'Farklı olacağız düşüncesi klişeye dönüşüyor'

Yönetmen Özer Kızıltan ile ilk uzun metrajlı filmi "Takva"ya ve kendi sinema serüvenine dair sohbet ettik. Ödüllü yönetmen, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak ders veriyor.

Abone ol

"Takva" filmi ile aklımıza kazınan film yönetmeni Özer Kızıltan ile sinemayı, dizi filmlerini, sinema bölümündeki hocalığını ve bağımsız sinemayı konuştuk. Konu dağıtım meselesine gelince Kızıltan, "Dağıtım meselesini çok bilmiyorum ama iyi filmin karşılığını bulacağını düşünüyorum. Sinemada bulmasa, televizyonda bulur. Bir işi düzgün yaparsanız mutlaka karşılığını bulur." dedi.

Çocukken çok film izler miydiniz?

Haftada bir giderdim. Annem harçlık verdikçe…

70’lerde…

70’lerde… Hatta 60’ların sonunda… Karagümrük’te büyüdüm ben. Şimdiki Feza Düğün Salonu’nun olduğu yer sinemaydı mesela. O zaman bizim semtte dört tane sinema salonu vardı.

Aksaray’da altı- yedi tane sinema vardı, Şehzadebaşı’nda da yedi- sekiz tane sinema vardı. Hep oralarda geçti çocukluğumuz. Televizyon filan da yok tabi herkeste. Haftada bir giderdik sinemaya, harçlığımız yeterse iki de olurdu o rakam. Bazen aralardan kaçak sızmalar da yapardık.

O dönemler hep Yılmaz Güney’in, Ayhan Işık’ın filmleri var tabi… Özellikle takip ettiğiniz bir aktör olur muydu?

Özer Kızıltan

Ne geliyorsa onu seyrediyorduk biliyor musun? Karagümrük Kalkan Sineması’na, Arı Sineması’na ne geliyorsa artık… Duygusal filmleri izliyorduk genelde, annemle beraber gidiyorduk çünkü.

Cüneyt Arkın’ın filmlerine filan da gidiyorduk. Yabancı filmlere de gidiyorduk tabi, karate filmlerine filan özellikle…

İzlediğiniz ilk filmi hatırlıyor musunuz?

Vallahi hatırlıyorum gibi… Siyah beyaz bir filmdi. Beşiktaş’ta Yıldız Sineması vardı, şimdi orası konser salonu oldu galiba. Ediz Hun’un oynadığı bir filmdi ama kadın oyuncuyu hatırlamıyorum.

8 SENE HUKUK OKUDUKTAN SONRA SİNEMA

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü’ne giriyorsunuz, 1989’te? 1963 doğumlu değil misiniz? Geç kalmışsınız biraz…

Evet, 26 yaşında girdim ben sinema bölümüne.

Neden?

Sekiz sene hukuk okudum ben. Tam okudum da sayılmaz aslında. Ben birinci sınıfı bitirdiğimde 82 anayasası kabul edilmişti. O anayasaya bakınca "ülkede hukuk mukuk kalmadı, bu saatten sonra okumanın da anlamı yok" dedim ama üniversitenin tiyatro topluluğunda olduğum için derslere devam ettim.

Okuldan atılmamak için arada derslere gidip geldim ama asıl tiyatroyu çok seviyordum. Kaç ders vermem gerekiyorsa, o kadarını verip okulda kalıyordum işte. Son sınıfa kadar geldim ve sinema okumak için okuldan ayrıldım.

Mimar Sinan o zaman yetenekle öğrenci alıyordu değil mi?

Evet.

Şu an merkezi sistemle yani üniversite sınavı puanına göre alıyor ama…

Evet.

'ÖĞRENCİLER 5 TANE TÜRKİYE ŞAİRİ SAYAMIYORLAR'

Siz şu anda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak ders veriyorsunuz. Sizce doğrusu hangisi? Yetenekle mi öğrenci almak, merkezi sistemle mi?

