Filmekimi günlükleri: Ruhun ve doğanın talanı!

"Gecede Kaybolanlar" ve "Kötülük Diye Bir Şey Yok"u izledikten sonra insan düşünmeden edemiyor: Neden bizim ‘taşra’ anlatılarımızda kapitalizmin izleri yok? İnsan ruhunun, taşra kurnazlığının, kasaba siyasetinin her yerden fışkırdığı bir sinema HES’leri, ormanların talanını, her şeyi zehirleyen madenleri niye kendisine hiç dert etmez? Taşralının karanlığı durmadan başrole konulur da, bu talana karşı mücadele eden aydınlık neden bir fon dahi olamaz?

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

Yılın 'en iyilerini' bir araya getiren Filmekimi devam ediyor. Bu vesileyle bazı filmlere dair kısa notlar düşelim. Dünyanın ekonomik ve siyaseten sıkışmışlığı malum. Ukrayna, Filistin gibi çatışmalı durumlar, yoksul ülkelerden gelişmiş ülkelere göç dalgası bir yana; yalnızca ülkemizde değil, dünyanın her yerinde ücretli çalışanların hissetmeye başladığı sıkıntı bir yana. Bir de buna doğanın talanı eklendiğinde, güçlü bir politik alternatifin onladığı dünyada 'depresyon', anlatıların merkezine oturuyor. Depresyonu dar anlamda insan ruhundaki bir durum olarak değil de, daha çok genel bir daralmanın, bunalmanın metaforu olarak kullanıyorum. İşte bu durum yılın filmlerine de sirayet etmiş görünüyor. Ya da ben bu filmleri seçtim. Ama hem ruhun hem de doğanın talan edildiği bir dünya resmi çiziyor bize sinema.

ÖLMENİN HAYALİ

'Amerikan bağımsızı' tanımlamasını sonuna kadar hak eden "Bazen Ölmeyi Düşünüyorum" (Sometimes I Think About Dying) doğduğu topraklardan daha kuzeyden bir yerlerden gelmiş hissi uyandırıyor izlerken. Sanki İzlanda, Finlandiya diyarlarından kopup gelmiş bir tonu, hikayesi ve mizahı var çünkü. "Mom Jovi" belgeseliyle dikkat çektikten sonra iddiasız iki kurmacaya imza atan Rachel Lambert bu filmle yeni bir seviyeye çıkmış görünüyor.

Neresi olduğu ifade edilmeyen ama limanı olduğunu anladığımız küçük bir kasabanın, belli ki orta halli şirketinin ofisindeyiz. Fran, kendi halinde bir ofis çalışanı olarak hayatına devam ediyor. Bir süre sonra biraz 'tuhaf' bir kadın olduğunu fark ediyoruz. İnsanlarla fazla yakınlaşmayan, mesafesini koruyan ve yalnız bir kadın Fran.

Emekli olan bir çalışanın yerine işe giren Robert’ın gelişiyle Fran’ın bu durumu da değişiyor. Girişken bir insan olan Robert ile bağlantı kurmayı başaran, onunla iş dışında da görüşmeye başlayan Fran, hayatını değiştirebilecek bir adım atıyor. Tabii ki bu değişimin önündeki en büyük engel yine kendisi oluyor. Stefanie Abel Horowitz, Kevin Armento ve Katy Wright-Mead tarafından kaleme alınan senaryo, büyük anlatılara ve kahramanlara ihtiyaç duyan Amerikan sinemasında küçük adımlarla kendisine yer açmayı başarıyor. Fran’ın Robert’la birlikte kabuğundan çıkması, başka insanlarla da yeni ilişkiler kurmaya başlaması adım adım inşa edilen yeni bir karakterle bizi tanıştırırken; bu yolculuğun kimi beklenmedik anlarında karşımıza çıkan mizah filme aynı bir güç katıyor. Yazının girişinde bahsettiğim daha kuzeydenmiş hissini en çok besleyen şey ise bu mizah.

En nihayetinde istediği için değil ama merak ettiği için kendi ölümünün türlü hayallerini kurarken tanıştığımız Fran, ölümü unutmadan yaşamaya doğru adım atmayı tercih ediyor. Yönetmen Rachel Lambert’ın kamerası da bunu büyük bir olaymış gibi sunmaktan imtina ediyor. Hayat akıyor, insanın acısını insan alıyor!

Bazen Ölmeyi Düşünüyorum, Yönetmen: Rachel Lambert

KAN VE GÖZYAŞI: MEKSİKA

Son yılların yükselen yönetmenlerinden Amat Escalante imzalı "Gecede Kaybolanlar" (Perdidos en la noche) ise bir yandan Meksika denilince aklımıza ilk gelen şeyleri hatırlatırken, diğer yandan da bizim için tanıdık kapılar da açıyor. Meksika denilince karteller, faili meçhuller, şiddet, yağma, kara para ve daha birçok şey geliyor akla. Bu imajın oluşturulmasında sinemanın payı bir yana, gerçekliği başka bir yana. Öte yandan faili meçhul bizim için de yabancı bir kavram değil, kara para ekonominin direği, hele yağma hayatın gerçeği!

