Eytan İpeker: Türkiye'de belgeselci olmak özel bir cesaret gerektiriyor

Yönetmen ve kurgucu Eytan İpeker ile belgesel sinemayı konuştuk. İpeker, "İsrail’deki sosyo-politik bir mesele üzerine konuşmak benim için bir bakıma daha kolay. Bu anlamda ülkemizde belgeselci olmanın özel bir cesaret gerektirdiğini düşünüyorum. Eğer suya sabuna dokunmayan sevimli kedi videoları yapmıyorsanız, öyle ya da böyle bir politik fay hattında olmanız kaçınılmaz" dedi.

Abone ol

DUVAR - Yönetmenliğini yaptığı “Miss Holokost Survivor” isimli son belgesel filmiyle İstanbul ve Antalya Uluslararası Film Festivalleri'nde yarışan Eytan İpeker, aynı zamanda kurguculuk da yapıyor. Aynı festivallerde gösterilen “Ah Gözel İstanbul” ve “Mimaroğlu” gibi projelerin kurgusunu yapan İpeker, son 2,5 yıldır Berlin’de yaşıyor.

İpeker ile bir araya geldik ve belgesel sinema üzerine konuştuk.

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Yaratıcı belgeselde hayal kurmak kadar, belgeselini yaptığınız şeyin size sunduğu fırsatları iyi değerlendirmek gerekiyor. Ortaya çıkacak filme dair kafamdaki fikirler ne kadar net olursa olsun, çekim ve kurgu sırasında bunları bir kenara bırakmaya çalışıyorum. Örneğin “Miss Holokost Survivor”ı çekmeden önce filmin bir kumaş pazarlığıyla açılacağını hiç düşünmemiştim. Ama kurgu sırasında filmin pek çok temasını içinde barındırdığını hissettim. Karşınızdaki gerçeklikle dans etmeniz, onu hissedip buna göre filmi şekillendirmeniz gerekiyor. Biraz doğaçlama gibi. Mesela finansman sürecinde çeşitli kurumlara “şöyle bir film çekmek istiyorum, içinde böyle sahneler olacak” diye sürekli kendinizi açıklamanız gerekiyor ama bu biraz belgeselin doğasına aykırı.  

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Maalesef öyle. Örneğin festivallerde en iyi kurmaca film ödülü, en iyi film ödülü olarak düşünülüyor hep. Hatta kurmaca filmlerin yönetmeni, görüntü yönetmeni, kurgucusu, müzisyeni ayrı ayrı değerlendirilip ödüllendirilirken belgeselde böyle bir durum yok. Bu da kurmacayı belgeselin üstüne yerleştiren bir algıyı pekiştirerek bir çeşit kısır döngüye sebep oluyor. Mesela Altyazı Dergisi'nin “Mimaroğlu” belgeselini Yılın En İyi Yerli Filmi olarak değerlendirmesi bu tarz algıları kırmak adına çok önemliydi. 

'ÇEVRİMİÇİ MECRALAR SAYESİNDE YARATICI BELGESELLER DAHA GÖRÜNÜR HALE GELDİ'

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Belgesel sinemanın tarihi dediğiniz gibi son derece zengin. Ben kendimi daha çok gözlemci, acele etmeyen ve izleyiciye düşünme alanı bırakan yönetmenlere yakın hissediyorum. Bugün televizyonların yerini daha çevrimiçi mecraların aldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu sayede yaratıcı belgeseller daha görünür hale geldi. Örneğin “Miss Holokost Survivor”ı İstanbul Modern’de yapılan çevrimiçi gösteriminde 500 kişinin izlemiş olması ve biletlerin hızla tükenmesi benim için çok heyecan vericiydi. Normal şartlarda İstanbul’un trafiği ve karmaşası içinde, bu kadar seyirci toplayabileceğimizi düşünmüyorum.