Yetenek sınava girmek için o bölümü istemek lazım. Bilerek, isteyerek yaptığın bir tercih olmalı… Ne yapmak istiyorsun orada mesela… Genelde mesela, benim dönemimde öğrenci olanlar ya da bizden öncekiler, başka bölümlerde aradığını bulamamış ve ondan sonra sinema okumaya karar vermiş insanlardı. O formasyona sahip insanlardı. Ama şimdi çocuklar liseden çıkıyor ve sinema okumaya geliyor.

Hayatında yüz tane film seyretmemiş çocuk… On tane kitap okumamış… Ben öğrencilerime soruyorum mesela… "Beş tane Türk şair sayın!" diyorum, sayamıyorlar. İnanılmaz yani… Şimdi böyle bir sorun var ama merkezi sistemle gelip de çok başarılı işler yapan öğrenciler de var. Ama genel itibariyle merkezi sistemle gelen öğrenciler için film izleme ve kitap okuma eğitimi vermek gerekiyor.

Tabi bu durum biraz da 80 darbesiyle de alakalı sanırım. Sizin kuşak o günleri yaşıyor değil mi?

17 yaşındaydım ben o zaman. Erdal Eren’in asıldığı yaştaydım. O zamanın 17 yaşı şimdinin 25 yaşına filan denk düşüyor açıkçası. Birikim anlamında… Çok yakın ve sıcak yaşadım o günleri. 12 eylül darbesi bir projeydi… Apolitik bir kuşak yaratmak için yapıldı o darbe.

1980’de doğanların çocukları oldu ve aynı apolitik yaşantıyı onlar devam ettiriyorlar. Ye, çalış, eve git, uyu… İnsanlardan bütün istenen buydu. En başta da insanlardan beklenen, kendi kültürlerine yabancılaşmalarıydı ve bunda da başarılı oldular.

'İNSANIN DERDİNİ ANLATABİLECEĞİ BİR MECRA OLMALI'

89’ yılında sinema okumaya başlıyorsunuz. Üstelik hukuk fakültesini bırakarak… Kimse demedi mi o zaman "bırakma, aç kalırsın" filan diye…

E tabi, hukuk para ediyordu o zaman. Sinema para etmedi. Babam konuşmadı benimle kaç sene. O dönemde benim önceliğim sinema üzerinden para kazanmak değildi.

Kendimi ifade etme aracı arıyordum, sinema da o ihtiyacımı karşılıyordu. Derdi olmalı insanın. O derdini de anlatabileceği bir mecra… Sinemaysa sinema, tiyatroysa tiyatro… Keşke ressam olsaydım da hiçbir şeye muhtaç olmasaydım, tek başıma anlatabilseydim derdimi ya da ne bileyim müzisyen olsaydım keşke. Zamanında babam mandolin alsaydı, müzisyen olurdum. (gülerek)

Okula başladıktan sonra ardı ardına kısa filmler yapıyorsunuz.

Tabi, dört tane kısa film çekmeden okuldan mezun olamıyorduk. Hatta o dört filmden biri Adana Öğrenci Filmleri Festivali’nde ödül aldı. O sayede de bana televizyon piyasasında iş verdiler. Kısa filmler bizim sınav kağıtlarımız aslında. Kısa film, sinemanın estetik kalıpları ile kendimizi ifade etme aracımızdı da aynı zamanda ve biz onu öğrenmek zorundaydık.

Okul bitince de "Zümrüt/ Gözlerim Aklına Gelirse" filmini yapıyorsunuz. İlk uzun metraj filminiz…

Benim ilk profesyonel işim. 16 mm çektim. Show TV ve Cine 5’in ortak yapımıydı. Eski Türk filmlerinin yeniden çekilmesi üzerine bir projeydi o. Ben de Lütfi Akad’ın o filmini seçtim. Okuldayken hocamdı zaten. Hayallerimden biriydi o. "Çalışacağım, kendimi ispat edeceğim, ondan sonra da o beğenilmeyen Yeşilçam filmlerinden birini yeniden çekeceğim" diye.

