Ermeni’nin yüzüne bakmak

Türkiye’nin Azerbaycan’la arasındaki, iki devlet tek millet sloganında somutlaştırılan “soy” temelli bağın Azerbaycan’a yönelik sempatiyi beslediğini biliyorum. Peki, yüzyıllardır birlikte yaşayan Türkler ve Ermeniler arasındaki bağa ne olacak?

Abone ol

Rober Koptaş*

Yervant Odyan 1914-18 arasında başından geçen felaketleri anlattığı Lanetli Yıllar’da yazıyor. I. Dünya Savaşı’nın ilk aylarında Karagöz gazetesi, “Savaşın gidişatını anlamak istiyorsanız Ermenilerin yüzüne bakınız. Eğer onlar gülüyorsa demek ki Fransızlar ve Ruslar kazanıyor, yok eğer onların yüzü kederliyse emin olun ki kazanan Almanlardır” diye mizah yapıyormuş. O zamanın Ermeni haletiruhiyesini anlamak mümkün: Savaşı yücelten retoriğiyle, gemi azıya almış şovenizmiyle, az sonra Yavuz ve Midilli’ye Sivastopol’u bombalatacak kadar gözü dönmüş İttihatçıların Almanlarla işbirliğini sağlamlaştıracak zaferler Ermeniler için ölümcül sonuçlar doğurabilirdi. Bunu sezmemek imkânsızdı. Nitekim yanılmadılar. Karagöz’ün alaycı tavsiyesinden birkaç ay sonra koca bir halkın Anadolu topraklarından silinmesi planı adım adım icra edildi. Yervant Odyan da halkının kaderinden nasibine düşeni en ağır şekliyle aldı.

Bugün, yüz beş yıl sonra, bir avuç insan dışında ne Odyan’ı hatırlayan kaldı ne de cephede olup biteni anlamak için yüzüne bakılacak Ermeni. Karagözler ise dört bir yanda. Bir aydır arkadaşlarımın, sevdiklerimin yüzlerine bakıyorum, onların aynasında kendiminkini de görüyorum. Kireç beyazı suratlarımız. O elemli beyazlığın içinde Odyan’ın ve onun neslinin gördüğü karabasanları görüyorum. Sonra yüzlerdeki beyazlık dört bir yanımızı sarıyor ve biliyorum, hayaletler her yerde.

Karabağ’da 27 Eylül günü başlayan ve burada, İstanbul’da erken uyanılmış bir pazar sabahının mahmurluğuyla tesadüfen haberdar olup daha ilk dakikalarında önceki rutinleşmiş ateşkes ihlallerinden farklı bir boyutta seyredeceğini anladığım savaşın Türkiye’de yarattığı ortam, dünya âlem yaşadığımız şu cehennemî günlerde ateşi bazılarımız için iyice harladı. Kızan ateş biz kılıç artığı Türkiyeli Ermenileri fena halde yakarken, bir tarafımızsa buz kesiyor. Yakan tarafta, yükseltilmeye çalışılan şiddet ortamının aleviyle yok edilme korkusu var, tedirginlik, kaygı, huzursuzluk var. Buz kesen tarafta ise bildiği gerçekleri anlatamayacak olmanın verdiği biçarelik, donukluk, buralarda istenmiyor olduğumuzu artık iyiden iyiye idrak etmenin hayal kırıklığı, evin bildiğin yerin aslında evin olmadığını görmenin yarattığı yıkıntı, dost bildiklerinin suskunluğu ve resmi anlatı yoluyla yaratılan “hain, arkadan hançerleyen, kahpe Ermeni’’ imgesinin nasıl Türkiye’de tüm kesimlerin ortak bilinçaltında yer ettiğini fark etmenin dehşeti var.

