Ercan Kesal'ın yeni kitabı 'Hekimlik Sanatları'ndan tadımlık bölüm

Ercan Kesal'ın yeni kitabı 'Hekimlik Sanatları', 16 Haziran'da İletişim Yayınları etiketiyle raflardaki yerini alacak. 'Hekimlik Sanatları'ndan tadımlık bir bölümü okurlarımıza sunuyoruz...

Abone ol

Ercan Kesal*

Anlaşılacağı üzere bu hikâyenin başlangıcında özel bir bölüm açmam gereken kişi hiç şüphesiz anamdır. Köselerin Fadime. Gazozcu Mevlüt’ün karısı. Cemelli Ebe’nin gelini. Kasap Hacı Mehmet’in büyük kızı. Komşuların deyimiyle “Avratların şahı, padişahı!”

Öyleydi gerçekten de. Tuhaf bir yanılsama ama mesela ben anamı hiç ölmeyecek zannederdim. Sanki ölümsüzlük iksiri içmiş de sonsuza dek bu dünyanın sahibi olarak yaşayacakmış gibi gelirdi bana. O ölünce yeryüzü ayağımın altından kaydı, dipsiz ve karanlık bir boşlukta kaybolup gittim. Annem benim gezegenimmiş meğer.

 Anam her şeyde olduğu gibi, hekimlikte de iyiydi. Ya da şöyle söylemeliyim; anam bir şamandı ama bunu bilmiyordu işin güzel tarafı.

Erken çocukluk hatıralarımdan birinin tıpatıp benzerine 1974 yılında Yılmaz Güney’in “Umut” filminde rastlamıştım. Filmin bir yerinde, Adana’nın yoksul bir mahallesinin ondan da yoksul bir evinin avlusunda, Arabacı Cabbar’ın karısı kocasının sırtına bardak çeker. Bir yandan da eksik gedikten, ekmekten tuzdan, çocukların ihtiyacından falan konuşur. Cabbar sonunda çıldırır, çocukları tekmeler, kadına saldırır, ortalık karışır.

Hekim Sanatları, Ercan Kesal, 151 syf., İletişim Yayınları, 2023.

Rahmetli Cemelli Ebem hastalandığında da anam onu önüne oturtur, sırtını sıyırıp bardak çekmeye başlardı. Bardaklar da o günün sabahı kahvaltıda kullandığımız koca gövdeli çay bardakları! Hayatında okul yüzü görmemiş ümmi bir kadın olan Dr. Fadime Kesal, kazak ördüğü şişin ucuna doladığı pamuğu ispirtoya batırır, yakar, alevli şişi bardağın içine daldırıp çıkardıktan sonra da bardağı ebemin sırtına yapıştırırdı. Bardağın vakum özelliği nasıl bir güçle çekiyorsa artık, sırttaki deriyi her kaldırışında ebemin “Amanın Fadime!” nidasını heyecanla beklerdim. Düşecek gibi olan bardaklar ustaca toplanır, sırtın başka bir yerine aynı işlemden geçirilerek bir daha yapıştırılırdı.

Her zaman ebem hasta olmazdı elbette, bazen roller değişir, anam hasta, ebem hekim olurdu. Anamın nedense sık sık göbeği düşerdi. Galiba akut batın ağrısının halk arasında tarifi buydu: “Göbeğim düştü!” Ne yapmak lazım, elbette düşen göbeği çevirip yerine koymak. Bu kez annem ebemin önüne sırtüstü yatar, karnını açar beklerdi. Ben de her zamanki seyirci koltuğumdaydım elbette. Ebem, eline bir bez dolayıp karnın bir tarafından sıkıca bastırarak dairesel hareketler yapar, çıkmış bir parçayı tekrar eski yerine takar gibi anamın düşmüş göbeğini oturturdu.

Efendim, kalabalık ailelerin hastalıkları bitmez elbette, bu arada ben ilkokul bitinceye kadar hiç ara vermeden, hatta ortaokulun ilk yılları da dahil düzenli olarak yatağıma işerdim. Birçok hastalığıma ek olarak bu da sanki fazladan armağan edilmiş içli bir mevzuydu, yıllarca hayatımın orta yerinde öylece durdu.

Anam benim yeryüzümdü. Ne biliyorsam, ne öğrendiysem sebebi anamdır. Yazdığım her şey
de öyle. Anam yazdırdı!

Rahmetli anam anlaşılan çok usanmış olmalı ki bu durumdan, köklü bir çözüm aramış. Artık kime ne sorduysa, “Kirpi eti yesin, geçer,” demişler.

O meşum gün... Okuldan sonra galiba evin arkasındaki arsada top oynamaya gitmiştim, akşam biraz geç geldim. Salona girdiğimde sofra hâlâ kalkmamıştı, tüm ailenin kaşık salladığı tepsinin ortasında içi tepeleme et dolu bir tabak beni bekliyordu. Evde benden büyük zebella gibi üç abi vardı ve et yemeğini bitirmeden bana bırakmışlardı. Olacak şey değil! Anlamalıydım aslında kumpası ama demek ki çocuk aklımla durumu iyiye yormak istemiştim. Anında çöktüm sofraya ve daldım tabağa. Bir yandan da soruyordum, “Herkes yedi mi, siz niye yemiyorsunuz, bana mı ayırdınız?” Saflığa bak!

“Biz yedik, sana da ayırdık,” dediler. O sırada büyük abim Erhan pık diye güldü, en azından onu hesaba katmalıydım, ama neyse.

Eti yemeye başladım fakat bildiğimiz etlerden olmadığını da hissettim hemen. Ekşimsi bir tadı vardı ve rengi de et renginde değildi. Sonlara doğru pek de iştahım olmadan yemeye devam ediyordum ki, Erhan Abim her zamanki gibi tutamayıp kendini, “Oğlum yediğin et kirpi eti lan!” diye bağırdı.

Bir an afallayıp ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sonra da kaşığı elimden atıp ağlayarak anneme niye böyle bir şey yaptığını sorduğumu hatırlıyorum. Kadıncağız, “Oğlum her gün yatak yorgan, çamaşır yetiştiremiyorum sana, Naciye Halana sordum, ‘Kirpi eti yerse geçer,’ dedi. Ben de öyle yaptım, ne yapayım?” dedi.

Merak bu ya, “Kirpiyi nereden buldun?” dedim. Birkaç gece beklemiş bahçede. En son evvelki gece bir tane yakalayınca üzerine kovayı kapatıp bırakmış. Hapsetmiş yani. Sabah da su dolu bir kovaya atınca kirpi boğulmamak için kafasını çıkartmış haliyle. Uzanan kafayı şişle tespit ettikten sonra da bildiğimiz yüzme işlemi. Anam kasap kızı olduğundan bu kesme yüzme işlerine çok hâkimdi. Kirpiyi yüzerken de çok zorlandığını zannetmiyorum.

*Yazar, oyuncu, senarist.