Feminist bir dünya hayal et!

“Feminist Ütopya Projesi ‘Daha İyi Bir Gelecek İçin Elli Yedi Tahayyül’” adlı kitap elli yedi tane farklı dünya hayali sunuyor bize. Ütopya olarak tasarlanmış olsa da kitapta sorgulananların gerçekleşmesi ütopik değil yani tasarlanmış, aşamalı bir gelecekte değil şimdide ve yaşamsal. Bu ütopyalar bazen bir şiirle, bazen bir çizimle, bazen bir söyleşi ile bazen öyküyle varlık buluyor. Bilimsel kavrayışların, tıbbın, biyolojinin cinsiyet rollerini nasıl beslediğinden, arzu mu, rıza mı sorusuna, feminist bir dünyada annenin bir gününe, cinsellikten, adalete, ırkçılıktan, feminist bir anayasaya kadar konuya dair hayati önemde olan birçok şey kitapta yerini alıyor.

Abone ol

DUVAR - Kadına yönelik şiddetin, tacizin, tecavüzün, düşmanlığın; gündelik hayattan iş ortamına, setlerden, yayın dünyasına kadar hiç eksik olmadığı bir dünyada ve toplumda yaşıyoruz. Cezasızlık, iyi hâl indirimleri, genel ahlâk kriterleri, tabular, kurumların üzerimize giydirmeye çalıştığı roller, toplumsal cinsiyet kodları ve sayısız durum içinde yaşadığımız ortamı beslerken elbette feminizmler üzerine daha çok konuşmak ve direnişi isyana dönüştürmek gerekiyor.

ÜTOPYADA DEĞİL, ŞİMDİ BURADA

Bu bağlamda geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları tarafından basılan, editörlüğünü Alexandra Brodsky ve Rachel Kauder Nalebuff’un yaptığı, “Feminist Ütopya Projesi ‘Daha İyi Bir Gelecek İçin Elli Yedi Tahayyül’” adlı kitap, kadınların deneyimlerinden beslenen ve feminist bir dünya nasıl olurdu sorusunun peşine düşen bir metin olarak karşımıza çıkıyor. Başlangıçta “ütopya” ve “proje” kelimeleri nedeniyle tasarlanmış, kusursuz bir dünya mı aranıyor diye düşündürse de metni okudukça öyle olmadığını tam tersine olması gerekenin ve çok doğal olanın peşine düşüldüğünü fark ediyoruz. Ayrıca metinlerine kitapta yer verilen yazarların, genellikle “kusursuzluk” iddiasının değil, yaşamsal olanın hayali için çalıştıklarını görünce biraz içiniz burkuluyor. Çünkü hâlâ tacize uğramamak, istediğin vakitte sokakta özgürce dolaşabilmek, bedenine müdahale edilmemesi, LGBTİQ hakları gibi konular ütopik bir tahayyül olarak, hayal edilen dünyaya yerleştiriliyor ve bu hayata dair olanın ütopik olarak konumlanması can acıtıyor. Kitap, beden konusundan, aileye, tıptan, biyolojiye, şiirden, denemeye, grafitiye, bilime, kapitalizme, okullardan, sınıflardaki sıra düzenine, kelimelerin yapısını bozmaya kadar pek çok konuyu tartışmaya açıyor ve tüm bunların çözümü hayallerle temellendiriliyor. Böylece burada konu edilenin ütopik, geleceğe yönelik, bir ideal olamayacağını tam da şu anda, yaşamın ortasında duran sorunlar olduğunu görüyoruz. Aslında bu kitabın şöyle bir sloganı olabilir bana kalırsa: Ütopyada değil şimdi burada olması gerekenler. İdeal değil, kusursuz değil çünkü insan gibi değişken duygulara sahip bir varlığın olduğu yerde sıfır sorunsuz bir yer düşünülemez. Bu sadece bir hak arayışı, talep de değil; çünkü hayata dair olan birilerinden istenmez, yaşam özgürce varolmak içindir ve buradaki yazıların hayalini kurduğu sınırsız bir özgürlük için direnmenin yolunu bulmak.

Feminist Ütopya Projesi, Alexandra Brodsky , Rachel Kauder Nalebuff, çev: Gül Varlı, 360 syf., İthaki Yayınları, 2018.

HAYAL ETMEK İSYANA DÖNÜŞTÜĞÜNDE 

Kitabın neden ortaya çıktığını aslında metnin girişinde yer alan şu cümleden de görebiliyoruz: “Bugüne ve yarına duyulan ihtimamın iç içe geçtiğini düşünüyoruz. Geleceği inşa etmek için önce onu hayal etmeliyiz. Bugünün gerçekleri üzerinden stratejiler kursak da, nereye doğru gittiğimizi görmeli ve devam etmeli ve gereken umudu toplayabilmeliyiz. Dahası hayal etmek, başlı başına, burada ve şu an gerçekleşen bir isyan biçimidir.” Öyledir sahiden çünkü bizi hayal etmeye iten şey orada olmayandır, o olmayan şey ise konu kadınlar olduğunda tacize uğramamaktır, mobbingsiz bir dünyadır, şiddetin her türlüsünün olmamasıdır. İşte bu anlama geldiğinde hayal etmek isyan etmeye dönüşür. Bu isyan bugünün gerçeklerinden yola çıkarak, olasılığı imkâna dönüştürmek için bir yola çıkmaktır. Bahsettiğimiz cümlenin sonunda söylendiği gibidir yani durum: “Kadınlar sırf hayal etmek ve daha iyi, daha özgür bir hayat istemek suretiyle bile kendine reva görülen hayatları ve halleri redderler.”

