Emrah Polat: Hepimiz en az iki yüzlüyüz!

Emrah Polat'ın 2013 yılında yayımladığı romanı Yüzler, genişletilmiş baskısıyla İletişim Yayınları'ndan çıktı. Yüzler hakkında konuştuğumuz Polat, "Yazarlık, yalnızlık gerektiren bir iş" dedi.

Abone ol

Gamze Erkmen

Sel Yayıncılık tarafından 2013 yılında yayımlanmış olan ve İletişim Yayınları tarafından geçtiğimiz nisan ayında yeniden basılan Emrah Polat’ın kaleme aldığı Yüzler, Ankara sokaklarındaki hayatlardan kesitleri okurla buluşturuyor. Arif, Nazım ve Orhan üzerinden ilerleyen kurguda, bir önceki basımdan farklı olarak kadın karakterlerin parmak izleri de göze çarpıyor. Kurgunun temelini oluşturan herkesin en az iki yüzlü olduğu temasından yola çıkarak, Ankara’yı, Ankara’nın en sert ve keskin sokaklarında yaşayan, Arif’i, Nazım’ı ve Orhan’ı ve onların iki yüzlülüklerini, kısacası Yüzler’i ve Emrah Polat’ın yazarlığını konuştuk.

Romanın ilk cümlesinden yola çıkarak, “Ankara” ile söyleşimize başlamak istiyorum. Yüzler, Köpek Adamlar ve Alocu Tilkinin Serencamı, üçü de Ankara’da geçen hayatları barındıran romanlar. Üç romanınızda da mekan olarak Ankara’yı resmetmenizin özel bir sebebi var mıdır? Neden Ankara?

Söyleyecek özel bir nokta yok doğrusu; burada doğdum, büyüdüm ve yaşıyorum. Yaşar Kemal’in metaforik bir dille söylediği, “Her yazarın bir Çukurovası olmalıdır!” sözüne naçizane bir ek yapmak istiyorum: Her yazarın Çukurova’sı dildir bence.

Yüzler ilk olarak 2013 yılında yayımlanmıştı. Geçtiğimiz ay yeniden basılmasının sebebi ilk halinde içinize sinmeyen bir şeylerin varlığı mıydı, yoksa yalnızca yayınevi değişikliğinden kaynaklanan bir düzenleme ihtiyacı mıydı?

İlk halinde içime sinmeyen yerler vardı. Bunların neler olduğunun bir bölümünü biliyor, bir bölümünü bilmiyordum. Bu noktada insan, dışarıdan bir göze ihtiyaç duyuyor; İletişim Yayınları'nda editörümün önerileriyle romanı yeniden ele aldım, yoğurdum.

'NE KADAR SAFMIŞIM MEĞER!'

Emrah Polat, Yüzler, İletişim Yayınları.

Kitabın en başındaki o epigraf, “Hepimiz en az iki yüzlüyüz”, oldukça dikkat çekici. Kurgunun temelini oluşturacak kadar sizi düşündüren bu konu hakkındaki fikirlerinizi merak ediyorum. Sizce hepimiz gerçekten en az iki yüzlü müyüz? Bazen kabuk değiştirmek, itiraf etmekten daha mı kolay geliyor insana, ne dersiniz?

İnsan ilişkileri çok tuhaf. Kendimizi akıllı zannederken, “Ne kadar safmışım meğer!” diyebiliyorsunuz. Bazen de tevazu, nezaket gibi insani erdemleri kazıyınca iki yüzlülükle karşılaşıyoruz. Hepimizde var bu. Dediklerimizle, yaptıklarımız; yaptıklarımızla düşündüklerimiz; düşündüklerimizle, asıl düşündüklerimiz çoğunlukla birbirinden farklı oluyor. Bir maskeli balo ve onun sahte yüzleri içinde oynayıp duruyoruz… İşin tuhafı, oynadığımızı da biliyoruz.

Bu durumda, Arif’in iki yüzlülüğünün korkularından, Orhan’ınkinin acılarından, Nazım’ınkinin de kaçışlarından kaynaklandığını düşünürsek, aslında iki yüzlülüğün belki de içgüdüsel bir evrilme ile insanda kaçınılmaz olabileceğini söylemek mümkün müdür?

İzninizle, isabetli sorunuzu biraz değiştirmek istiyorum: Peki “gerçek” yüzü var mı insanın? Bence yok. İnsan denilen, inşası hayat boyu süren bir yapıntı gibi geliyor bana.

'KAYBETMEMEK İÇİN ÇIRPINANLARI SEÇİYORUM'

Ana karakterlerin hepsi mutsuz ve kayıp hayatlar yaşıyor diyebiliriz. Hatta Arif, Orhan ve Nazım kadar başkarakter sayılabilecek Ankara’nın da en girilmez sokaklarından geçiyor, tehlikeli yokuşlarını tırmanıyorsunuz kurgularınızda. Gerçek hayatta çoğu zaman yok sayılan ya da tükenmiş hayatlar yaşayan karakterlerin, görmezden gelinen sokakların başrolde olduğunu söyleyebiliriz. Diğer kitaplarınızda da aynı durum söz konusu olduğu için sormak istiyorum, çoğunlukla “kaybedenleri” seçmenizin sebebi ne olabilir?