Türkiye, Karabağ’la ilgili olarak bu defa, daha ilk andan itibaren, geçmişten beri taraf olduğu, ancak bu tip sıcak durumlarda genelde Azerbaycan’a güçlü bir manevi destek beyanıyla yetinip süreci izlediği önceki tutumundan farklı bir yol tutturdu. Üçüncü taraf gibi değil, savaşa girmiş bir ülke gibi davrandı. İletişim Başkanı ve Dışişleri Bakanı çatışmaları başlatanın Ermeni tarafı olduğunu, saldırganın Ermenistan olduğunu birinci saniyede ilan ettiler ve sonrasında da en yüksek resmi beyanlar, bizatihi Cumhurbaşkanı’nın ağzından da, Ermeni teröründen, Ermenistan’ın bölgede barışa büyük bir tehdit olduğundan dem vurarak gerilimi sürekli olarak en yüksek seviyeye çıkarmayı, adeta bir seferberlik başlatmayı amaçladı. Her ne hikmetse çatışma bölgesinde anında bitip canlı yayına geçen TRT’nin yayınlarıyla “saldırgan Ermenistan” mottosu zihinlere yerleşti ve ne gariptir ki, resmi açıklamalara her zaman mesafeli, hele ki günümüz rejiminin yalan mekanizmalarına fazlasıyla aşina muhalif cenahtaki okuyup yazan kitle dahil, herkesi esareti altına aldı.

Askeri harcaması muhatabından altı kat daha az olan, daha küçük ve daha kötü donatılmış bir personel gücüyle bir toprak parçasını savunmaya odaklanmış bir ordunun, yıllardır en yüksek teknolojiyle üretilen silahları satın alarak güçlenen hasmına saldırmasının mantığının ne olduğu sorgulanmadığı gibi, alanda, bölgede, cephede, o an, o gün, o sabah gerçekten ne yaşandığına bakılmadı. Saldırıya uğrayan bir ülkenin nasıl olup da bir anda, uzunluğu yüzlerce kilometreyi bulan temas hattının farklı bölgelerinde taarruza geçtiğine, son yıllarda, hatta özellikle son aylarda askeri harcamalarının nasıl da çarpıcı bir şekilde yükseldiğine bakılmadı. Görmezden gelinen bu gerçeklere rağmen, daha doğrusu onun sayesinde oluşturulan “saldırgan Ermenistan-saldırgan Ermeniler” algısı, zaten onyıllardır tekrarlana tekrarlana nedeni niçini sorgulanmadan zihinlere kazınmış “işgalci Ermenistan” kabulüyle birleştirildi ve bu da kolaylıkla Ermenilerle ilgili kolektif bilinçle ya da bilinçaltıyla eşleşerek mutlak doğru kabul edildi.

Ondan sonra artık herkesin kendi meşrebince “tepkisini” göstermesi meşruydu. Kimi kaç yıldır komşusu ya da iş arkadaşı olan Ermeni’nin gözlerinin içine baka baka dükkânına ya da sosyal medya hesabına Azerbaycan bayrağını astı, Seyhan Soylu gibi kimileri “Madem ki Ermenisin istemeden vermelisin!” diye kahkahalar eşliğinde Ermenilere haddini bildirdi, kimileri de askerdeyken bir bölük arkadaşımın yanındakine beni işaret ederek söylediği gibi, “Bunların soyunu kurutmadık diye hâlâ başımıza bela oluyorlar” dedi Ermeni’nin biri hakkında.

