Fazıl Say, Poe'nun çanlarını çalarken

Fazıl Say yeni bestesi 'The Bells'i Türkiye'de ilk kez Ankara Bilkent Odeon'da seslendirdi.

Abone ol

Özlem Akarsu Çelik

DUVAR - Aylar öncesinden alınmış biletlerimizle olağanüstü bir deneyim yaşayacağımızı bilerek gittik 4 Haziran cumartesi akşamı Ankara Bilkent Odeon'un açık hava sahnesine. Serindi ama kimse üşümüyordu çünkü Fazıl Say kendi bestesi, "The Bells, Op.50"yi Türkiye'de ilk kez seslendiriyordu. Nefesimizi tutmuş dinliyorduk.

İki nadide yeteneğin buluşmasına tanıklıktı yaşadığımız. 19'uncu yüzyılın dâhisi, dünya edebiyatının aykırı ismi Edgar Allen Poe ile Fazıl Say'ın eşsiz düetiydi dinlediğimiz, ki bu buluşma tesadüf değildi; Poe'nun ölümsüz şiirlerinden The Bells (Çanlar), Rachmaninoff'tan Lou Reed'e, The Alan Parsons Project'ten daha pek çoklarına sayısız sanatçı tarafından bestelenmişti. Poe'nun şiirinde kullandığı uyaklar, aliterasyonlar başlı başına bir şarkıydı zaten. Şiirin öyle eşsiz bir melodisi vardı ki, onu duymamak imkânsızdı.

Dört bölümden oluşan The Bells'de sırayla gümüş, altın, bronz ve demir çanların betimlediği anlatıyı, her bir bölümün şu ilk dizeleri özetliyordu aslında:

Birinci Bölüm

Duyun kızakların çanlarını-

Gümüş çanları!

Melodileri nasıl da haber veriyor neşeli bir dünyayı!

...

İkinci Bölüm

Duyun tatlı düğün çanlarını-

Altın çanları!

Uyumları nasıl da muştuluyor mutlu bir dünyayı!

...

Üçüncü Bölüm

Duyun yüksek sesli tehlike çanlarını-

Bronz çanları!

Nasıl bir korku hikayesi anlatıyor şimdi çınlamaları!

...

Dördüncü Bölüm

Duyun çanların çalmasını-

Demir çanları!

Tekdüze sesleri nasıl kederli bir dünyayı dayatıyor!

...

"Çanlar" şiiri kimine göre doğumdan ergenliğe, oradan yetişkinliğe ve yaşlılığa, son olarak da ölüme dair hayatın ta kendisini anlatıyordu. Kimine göreyse bir aşkın evrelerini. Poe'nun Çanlar şiiriyle ilgili daha pek çok yorum yapıldı, yapılıyor, yapılacak da. Fazıl Say ise başka bir yorumu aktardı eseri takdiminde. "Hülyalarda başlayıp kâbuslarda biten" şiirinde Poe'nun kafasındaki cennet ve cehennem tasvirine tanık olacağımızı söyleyerek oturdu piyanosunun başına. Say'a, kurucusu olduğu Nazım Hikmet Korosu ile vurma sazlar eşlik etti. Yaklaşık 20 dakikalık kantat büyüleyiciydi, sarsıcıydı, eşsizdi.

ÇANLAR'DAN SHERLOCK HOLMES'E...

Dünya edebiyatına yön vermiş isimlerden - pek tabii kıymeti yaşarken bilinmeyenlerden- Amerikalı yazar, şair, edebiyat eleştirmeni ve editör, modern anlamda korku, gerilim ve polisiye türlerinin öncüsü, hatta Sherlock Holmes'ün de ilham kaynağı Edgar Allen Poe'nun hayaleti yanı başımızdaydı konser boyunca.