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Çoğu insan belgeseli televizyonda veya çevrimiçi mecralarda izledikleri eğitici belgeseller üzerinden tanımlıyor. Hâlbuki belgesel aslında son derece ucu açık ve yaratıcı bir alan. O kadar ki belgeselin ne olduğunu tanımlamanın bile imkânı olduğuna emin değilim. Animasyondan deneysele pek çok kılığa girebiliyor. İllaki bilgi taşımak gibi bir zorunluğu da yok. Aslına bakarsanız sinema dilinin ne kadar manipülatif olduğunu bildiğim için, salt bilgi taşımak iddiasındaki belgesellere hep biraz şüpheyle yaklaşmışımdır. Yönetmenin bana otoriter bir dilden konuşmamasını yeğlerim. Youtube içeriklerini pek takip etmemekle birlikte bazen çok ilginç işlere sosyal medyada denk gelmek mümkün. Peşin bir önyargım yok.

'ÜLKEMİZDE BELGESELCİ OLMANIN ÖZEL BİR CESARET GEREKTİRDİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM'

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu maalesef ülkemizde çok büyük bir sorun. Yapmak istediğim birçok projeden “başıma bir şey gelir” korkusuyla vazgeçmişliğim var. Bu konuda cesur biri değilim. Türkiye’de bir belgeselci olarak toplumsal veya siyasi hassasiyeti olan bir meseleye el atıyorsanız, neredeyse bir aktivist cesaretine sahip olmanız gerekiyor. Bunun sonucu olarak da yapılan belgesellerin büyük bir kısmı, izleyicisini bilgilendirme ve sesini duyurma derdinde oluyor. Ve tabii ki böylesine bir varoluş savaşının içerisinde sanatsal kaygılar ikincil hale geliyor. Bu sebeple Türkiye’de yaşarken bir tür çıkışsızlık halindeydim. Hatta son belgeselimi yurt dışında çekmiş olmamın bu ruh haliyle ilgili olduğunu düşünüyorum. İsrail’deki sosyo-politik bir mesele üzerine konuşmak benim için bir bakıma daha kolay. Bu anlamda ülkemizde belgeselci olmanın özel bir cesaret gerektirdiğini düşünüyorum. Eğer suya sabuna dokunmayan sevimli kedi videoları yapmıyorsanız, öyle ya da böyle bir politik fay hattında olmanız kaçınılmaz.

'FİLM İZLEME ALIŞKANLIKLARININ İNTERNETE TAŞINMASI BELGESELİN GÖRÜNÜRLÜĞÜNÜ ARTTIRDI'

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Günümüzde belgeselin giderek internet üzerinden izlenmesi, sinema salonları ve televizyonların süre kısıtlamalarından bizi özgürleştirecek diye düşünüyorum. Kaldı ki eskiden belgesellerin sinemada gösterim şansı bulması zordu. Şu anda film izleme alışkanlıklarının internet mecrasına taşınması belgeselin görünürlüğünü arttırdı. Ancak bu konuda çok da naif olmamak lazım. Sinema salonundaki konsantrasyonu ev ortamında yakalamak çok zor, hatta kendi adıma konuşmam gerekirse mümkün değil. Bu da daha hızlı, daha basit, daha tüketilebilir anlatıların öne çıkmasına yol açabilir. Mesela Frederick Wiseman’ın “The National Gallery” filmini İstanbul Film Festivali’nde izlediğim zamanı hatırlıyorum. Gösterim boyunca o karanlık salonda filmle nasıl bir iç diyalog halinde olduğumu, sorular sorduğumu, filme bazen kızdığımı, yer yer sabrımın zorlandığını, ama sonradan sıradan gözüken anların giderek nasıl derin hisler uyandırdığını hatırlıyorum. Bu tarz bir deneyimi evde yaşamak benim için kolay değil.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Son dönemde daha ziyade kurgucu olarak çalışıyorum. Beni heyecanlandıran projelerin içinde olmak çok ilham verici çünkü farklı yönetmenlerin çalışma ve düşünme biçimlerini yakından gözlemleme fırsatı veriyor. Ayrıca yönetmenlerin bazen içgüdüleriyle hareket edip kurgu konusunda profesyonel kurguculardan çok daha yaratıcı olabildiklerini düşünüyorum.