Evet, Ermeniler Karabağ’ı ve çevresindeki yedi rayonu 1994’ten, üç yıl süren Ermeni-Azeri savaşının sonunda imzalanan ateşkes anlaşmasından bu yana ellerinde tutuyorlar. Uluslararası kurumlar bu durumun Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü ihlal ettiği ve son bulması gerektiği yönünde kararlar aldı. Türkiye bu nedenle, sorun yaşadığı başka hiçbir komşusuna yapmadığı şekilde, Ermenistan’la sınırını kapattı ve zaten ekonomik olarak zor durumdaki komşusuna ambargo uygulamaya başladı. 1994’ten bu yana bölge fiilen Ermeni kontrolünde olsa da, aynı uluslararası kurumlar sorunun diplomatik yolla, Karabağ Ermenilerinin can güvenliğinin ve iradelerinin de, buna ilaveten, bölgeden ayrılmak zorunda kalan Azerbaycanlıların dönüş hakkının da dikkate alınarak çözülmesi yönünde bazı temel ilkeleri meşru kabul etti. Bu bağlamda Karabağ Ermenilerinin varlığı, statüleri ve can güvenlikleri önemliydi, çünkü Ermeniler Karabağ’da yayılmacı, teritoryal emellerle savaşmamıştı. Türkiye’de neredeyse hiç kimse Karabağ’ın nüfusunun çatışmalar ilk başladığında yüzde 75 oranında Ermeni olduğunu anımsamak istemiyor. 20. yüzyıl başında ise bu oran yüzde 90’ın üstündeydi. Yani Sovyet Azerbaycanı döneminde bölgedeki Ermeni nüfus kademeli ve sistematik olarak azaltıldı. Karabağ Ermenileri daha Sovyetler Birliği ayaktayken Ermenistan’a katılmak yönündeki iradelerini barışçıl gösterilerle ifade etti, ancak Moskova’daki merkezi yönetim bu talepleri dikkate almadı, aksine, statükoyu korumak adına cezalandırıcı yöntemlerle bastırmayı tercih etti, bu arada iki grup arasında etnik şiddet de yükseliyordu. Karabağ, SSCB dağılıp bağımsız Azerbaycan kurulduktan sonra kâğıt üstünde öyle olsa da, fiilen Azerbaycan’ın parçası olmadı, aksine, asli eğilimi, 1991’de yapılan ve bağımsızlığa yüzde 99 oranında evet diyen halkoylamasının da ortaya koyduğu gibi, Azerbaycan’dan ayrılmaktı. Yaklaşık otuz yıl boyunca o zamanın savaşı sonucunda oluşan statükoda ve haritada ciddi bir değişiklik olmadı. Bu sorunun donmuş olmasında elbette ki Ermenistan’ın da, Azerbaycan’ın da, bölgedeki hâkim güç Rusya’nın da payı ve Rusya’yla birlikte ABD ve Fransa’nın temsil edildiği AGİT Minsk Grubu’nun da sorumluluğu var. Ancak kabaca anlatmaya çalıştığım bu arkaplanı dikkate almadan, meseleyi salt “Ermeni işgali”ne indirgemek, askeri güç kullanımı ve kanlı bir savaş dışında bir çözümü imkânsız kılıyor. Çünkü kimilerinin işgal dediği, hoşunuza gitse de gitmese de, Karabağ Ermenileri için evlerinin, yurtlarının ve can güvenliklerinin savunulmasından başka bir şey değil. Bu durumda işgalcinin kim, fethetmek isteyenin kim olduğu ise birbirine karışıyor.

Ermeni tarafının Karabağ’ı ve orada yaşayanların can güvenliğini koruyabilmek adına çevredeki rayonları da almasına her düzlemde tepki gösterildi, gösterilecektir de şüphesiz. Ancak etnik temizliğe uğramaktan korkan, karşısında kendisini yok etmeye kararlı bir irade gören bir halk topluluğunun, güvenliği sağlanmadan, barışa dair güvenceye sahip olmadan, bugünlerde Türkiye makamlarının yaptığı gibi “işgal ettiği topraklardan kayıtsız şartsız çekilmesi”ni talep etmek ne kadar objektif olabilir? Ermenistan, uluslararası kurumlar tarafından Karabağ’da işgalci olarak tanınıyor, evet, ancak nihayetinde hâkim güç dengelerince belirlenen o uluslararası hukukun, Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığı konusunda da Ermenistan’ın Karabağ’daki durumuna eş bir çizgide olduğunu hatırlamak bu kadar zor mu? Kıbrıs’ta ben haklıyım, Karabağ’da da ben haklıyım diyebilmek nasıl mümkün oluyor?