Yaşadıkları bölgeye büyük zarar verecek bir maden işletmesini durdurmak için mücadele eden annesi üç yıl önce kaybolan Emiliano, intikam için çabalarken bir ipucu bulur. Araştırmaları onu müzisyen bir kadın (Carmen) ve çağdaş sanatçı (Rigoberto) bir adamın yaşadığı eve götürür. Bu aileye yaklaşmanın bir yolunu bulan Emiliano, Carmen’in kızı Monica ile de yakınlık kurar. "Gecede Kaybolanlar", bu tür suç anlatılarına yeni bir katman ekliyor aslında. Doğayı talan eden bu uluslararası şirketler, onların yerli ortaklarıyla popüler sanatçılar arasındaki ilişkiyi de hikayenin içine dahil ediyor.

Ancak filmin bu ilişkiyi anlatmakta mahir olduğunu söylemek zor. Öncelikle Emiliano’nun söz konusu aileye ulaşma biçimine ikna olamıyor. Buna kendimizi alıştırsak bile asıl olarak aile içi dinamikler bir türlü makul gelmiyor ve giderek kontrolden çıkıyor bana kalırsa… Hal böyle olunca, işlenen onca suç, uluslararası tekellerin bölgeye verdiği zarar vb. gibi unsurlar hırslı ve bencil bir kadının hezeyanları olmaktan öteye gidemiyor. "Gecede Kaybolanlar" karakterlerini doğru seçse de, hepsini ikna edici bir hikayenin parçası haline getiremiyor.

Gecede Kaybolanlar, Yönetmen: Amat Escalante

MEKSİKA’DAN JAPONYA’YA

"Gecede Kaybolanlar" ne kadar sertse, benzer bir hikaye anlatan "Kötülük Diye Bir Şey Yok" (Evil Does Not Exist) o kadar sakin ve şiirsel öte yandan. Meksika’nın günlük şiddetinin aksine, Ryûsuke Hamaguchi sakin üslubunu burada da sürdürüyor. "Drive My Car" ile Uluslararası Film Oscar’ını alan Hamaguchi bu kez taşraya götürüyor seyirciyi. Yönetmenin önceki filmlerinin de müziğini yapan Eiko Ishibashi ile birlikte kaleme aldığı "Kötülük Diye Bir Şey Yok", Tokyo’ya birkaç saat uzaklıktaki bir orman köyüne yapılmak istenen kamp alanının etkilerini anlatıyor. Kızı ile birlikte orman içinde bir evde yaşayan Takumi ve dostları, bölgeye kurulması planlanan 'glamping' tesisinin vereceği zararı fark edip itiraz ediyorlar. Tesisi kuracak şirketin anlaştığı ajansın çalışanları da işin içine girince insan ve doğa arasındaki ilişkinin bir kez daha masaya yatırıldığı şiirsel bir yapım çıkıyor ortaya.

Hamaguchi, açılışta Takumi ve kızı Hana’nın doğa ile kurduğu ilişkiyi gösterişsiz ama oldukça işlevsel bir biçimde veriyor. Kamera Takumi’deyken onun parçası olduğu doğayı içselleştirdiğini hissediyoruz. Bu durum onun için özel bir şey ifade etmiyor, doğada olduğuna dair özel bir vurguya ihtiyaç duyulmuyor. Oysa Hana’nın anlarında bir çocuğun merakı giriyor devreye. Hana, yalnız başına kendini doğaya atmayı, ağaçları, hayvanları tanımayı seviyor. Doğayı anlamaya çabalıyor. Ama yalnızca kamp alanı yapmak isteyen şirket değil, kim olduklarını bilmediğimiz ama silah seslerini duyduğumuz ‘başka insanlar’ da kadrajın dışından dahil oluyorlar hikayeye.

Hamaguchi, "doğada kötülük yoktur" gibi iddialı bir cümle kursa da insan ile doğa arasındaki ilişki üzerine düşünecek birçok kapı açıyor bir kez daha. İnsanın doğa ile kurduğu her türlü ilişkiyi reddetmek yerine köyün sakinleri üzerinden bir uyumun mümkünlüğünü anlatıyor. Doğayı 'turistik bir mecra, kaçılabilecek bir alan' gibi görmekle; onunla iç içe ve birlikte yaşamak arasına da çizgi çekiyor.

Kötülük Diye Bir Şey Yok, Yönetmen: Ryûsuke Hamaguchi

"Gecede Kaybolanlar" ve "Kötülük Diye Bir Şey Yok"u izledikten sonra insan düşünmeden edemiyor: Neden bizim ‘taşra’ anlatılarımızda kapitalizmin izleri yok? İnsan ruhunun, taşra kurnazlığının, kasaba siyasetinin her yerden fışkırdığı bir sinema HES’leri, ormanların talanını, her şeyi zehirleyen madenleri niye kendisine hiç dert etmez? Taşralının karanlığı durmadan başrole konulur da, bu talana karşı mücadele eden aydınlık neden bir fon dahi olamaz?!

Dört bir yandan filmler izledikçe, dünyanın dertleri giderek birbirine benzeyen küresel bir köy olduğunu görmüyoruz yalnızca; bizim sinemamızın bu dertlerden ne kadar uzak olduğunu da fark ediyoruz ne yazık ki.

Tüm yazılarını göster