40 yaşında bu dünyadan göçmüş ama ölümü dahi eserlerinde hep hatırlattığı o en karanlık tarafımızı tatmin edememiş, ölümüyle ilgili çeşitli rivayetler ortaya atılmış Poe'nun en çok bilinen yapıtı nedir diye sorsam, şüphesiz Annabel Lee dersiniz, değil mi? Melih Cevdet Anday'ın çevirisiyle çoğumuzun lise yıllarında ezberlediği o meşhur şiir.

Poe'nun çanları Ankara'da çalarken aklıma Poe 27, o ise henüz 13 yaşındayken evlendiği kuzeni Virginia geldi. Sahi onun için mi yazılmıştı Annabel Lee? O çocuk gelin ki, şiirdeki gibi sevmekten ve sevilmekten başka bir şey düşünmeyen o bedbaht genç kadın, veremden öldüğünde 24 yaşındaydı.

Yazdığı kısa, karanlık öyküleriyle okuyucularına her daim "Bir düşün içinde düş mü bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?" sorusunu sordurtan Poe'nun, eşi Virginia'yla paylaştığı mezarının taşını süsleyen "Kuzgun" mu yoksa en sevdiğiniz şiiri? Sherlock Holmes'e ilham veren Dedektif Dupin'le tanıştığımız Morgue Sokağı Cinayetleri mi yoksa Kızıl Ölümün Maskesi öyküsü mü tercihiniz?

KUZGUN'DAN YİĞİDİM ASLANIM'A...

Konserin ikinci bölümünde, Fazıl Say konuk sanatçıların da eklendiği Bilkent Senfoni Orkestrası eşliğinde Carmina Burana'ya hayat verirken soprano Burcu Uyar'ın büyüleyici sesiyle ve Güvenç Dağüstün'ün kontrtenor-bariton yorumunun eşsizliğiyle kendimizden geçmesek ilk bölümde yanımıza oturan Poe'nun hayaleti yakamıza yapışıverecekmiş gibiydi. Carmina Burana'nın bitişinde öyle bir alkış koptu ki, sanatçılar izleyicileri bir kaç kez selamladılar ve tekrar sahneye çıktıklarında hepimizi bir sürpriz bekliyordu. Öncekini unutturan şiddette bir alkış koptu bu kez. Fazıl Say, "Yiğidim Aslanım"ı çalıyordu.

Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Nazım Hikmet için yazdığı, Zülfü Livaneli'nin bestelediği bu eserin Ankaralılar için farklı bir anlamı vardı. 24 Ocak 1993'te katledilen gazeteci Uğur Mumcu'nun Ankara'daki cenazesinde o mahşeri kalabalığın hep bir ağızdan bu şarkıyı okuduğu gün dün gibi hatırındaydı yaşı elverenlerin. Bilkent Odeon'da, binlerce kişi hem söylüyor hem ağlıyordu katledilen, katledilmeye devam edilen güzel insanları anımsayarak.

Şarkının bitiminde Nazım Hikmet Korosu'nun yanına giden tüm sanatçılar koronun koreografisine uyarak işaret parmaklarıyla bir yönü gösterdiler. Daha sonra Fazıl Say'ın sosyal medya paylaşımlarından anladık ki işaret ettikleri yer Anıtkabir'miş. Onlar Atatürk'ü işaret eder ben E. A. Poe'nun gizemiyle uğraşırken bu yazıyı kaleme aldığım dakikalarda televizyonda bir ses duydum, "Anneliği reddeden kadın, yarımdır!" diye buyuruyordu! Duyar duymaz kendimi tıpkı Poe'nun öykülerindeki gibi diri diri duvara gömülüyormuş gibi hissettim. Tarifsizdi, korkunçtu ve maalesef gerçekti! Bir günlüğüne dahi olsa sanatla, Poe'yla şiirle, müzikle baş başa kalamayacak mıydım/kalamayacak mıydık? En karanlık o Poe dizesi çınladı beynimde, "Dedi Kuzgun: Hiçbir zaman!"