Doğrusu tam bilmiyorum bunu. Sanıyorum “kaybedenleri” değil, “kaybetmemek için çırpınanları” seçiyorum. Bu hayatlar, çok iyi bildiğim hayatlar. Aslına bakarsanız hepimizin ömrü çırpınmakla geçiyor; kimimiz boğulmamak için çırpınıyoruz, kimimiz etrafa iyi gözükmek için, kimimiz yüzüyor gibi gözükmek için… Sınıfsal olarak, anlattığım insanlar; toplumsal tabakanın altında ya da ortasında yer alıyor olmasına rağmen şunu biliyorum ki zengin biriyle konuşsanız, iki dakika sonra lafı, “Batarsam büyük batarım!” muhabbetine getirir. “Yahu ne batması, yanında çalışan birinin maaşı kadar hesabı akşam yemeğine ödüyorsun!” diyemiyorsun tabii… Endişe etmenin, hepimizin ortak paydası olduğunu düşünüyorum. Bu his bazılarımız için hayati ve sahici, bazılarımız içinse vesvese boyutunda.

Kurgu içinde, döneme ilişkin siyasi olaylar da fazlasıyla varlığını hissettiriyor. Hatta 1980 darbesi karakterlerin iki yüzlülüğünün sebebi olarak değerlendirilebilecek kadar yer kaplıyor. Bir yazar olarak siyasetin ve onun sebep olduğu toplumsal olayların kurguda kullanılmasına önem verilmeli midir?

Bu bir tercih meselesi, ama biliyorsunuz; politikayla ilgisiz gözüken bir tercih bile, mesela saç kesim tarzı bile politik tercihlerin etkisiyle gerçekleşiyor. Depolitizasyon denilen mefhum da politik bir tercih… Bunları bir tespit olarak söylüyorum, roman “tezli”; yani bir siyasi görüşü savunmak için yazılmamalı bence, kendi kuralları vardır romanın; olabildiğince toplumdaki sesleri yansıtmalı. Bahtin’in dediği gibi çoksesli olmalı.

'HER YAZAR İÇİNE SİNEN ROMANLAR BIRAKMALI'

Yeniden kitabın sonunda yer alan açıklamanıza dönmek istiyorum. Romana kutsal metin muamelesi yapılmamalı görüşünde olduğunuzu belirtiyorsunuz. Merak ediyorum, yazılmış bir romanda değişiklik yapmak, sizin için yeni bir roman yazmaktan daha zor değil miydi?

O kadar olmasa bile epey zorluğu vardı ama sonuçta her yazar geriye, içine sinen romanlar bırakmalı diye düşünüyorum. Yazdığım romanlara baktığımda, Köpek Adamlar’ın son sayfası haricinde, “Keşke öyle değil de, böyle olsaydı!” hayıflanması duymuyorum. Bu durum beni mutlu ediyor. Sonuçta yaşım 43. Ne kadar yaşarım bilinmez ama benden geriye sadece romanlarım kalacak, dolayısıyla yapabileceğimin en iyisi olmalı onlar. Naçizane düşüncem bu.

Genel olarak yazarlığınızdan bahsetmek gerekirse; Emrah Polat’ın yazım süreci nasıl geçer? Özel olarak yazdığınız bir yer var mıdır? Ya da belirli bir eşyanız, bir olmazsa olmaz dediğiniz?

Uykumu alıp fiziksel olarak dinç vaziyette yazdığımda daha çok verim alıyorum, ama her zaman mümkün olmuyor bu. Gece yazıyorsam kahve iyi geliyor; açılıyor insan. Sabahları çay içerim… Biraz tuhaf gelecek ama yazacağım bölüme fazla yoğunlaşmışsam ve asgari olarak olay örgüsünü biliyorsam, etraftaki gürültü beni etkilemez; Alocu Tilki’nin Serencamı’nın yarıdan fazlasını alışveriş merkezlerinde ve kafelerde yazdım mesela.

Önümüzdeki dönemde başlayacak olan roman yazma atölyesi veya benzeri bir projeniz var mıdır?

Şartlar uyarsa, yeni bir atölye düşünüyorum. Atölyelerde “öğretirken”, öğreniyor insan. Bu önemli bir nokta. Ayrıca yazarlık, yalnızlık gerektiren bir iş. “Dünyaya” karışmak, başka hikayeler dinlemek için vesile oluyor atölyeler… Deneyim ve birikimin paylaşımı katılımcılar için çok önemli ayrıca.