Ve evet, Karabağ ve çevresindeki savaşta ağır can kayıpları, katliamlar yaşandı. Konunun uzmanı Thomas de Waal’in sık sık vurguladığı gibi, iki taraf da seçici bir hafıza üzerinden oluşturuyor kendi anlatılarını. İki taraf da bölgenin tarihte kendilerine ait olduğuna dair kanıtları arka arkaya diziyor. Azerbaycanlılar Hocalı katliamını öne çıkarırken, Ermeniler Sumgayit’te işlenen cinayetleri ve Bakü Ermenilerinin başına gelenleri hatırlıyor. Azerbaycan rayonlar meselesini ve oradan ayrılmak zorunda kalan kaçkınları konuşmak isterken, Ermeni tarafı Karabağ’daki asimilasyon ve baskı politikasına dikkat çekmeye çalışıyor. İki tarafın da temiz olmadığı, olamayacağı, savaşın, suçun ve kanın karıştığı yaralı bir tarih var önümüzde. Bizim tarafta ise, iki halkla da derin bağlara sahip bir ülke olarak Türkiye’nin bu çok katmanlı meseleye bakışının, tek taraflı olarak koyduğu ağırlığın meseleyi daha da kangren haline getirdiğini, çözümsüzleştirdiğini görmek bu kadar mı zor? Hele o tek taraflılık, Ermenilere ister istemez tarihin bir başka boyutunu, 1915’i, soykırımı, topraklarından sökülüp atılmalarını hatırlatırken.

Bugün ordusu Karabağ ve çevresinde köy köy, kasaba kasaba ilerledikçe yaptığı her konuşmasını “Karabağ Azerbaycan’dır” diye bitiren, Karabağ’ın Azerbaycan toprağı, Karabağlıların ise Azerbaycan yurttaşı olduğunu savunan İlham Aliyev 27 Eylül’den beri her gün ve her sabah Karabağ’ın başkenti Stepanakert’i, Azerbaycan dilindeki ismiyle Xankəndi’yi bombalarken, yine aynı uluslararası kurumlar ve uluslararası hukuk tarafından yasadışı kabul edilen misket bombalarını sivil halk üzerinde kullanırken, savaş esirlerinin infaz videoları sosyal medyada paylaşılırken, Karabağ halkına Azerbaycan toprağında yaşamayı kabul ederlerse etnik temizlikten başka ne vaat etmiş oluyor? Ve evet, bizler, Türkiyeli gazete okuyucuları, televizyon izleyicileri ve sosyal medya kullanıcıları, Gence’ye atılan Ermeni roketlerinin aldığı masum canları dakika dakika ve sayfa sayfa okurken, Stepanakert’e veya Karabağ’da Ermeni sivillerle meskun başka yerlere misliyle ve aralıksız atılan füzelerin aldığı tek bir masum canın hikâyesini dahi okuyup göremiyorsak, gerçekle bağımızı nasıl kuracağız? Savaşın başlayıp devam ettiği bu bir ayda, kuru kuruya objektiflik namına olsun, tek bir Karabağlı Ermeni’nin sesini duyamadıysak, bir tek Karabağlı Ermeni’nin yüzünü göremediysek, sadece ve sadece tek bir tarafın acısıyla empati kurabildiysek, işgali sonlandırmak adı altında savaşı ve ölümü yücelttiysek, masum kanları üzerine gözyaşlarımızı sadece tek bir tarafın masumları için dökeceksek, iki komşu halk için bir barış talebini söze dökemediysek, hangi hak, hangi hukuk, hangi adalet, hangi etik, hangi ahlaktan söz edebiliriz?

