-Jacques Rousseau’dan –ve belki biraz Nietzsche’den– bahse başlayalım...

Rousseau ve Nietzsche Avrupa’da başıboş biraz daha gezine dursunlar, biz öncelikle, –gözlükleriyle zarif– Walter Benjamin’in izini sürelim. Sene 1892: Rimbaud öleli bir, Nietzsche çıldıralı ve Nietzsche’nin çılgınlığının meyveleri olarak Wittgenstein ve Heidegger doğalı üç, “sessiz bir çınıltı”** yeryüzünü saralı beş, “deliliğin şiiri”*** müjdeleneli yedi ve Wagner sahneden çekilip Kafka sahnede belireli dokuz (...) sene olmuş. On dokuzuncu asrın zarâfeti ve yürekliliği yerini yavaşça yirminci asrın kaba korkaklığına bırakmakta, sıradaki mevsim kendisinden önceki mevsimin “yüce boşluğunu” doldurmak üzere pusuda beklemektedir. Walter Benjamin işte tüm bu kargaşada, tamamı tamamına kırk sekiz yıl sürecek olan “kaçış”ına, Berlin’de başlamıştır. Benjamin’in kırk sekiz yıllık –görece– uzun yaşamı (görece diyorum zirâ bizim neslimiz için bu süre oldukça kısadır; geçen sene aldığımız televizyonun taksitleri henüz bitmemiştir ve daha da mühimi, ne için olduğunu bilmediğimiz bir savaşın “kazanan”ını henüz “dünya gözü”yle görmemişizdir), Zweigvâri endişenin, Nietzschevâri inatlaşmanın, Baudelairevâri estetik-duyumun ve –bütün bunların bir neticesi olarak da– “biteviye kaçış”ın sahnesidir. Ölmezden hemen evvel “süpürün beni” diyen Kierkegaard’dan bahisle de diyebiliriz ki Benjamin’in bedeni, oradan oraya savrulmakta olan bir yaprak misalidir. Sürgünde-yaşam (burada Nâzım’a da selam edilmelidir), Benjamin’in yersiz-yurtsuzluğunun tek ve asıl gerekçesi değildir; asıl gerekçe, Benjamin’in (diğer birçok çağdaşı gibi) kendisini bir yere ait hissetmemesidir. Gel gelelim Benjamin, Berlin’den Frankfurt’a, Freiburg’dan Moskova’ya, Paris’ten –son durağı– Portbou’ya (burada Gestapo’ya teslim edileceğini anladığında aşırı doz morfinle yaşama istemli olarak veda edecektir) süregelen yaşamını bir yersiz-yurtsuza yakışır şekilde nihayetlendirmiş görünür: Bir hiç kimse olarak ve hiçbir yerde! Sene 1940: Virginia Woolf ceplerine taşlar doldurarak kendisini Ouse Nehri’ne bırakmazdan bir, Zweig ve dünya eşi Lotte endişelerine mağlup düşmezden iki sene öncesi; Walter Benjamin, Schopenhauer’dan bahisle “kaybedilmemiş bir onur” ile yeryüzü konukluğuna veda etmiştir. Not: Walter Benjamin “o gün”ün “vatan haini”dir! (Tarih yersiz-yurtsuzu gözetir...)

Condemnant quod non intellegunt...

