En güzel uğultu: Ursula...

Adımlarının zerafetli yavaşlığı, damarlı toprağın üzerinde oluşan parmak izleri, topuğunun pürüzsüz ve sağlam ama çok sağlam ve pürüzsüz yüzeyinden arzın çatlaklarına akan sihir, ağaçlanan yol, Dünyaya Orman Denir’den yukarı bakan gözleri, “...belki ben öldükten sonra, insanlar ben doğmadan ve sizler gelmeden önceki gibi olurlar...” duasını yeryüzüne fısıldayan ağzıyla, kollarını da açarak yürümeyi sürdürdü. Sözcüklerini dağın taşın göğsüne, ovaların bittiği kıyılardaki renkli çiçeklerin yapraklarına, dişil olanın kalbine, kalplerine nakşetti.

Abone ol

Aslı Solakoğlu solakogluasli@yahoo.com

DUVAR - İnsan evladının ayağa kalktığı o kavurucu yaz gününden bugüne, belki de kış, bir kalıp sabunun, zeytin ağacından armağan, kendinden öncesini bildikten sonrasına, şimdi, burada ve buradan, yürüyerek, tozu dumana katıp kendi arkamızdan su dökerek, döktüklerimizi yiyip içerek, çamurlarında bin perişan sürünerek, bazen de koşarak... Kaburgadan toprağa, elmadan incire nara, tutunup tutunup düşerek, düşürülerek... Ağaçların kuruyup kaskatı kaldığı, çalıların kısalıp toprağa düştüğü o günlerden bugüne ulaşana değin... O günleri de yok ederek yaşadık. Yaşadığımız ömürler, bir yolun ortasında yağmur suyunun doldurduğu derinliği dünya sonuna uzanan çukurlarda son buldu. Çoğumuz öldük, öldürdük. Çoğumuz yine öldük, hep öldürdük. Doğrusu şu: Kendimizi yok ettik. Başka ne yapabilirdik?

Başka ne yapabilirdik? sorusunun hizalandığı yağmur bulutları da yeryüzünü terk etmiş olabilirdi. Dönüyordu yapayalnız. Bir kadın yürüyordu.

Bir kadın yürüdü, sonra. Kadının yürüdüğü yollar kuru, yollar çöldü. İlk karşılaştığı kuyudan yükselen buğu, ismi yok olan, karanlıktan ses veren su, durdu orada kadın. Dağkenti, dedi. Dişleri arasında ezilen dilinin ucundan incecik d, a ile kucaklaştı. Dağ su ile... Orman kadın ile... Arz denge ile... Kadının aralık dudaklarını nemlendirdi sesler, yeniden kuyuya düştüler. O zarif fısıltılar, bir an sonra, kaç kere aşağı inip çıktıktan sonra, kaç kere sonra, bir tek ses olmuş ve olmaya devam ederek, devrilip yuvarlanıp büyüyerek çıktı kuyunun ağzından. Çölü de aşıp, kadından en uzağa, uzaklara ve dünyaya... Ses dünyaya düştü. Arz. Kendi adını da anımsadı kadın böylelikle. En güzel uğultu: Ursula...

Dünyaya Orman Denir, Ursula K. Le Guin, çev: Özlem Dinçkal, 136 syf., Metis Yayınları, 2016.

Ursula düşlüyordu.

Adımlarının zerafetli yavaşlığı, damarlı toprağın üzerinde oluşan parmak izleri, topuğunun pürüzsüz ve sağlam ama çok sağlam ve pürüzsüz yüzeyinden arzın çatlaklarına akan sihir, ağaçlanan yol, Dünyaya Orman Denir’den yukarı bakan gözleri, “...belki ben öldükten sonra, insanlar ben doğmadan ve sizler gelmeden önceki gibi olurlar...” duasını yeryüzüne fısıldayan ağzıyla, kollarını da açarak yürümeyi sürdürdü. Sözcüklerini dağın taşın göğsüne, ovaların bittiği kıyılardaki renkli çiçeklerin yapraklarına, dişil olanın kalbine, kalplerine nakşetti.

Çünkü “Dünyaya karşı gerçek!..”

“Anlayabildiğim ya da ifade edebildiğim tek gerçek, mantık açısından tanımlanacak olursa bir yalan. Psikoloji açısından bir simge. Estetik açısından bir metafor.”

Çünkü “Everest”...

“Ne sürer dağa tırmanmak?

....

Ne sürer iniş?”