Türkiye’nin Azerbaycan’la arasındaki, iki devlet tek millet sloganında somutlaştırılan “soy” temelli bağın Azerbaycan’a yönelik sempatiyi beslediğini biliyorum. Peki, yüzyıllardır birlikte yaşayan Türkler ve Ermeniler arasındaki bağa ne olacak? Azerbaycan halkına saygım sonsuz, ancak Azerbaycanlılara dair Türkiye’deki ortalama ve yerleşik tanışıklığın, birkaç güzel Azeri şarkısı ve Azerbaycan Türkçesiyle ilgili şakaların ötesine geçmediğini bilecek kadar Türkiye gözlemine de sahibim. Buna karşılık, Ermenilerin bu topraklardaki Türkler ve Kürtlerle ortakyaşarlığının hikâyesini, Ermenilerin bu toprakların kültürüne yaptığı bin bir çeşit katkıyı saymayı zül addediyorum. Nüfusunun büyük çoğunluğu Anadolu’dan göçmüş, göçertilmiş olan Ermenistan ahalisi düşman olarak yaftalanırken, Türkiye’nin halen Ermeni vatandaşları varken, yaratılan bu “dost Azeri-düşman Ermeni” söyleminin Ermenilerin ruhundaki hangi travmaları harekete geçirdiğini anlamak çok da zor olmamalı.

İşin bir de entelektüel sorumluluk boyutu var şüphesiz. Ermenistan’ı sanki soykırım hiç yaşanmamış, o küçük ülkenin yurttaşlarının ezici çoğunluğunun kökleri Anadolu’da değilmiş, Türkiye’de hayat bu büyük insanlık suçunun inkârı üzerinde yükselmemiş, ülkenin dört bir yanında insanlar Ermenilerden arındırılmış topraklarda, çoğu durumda onların bağının bahçesinin üzerinde yaşamıyormuş gibi, konforlu bir zeminde soğukkanlılıkla Ermenistan’ın saldırgan olduğunu, işgalci olduğunu savunmak hangi aydın ahlakının tartısıyla tartılabilir? Türkiye’de Türk ve Müslüman, yani hâkim gruptan olmanın güveni içerisinde en objektif ve “yetkin” gazeteciler, tek bir Ermeni kaynağına başvurmadan kaleme aldığı yazılarında “Saldırganlaşan Ermenistan ateşle oynuyor” diye yazabiliyor mesela. En yüce ruhlu yazarlarımızdan biri sanki ülkede yüksek sesle barış çağrısı dile getiren kitleler varmış gibi “içi boş barış savunuculuğu”nden şikâyet edip, Hocalı Katliamı’nı hatırlatıyor, Ermeni tarafının geçmişte işlediği suçu günümüzde onlara karşı işlenecek suçlara sebep sayıyor, bunu yaparken de elbette Ermenilerin başına gelmiş benzer olaylardan söz etmiyor. “Kafkasya uzmanı” sıfatlı bir akademisyen “çatışmayı ilk kim başlattı” sorusuna, manzara güneş gibi ortada olduğu halde, bu sorunun cevabını sadece bölgeyi anbean takip eden Rusların ve Amerikalıların bilebileceğini söyleyebiliyor. (Hiç televizyon izlemediğim için orada dönen ve içeriğini az çok tahmin edebildiğim kin ve nefret ticaretinin ne anlama geldiğine girmiyorum bile.) Oysa objektiflik öncelikle kendi sorumluluğunu, kimliğinin, mesleğinin yükümlüğünü üstlenmekten geçer ve ağırlığı da, itibarı da buradan gelir. Bu sorumluluk, Ermeni’yi sadece mağdur, kurban, ölü ve de nostaljik bir obje olduğunda, yokluğuyla dayanışarak kendimizi iyi hissetmemize neden olduğunda hiç değil, ayağa kalkıp evini savunmak zorunda kaldığında da anlamaya ve hatta, neden olmasın, sevip savmaya da dair. Suçun ve suçun inkârının sebep olduğu adaletsizliği kendine zırh yapmış ülkesinin tarafgirliğin körüğüyle ateşi harlandırmasına seyirci bir aydın tarafsızlığı en hafif tabirle suç ortaklığından başka bir şey değil zira.