Ve biraz daha geriye, derine, daha derine: 2 Temmuz 1788’de, Jean-Jacques Rousseau sabah yürüyüşü yaptığı sırada “düşerek” yaşama veda etti. Hikâyeye nihayetten başlamamı bağışlayınız lâkin aslında bütün hikâye bu tümceden tevellüt etmektedir: “Jean-Jacques Rousseau sabah yürüyüşü yaptığı sırada ‘düşerek’ yaşama veda etti.” Hem etik bir içeriğe sahiptir bu tümce, hem erostik, hem estetik, hem de etik mânâlara hâizdir. Örneğin “düşmek” (bir “Devlet” büyüğümüzün yaptığı üzere “yere kapaklanmak” değil fakat “düşmek”) estetik bir içeriğe sahiptir. Tıpkı Benjamin, Zweig, Dostoyevski, Soljenitsin, Cervantes, Aristophanes, Huxley (ve dahası) gibi yasaklı bir yazar olan Rousseau’nun düşüşü, –tıpkı Antik Grek’te kuyuya düşerek alay malzemesi olan Thales’in acıklı hikâyesinde olduğu üzere– etik bir ileti olarak algılanmalıdır. Sabah yürüyüşü ise –Nerval’dan, Kierkegaard’dan, Rimbaud’dan ya da elbette Nietzsche’den hâllice– bir estetik iletidir. Geri kalan her şey ise zaten “politik olan”a dâhildir. Rousseau’nun altmış altı senelik yeryüzü konukluğu elbette tek tümceye indirgenemez (hoş, Rousseau’dan bahsi açıp, ondan “çocuklarını terk eden kötü baba” olarak bahsetmemek de entelektüel bir budalalık sayılabilir), lâkin bir yersiz-yurtsuz olarak Rousseau’nun hikâyesi, “yalnız gezerin düşü” ile anlatıya bürünmektedir. Öyleyse, herkesi yalnız gezerin düşüne davet ediyorum: Ben önden gidip sizin için toprak eşelemeye başladım bile...

Ille sinistrorsum, hie dextrorsum abit: unus utrique

Error, sed variis illudit partibus.

Gel gelelim “Gezgin ve Gölgesi”ne, “nefretinin hâkimi”ne, “çıldırmanın eşiği”ne, güzelimiz Nietzsche’ye... Rainer Maria Rilke –ki Nietzsche ile yazgı birliği olarak Salomé’u anımsayalım– şöyle diyor Duino Ağıtları’nda: “Neden öyleyse insan olmalı ve yazgıdan kaçınarak özlemeli yazgıyı?” 1880 senesi sonrası Nietzsche, bir “bağımsız filozof” olarak, bir “gezgin” olarak yeryüzü sahnesinde belirmiştir. Bu senelerde Nietzsche, Avrupa’nın birçok kentinin sokaklarını adımlamış, Benjamin’in otoriteden ve Rousseau’nun sorumluluklarından kaçışı gibi, bir otorite ve yükümlülük olarak kendisinden yâhût yazgısından kaçmıştır. Elbette Nietzscheci hakikat “yazgını sev!” buyurur lâkin insan sevdiği şeyin de “kaçkın”ı olabilmesiyle “ironiğin mâhiri”dir. Bu Nietzscheyen kaçış –ki Nietzsche’nin Nietzscheyen davrandığı enderdir–, 1889 3 Ocak’ında, Torino’da bir atın boynunda son bulmuştur. Yersiz-yurtsuz Nietzsche, artık bir yere bağlı değil ama artık bir yere bağımlıdır. Hölderlin’in kırk sene dayandığı bu zûle, Nietzsche ancak 11 sene dayanmış, sene 1900’de, sahneyi Benjamin’e, Wittgenstein’a, Heidegger’e, Kafka’ya ve birazdan yeryüzüne teşrif edecek olan Sartre’a, Camus’ye, çok daha sonra Derrida’ya, Foucault’ya, Deleuze’e (...) bırakmıştır.

Nihayet niyetle; “ev” ya da “yurt” olarak bahsettiğimiz şey, politik olarak bir yersiz-yurtsuzluğun; diyelim ki, Benjamin’ın otoriteden, Rousseau’nun sorumluluklarından, Rimbaud’nun aile evinden, Nietzsche’nin yazgısından ya da Weininger’in kendisinden kaçışı olarak bir yersiz-yurtsuzluğun ifadesi olabilir. Ama aynı zamanda ev ya da yurt, estetik ya da etik içerikler de taşır; lâkin bunun için biraz daha Trakl şiiri?

Salkımlarla, dikenli çelenkler de solmakta,

Gel, ey en yüce zaman!

Yine görüşünceye değin...

Nietzsche yâr, Camus yardımcınız olsun...

Dipnotlar:

*Alıntı yapılan eser: Richard Bach, Martı Jonathan Livingston.

**Bahsi geçen şair: Georg Trakl

***Bahsi geçen şair: Dino Campana.