Sonrasında televizyon dizileri başlıyor.

Evet, "Zümrüt" beğenilince televizyonlardan iş gelmeye başladı. Tabi o farklı bir estetik… Benim eğitimini almadığım bir şey. İlk birkaç bölüm adapte olamadıysam da sonradan oldum. Sinemayla çok ilgisi yok dizi meselesinin. Ortada endüstriyel bir format var. Sinema filmi çekmeyi hocalarımdan, dizi film çekmeyi asistanlarımdan öğrendim.

'FARKLI OLACAĞIZ DÜŞÜNCESİ DE KLİŞEYE DÖNÜŞÜYOR'

"Takva" filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?

O aslında yaşadığımız dünyayla ilgili bir şey. Biraz da kişisel bir yönü var tabi o filmin. Dünyayla nasıl etkileşiyorsun filan… O dünyada yaşıyoruz hepimiz… Niteliği hiç önemli değil. Müslüman olabilirsin, komünist olabilirsin, milliyetçi olabilirsin…

İnanç hep ön planda bu ülkede yaşayan insanlar için. Müslüman bir kültürde büyüyoruz, yaşıyoruz. İyi olmaya çalışmak, modernitede mümkün mü? Biraz bunu düşündük açıkçası. Moderniteyle bir hesaplaşma olabileceğini düşündük filmin. "Takva" bütün bu düşüncelerin yansıması… Kişisel hikâyelerimiz, kişisel tarihimiz… Özellikle de senaristin. Önder’in(Çakar) de babasından yola çıkarak oluşturduğu bir hikâye.

"Takva" ortaya çıktığı dönemde "bağımsız film" olarak niteleniyordu sanırım. Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz?

.

Sinema çok endüstriyel bir sanat… Dolayısıyla da bağımsız değil. Parasız film yapılması çok zor…

O dönemde mesela bakanlıktan para aldık, Euroimages’dan para aldık, Fatih Akın’ın Almanya’daki şirketi filme ortak oldu. Buna rağmen ucu ucuna yetiştirdik, parasız kaldık "Takva"yı yaparken. O formatta, o ölçekte bir filme bağımsız film demek doğru değil. Demek isterdim "bakın bağımsız film yapıyoruz" diye de, değildik yani. Her yere bağımlıydık. Şu anda bir sürü projemiz var ama para yok. Para olmayınca film yapmanız çok zor. Çünkü sinemanın ortaya çıkışı endüstriyel…

O dönem "Takva" iyi de gişe yapıyor sanırım.

Tabi, tabi. 350bin gişe yapmıştı. Hatta televizyonda gösterildiğinde, AB kategorisinde birinci oluyor, totalde de dördüncü oluyor. Çok seyrediliyor film, hala da seyrediliyor.

"Takva"yı bu dönem yapsaydınız sizce ne olurdu? Şu anki dağıtım ağıyla "Takva" o kadar çok izlenir miydi?

Dağıtım meselesini çok bilmiyorum ama iyi filmin karşılığını bulacağını düşünüyorum. Sinemada bulmasa, televizyonda bulur. Bir işi düzgün yaparsanız mutlaka karşılığını bulur.

Şimdi mesela ben son Antalya Film Festivali’ne gittim. Film Yönetmenleri Derneği’nin özel ödülü vardı, o ödülü verecek jürideydim. Bütün filmleri de izledim. Çok keyif aldığım filmler de vardı, "bunu niye çekmişler?" dediğim filmler de vardı.

Biraz da salonların dolu olmasını istiyor muyuz diye düşünmemiz lazım. Bu gişeye yönelik bir kaygı değil. Anlatacağımız şeyi nasıl anlattığımızla da ilgili. Farklı olacağız düşüncesi aslında klişeye dönüşüyor zamanla. Bence o klişeleri de kırmamız gerekiyor.