'ÖDÜNÇ BEDEN'E KARŞI

Beden en önemli sorunlarımızdan birisi çünkü bize dayatılan ölçülerde, matematiksel bir kusursuzlukla var olmamız gerektiği, cinsel arzumuzu kime yönelteceğimiz devamlı dayatılıyor. Reklamlar, medya, oyuncaklar, sosyal çevremiz ve bunlarla biçimlenen kapitalist politikalar hep bize bir beden dikte ediyor, bize ait olmayanı, kendi tanımımızda hayati rol üstlenmeyeni, üzerimize bir elbise gibi geçirmeye çalışıyor. Bu nedenle de “Feminist Ütopya Projesi”nde kadınların üzerinde durduğu önemli konulardan biri beden olarak karşımıza çıkıyor. Elizabeth Deutsch “Bedenlerimiz, Biz” adlı yazısında konuyu kendi deneyiminden yola çıkarak ele alıyor. Yeme bozukluğu sorunu yaşadığından ve bu süreçte bedeni dışında başka bir şey düşünemediğinden bahsediyor. Bedeninin parçalarının -mesela “bacağının”- artık kendisinin olmadığını bile hissettiğini anlatıyor. Ve bu konuda (çok hoşuma gittiğini söylemeliyim) “ödünç beden” adlı bir kavram ortaya atıyor. Nedir bu “ödünç beden” derseniz, bize dikte edilen, üzerimize oldurulmaya çalışılan, kendimize ait olmayan bir beden olarak tanımlayabiliriz sanıyorum. Şöyle söylüyor Deutsch: “Medyanın resmettiği imajın, reklamlarda gördüğümüz kadın imajının artık ödünç alınmasını istemiyorum. Barbilerden ve çizgi figürlerden ödünç almaya son verilsin.” Düşününce, Deutsch’un talebinin haklılığı üzerine tartışmak gereksiz. Tüm bu bahsedilen “ödünç beden”ler, bize ait olmayanın dayatılması demek oluyor bu aynı zamanda bedenin tahakküm altına alınıp, belirli kalıplarda biçimlenip, başka türlüsünün “farklılaştırılıp” “ucubeleştirilmesi” anlamını içeriyor. “Ödünç beden fikri bedenlerimiz ile kendimiz arasında tahayyül ettiğimiz bir ayrımla mümkün hale gelir. Buna göre ruh -benlik- ayrıdır veya ondan koparılabilirdir. Ancak beden ile benliğin arasında bu mesafe olduğunda, beden (moda bir diyetle, perhizle ya da korseyle) kontrol edilebilir bir şey hâlini alır. En aşırı biçimleriyle kontrol, bedeninizin artık size ait olmadığı anlamına gelir” diye ekliyor Deutsch. Yani bedenimizin kontrol altına alınması esasında bizim benliğimizin de kontrol altına alınması anlamına geliyor. Bu bir bakıma varlığımızla bizim aramıza giren bir perde gibi, kendi olmaya, oluşa müdahale. İşte bundan dolayı yazar haklı olarak “ödünç beden” dayatmasına karşı çıkarak, kendi hayalini bunun olmadığı bir dünya üzerine kuruyor.

KORSELERİ SAPAN YAP, OYUN OYNA 

Erın Matson ise “Bedeninden Utanmadan Geçen Bir Gün” adlı yazısında beden konusunu ele alıyor ve şöyle hayal ediyor: “İnsanların bedenlerinden utanmadığı bir dünyada, vaktiyle genç yaşlı tüm kadınları baskı altında tutan alet edevat yok olmaya ya da yeni bir amaç için kullanılmaya başlar. En gözde ruj setleriyle yağlıboya sanat eserlerinin en iyi örnekleri ortaya çıkar. Lastik korseler kahkahalarla yerde yuvarlanan çocuklara nişan almak için sapan gibi kullanılabilir.” Burada ifade edilmeye çalışılanı iyi anlamak gerek yazar bunlardan tamamen kurtulmayı veya bu ürünleri kullanmamayı dikte etmiyor. O sadece bunların zorunluluk olarak algılatılmasına karşı çıkıyor ki sonraki cümlelerinde bunu görebiliyoruz: “İnsanların bedenlerinden utanmadığı bu dünyada yine de ruj sürebilir ve güzellik ürünleri kullanabilirsin, önemli değil. İstersen yine kısa etekler, uzun etekler veya taytlar giyebilirsin. Kullandığın eşyalar ya da üzerindekiler seni tanımlamaz. Hepsi farklı seçeneklerdir. Lakin hiçbiri zorunlu değildir.” Yazarın bahsetmeye çalıştığı herhangi bir ürünün, bir elbisenin seni tanımlayan olarak, sana seni var eden olarak dayatılması kendi isteğinden çok onları sana öyle olması gerektiği öğretildiği için kullanman. Matson’ın hayal ettiği dünyada bu ürünler başka amaçlar için kullanılabileceği gibi özne bunları kullanmaya kendisi karar verecek, kararını etkileyen toplumsal gözetim veya başka herhangi bir dikte edici durum olmayacak. Böylece bedenimiz utandığımız olmaktan çıkacak, birilerinin belirlediği ölçülere göre değil, kendi isteğimiz doğrultusunda var olacak ve kontrol kendi elimize geçecek.