İşte bu yüzden, dünyanın dört bir tarafındaki Ermeniler için Karabağ’ın akıbeti bir olmak ya da olmamak meselesi. Bundan yüz yıl önce yaşadığı topraklardan silinmeye çalışılmış, uğradığı katliamlar, zorla göç ettirmeler yüz yıldır yok sayılan, bir zamanlar yaşayıp kök saldığı topraklarda adı küfür halini almış, sürekli düşmanlaştırılmış bir halk, yüz yıl önce bunları yapan siyasi iradeyi andırır bir kötülüğün, hayata tutunmaya çalıştığı küçücük toprak parçası üzerinden de kendisini silmek istediği duygusunu yaşıyor. Yüz yıldır hiç uykuya yatamamış korkular, kâbuslar alevleniyor. Ülkesinde onyıllardır muhalif hiçbir sese alan tanımayan bir hükümranlık tesis eden, 2017’de ortaya çıkan bir soruşturmaya göre Batılı siyasetçileri de içine alan milyarlarca dolarlık bir kara para aklama ve dezenformasyon ağı kuran, bir NATO eğitim toplantısında Ermeni meslektaşını otel odasında ve uykusunda baltayla parçalayarak öldüren bir subayı terfi ettirerek ödüllendiren, nesillerdir kin ve düşmanlık vaaz eden bir rejiminin sürekli tehdit mesajları ve nihayet sürdürdüğü operasyon bir tarafta. Tarafsız bir hakem rolünde belki de çok önemli ve değerli bir işlevi olabilecekken kollarını sıvayıp kavgaya atlayan Türkiye’nin düşmanlaştıran, Ermenistan’ı en üst makamının ağzından bir “terörist devlet” olarak hedefin tam ortasına koyan yok edici dili diğer tarafta. Tüm bunların üstüne, yüz yıl önce büyük ölçüde başarılmış, yarım bile bırakılmamış, ancak bakiyesi, kılıç artıkları kalmış “Ermeni meselesinin hallolunması” işinin devamı mahiyetinde, bizzat eski genelkurmay başkanı Başbuğ tarafından dile getirilen “Türkiye ve Azerbaycan’ın birleşmesi hayali” beri yanda. İşte bunların hepsi, hepsi, Ermenistan’ın tamamen ortadan kaldırılması projesinin bir parçası, bir ön adımı gibi görünüyor dünya üzerindeki tüm Ermenilere. Dahası, bölgeye taşınan ve ilk gün bir iddiayken artık defalarca kanıtlanmış bir vakıaya dönüşen cihatçılar, üzerine Türkiye’nin sattığı silahlar, İHA’lar, SİHA’lar, gönderdiği yüzlerce subay ve özel askeri güç, hatta iddiaya göre bizzat genelkurmay başkanının ve savunma bakanının operasyonun ilk günlerini yönetmek üzere Bakü’de olması… Saydıkça kimin saldırgan kimin hedefte olduğu konusunda zihinleri bulandıracak, sessize alınmış nice olay ve olgu.

İşte Türkiye Ermenileri de bu yüzden korkuyor, yüzler bu yüzden kireç beyazı. Korku da değil sadece, ayağımızı bastığımızı sandığımız zeminin nasıl ince kaygan bir buz katmanı olduğunu fark etmenin verdiği güvensizlik hissi bu. Yalnız olduğumuzu, yapayalnız olduğumuzu fark etmenin hayal kırıklığı. Hayatlarımızın, her şeye rağmen bu ülkeye, memleketimize, toprağımıza tutunma çabamızın beyhudeliğini yeniden ve yeniden görmenin yenilgisi. Bizden önceki kuşakların ödediği bedelden bizim de kurtulamayacağımızı görmenin yıkıntısı. Çünkü bizler için savaş, ateş ve acı sadece uzakta, hiç görmediğimiz, bilmediğimiz Karabağ’da değil, burada, içimizde, mahallemizde, yanı başımızda ve korkarım ki bir darbeyi daha atlatacak gücümüz kalmadı. Böyle giderse Karagöz’ün tavsiyesine kulak verip cephedeki durumu anlamak için yüzlerine bakacağınız Ermeni kalmayacak. Ya da kim bilir, belki de siz Ermeni dostlarınızın yüzüne bakamayacaksınız. Hangisi daha kötü, siz karar verin.

*Yayıncı