'BIRAKIN DA OĞLAN TÜTÜ GİYSİN'

Erkekliğin de kadınlık gibi inşa edildiğini biliyoruz. Her ne kadar bizim gibi toplumlarda kadınlar gözetimi ve kontrolü daha çok hissediyorsa da kültürel erkeklik de aslında cinsiyet meselesinin önemli bir boyutunu içeriyor. “Feminist Ütopya Projesi”nde bu konuda da başka dünya hayalleri ortaya konuyor. Örneğin; Yamberlie M. Tavarez “Bırakın da Oğlan Tütü Giysin” adlı metninde çocukluktan itibaren toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl bireye aşılandığına dikkat çeken ve bu durumu bozguna uğratan bir dünyadan sesleniyor okura. “Pembe ya da mavi battaniyelere sarılı bu zihniyetlerin yapılarını sökelim. Genç dimağlara ektiğimiz yeni tohumlara odaklanalım. Şartlanmaları kırıp geçirelim. Cinsiyetin dayatılmadığı, kafaların bu gülünç anlayışla meşgul olmadığı yeni bir kuşak yetiştirelim” diyor Tavarez. Gerçekten artık bu yapıları sökmek gerekiyor bunun için de çocukluktan hatta bebeklikten itibaren içine doğduğumuz, pembe ve mavi odaları yıkarak işe başlamalıyız belki de. Bu cinsiyet kurgusunu yıkmak çok da zor olmasa gerek değil mi? Tavarez’in örneklerinden, yola çıkabiliriz mesela, şöyle diyor: “Ryan’a (oğlu) ağlamanın doğal olduğunu söyleyeceğim… Kız yeğenlerime düşündüklerini açıkça dile getirmelerini, softbol oynarken eğlenmelerini, hayatı ve dünyayı sorgularken tutkulu olmalarını, “neden olmasın” diye sormalarını söyleyeceğim. Çıtkırıldım prensesler, başı dertte yardıma muhtaç hanımlar, peri masalı meraklıları, züppe bir prens bozuntusunun hikâyesinde yan karakter olmadıklarını söyleyeceğim!” İşe tam da buradan başlamak gerekiyor belki de erkeklerin ağlayabildiği, kadınların, kendilerine yan rollerin biçildiği masalların yapılarını söktüğü, prenseslerin değil de cadıların geleneğinin sürdürüldüğü bir yaşam inşa etmekten. Çünkü ancak böyle özgürleşebilir, kendi varlığımızla bir oluş gerçekleştirebilir ve üzerimize giydirilmeye çalışılan kimliklerden, rollerden sıyrılabiliriz. Çocukları cinsiyetsiz bedenlerle var edebilir onları toplumun yüklediği rollerden, kimliklerden kurtarabiliriz. Bu da ütopya değil esasında şimdi burada olan ve küçük adımlarla değiştirilebilecek, geleceğe atılmayacak bir durum.

“Feminist Ütopya Projesi ‘Daha İyi Bir Gelecek İçin Elli Yedi Tahayyül’” adlı kitap elli yedi tane farklı dünya hayali sunuyor bize. Ütopya olarak tasarlanmış olsa da kitapta sorgulananların gerçekleşmesi ütopik değil yani tasarlanmış, aşamalı bir gelecekte değil şimdide ve yaşamsal. Bu ütopyalar bazen bir şiirle, bazen bir çizimle, bazen bir söyleşi ile bazen öyküyle varlık buluyor. Bilimsel kavrayışların, tıbbın, biyolojinin cinsiyet rollerini nasıl beslediğinden, arzu mu, rıza mı sorusuna, feminist bir dünyada annenin bir gününe, cinsellikten, adalete, ırkçılıktan, feminist bir anayasaya kadar konuya dair hayati önemde olan birçok şey kitapta yerini alıyor. Bu nedenle, kısa kısa metinlere genellikle kendi deneyimlerinden yola çıkarak, kocaman dünya hayalleri sığdıran kadınların hikâyelerini ve dert ettiklerini kaçırmamalı. Çünkü anlatılan tam da şimdimizde yaşadığımızın, sorunsallaştırılmış öyküsü.