Düşünüyorum da… iyi ki varsın Descartes!

Desmond M. Clarke’ın “Descartes” biyografisi, modern felsefenin babasını, akılcı Descartes’i, tanımak, kusurlarını görmek, çağdaşları ve daha sonra nasıl eleştirildiğini öğrenmek için iyi bir fırsat.

Abone ol

Asuman Kafaoğlu-Büke  akafaoglu@gmail.com

Son zamanlarda hızlı bir akıl yitimi dönemine girdik: cinlerden, beddua ayinlerinden bahseden kravatlı, takım kıyafetli koca adamları dinler olduk. Büyücüler, sahte peygamberler, din tüccarları ve daha niceleri sinsice ülkenin her tarafını sarmış, türlü sahtekarlıkla güç kazanmış. Modern felsefenin babası, akıl çağının ünlü filozofu René Descartes’a dönmenin tam zamanıdır diyerek, geçtiğimiz günlerde yayımlanan Desmond M. Clarke’ın “Descartes” biyografisini okumaya başladım.

Felsefe ve sanat tarihinde çığır açanların bir ortak özelliğinden söz ederek başlayalım. Hemen hepsi, kendilerinden önceki düşünceleri, hatta zıt düşünceleri / akımları sentez haline dönüştürmeyi bilmişlerdir. Önceki çağların düşüncelerini kavramadan fikir üretilmeyeceğinden, kendilerine kadar gelen akımları anlamış, düzenlemiş, sınıflandırmış ve buradan yeni bir düşünce yolu arayışına girmişlerdir. Descartes bu öncü düşünürlerden biriydi. Çağındaki yeni gelişen düşünceleri hem yakından takip ediyordu hem de bunlara katkıda bulunuyordu.

1500’lü yılların ikinci yarısı yeni yol almaya hazırlanan neslin doğduğu yıllardı. Klasik felsefe ve sanattan etkilenen Rönesans sonrasında, yeni bir ufuk açılmıştı, modern zamanlar başlıyordu. 1564’te doğan Galileo Galilei ve aynı yıl doğan William Shakespeare, yüzyıl sonuna doğru doğan René Descartes’ten yaşça büyüklerdi ama artık ne klasikler ne de skolastik felsefe yetmiyordu dünyalarını açıklamaya. Yeni bir evren haritası çıkarmak gerekiyordu. Galileo ve Copernicus bunu yaptılar. Artık dünya evrenin merkezinde değildi, buna bağlı olarak insan da evrenin merkezinde bir varlık olamazdı.

Descartes bu bilim adamlarının izinden giderek, bilimsel devrimin gelişmesi için büyük katkıda bulundu. O çağda modası geçmeye başlayan skolastik felsefe ile heyecan yaratan yenilikçi bilimsel devrim arasındaki farklılıkları ortaya koyan ilk Descartes oldu. Biyografi yazarı Clarke’a göre Descartes’in düşünce tarihine başlıca katkısı, geçmiş felsefe ile modern bilim arasındaki çatışmayı dile getirmesiydi. Geleneksel felsefenin zayıflıkları bilimsel açıdan bakıldığında netlik kazanıyordu. Ve Descartes, bilimsel açıklamaları akla dayandırıyordu. Bir rasyonalistti ve hayatı boyunca aklın gücüyle doğrulara ulaşılacağını savundu.

İrlandalı akademisyen Desmond Clarke, 17.yüzyıl ve bilim tarihi uzmanı. Descartes’in hayatına yaklaşırken sadece metafizikçi yönüyle yetinmemiş, hatta belki biraz geri planda bile bırakmış ontoloji kuramlarını, bunun yerine düşünürü matematik, müzik, astronomi, geometri ile ilgilenen ve felsefesini bilimlerle bağlantılı olarak geliştiren bir filozof olarak anlatmış. Clarke’in bilim tarihi uzmanı olması ayrıca Descartes’in düşüncelerini Tyche Brahe, Giordano Bruno, Galileo Galilei gibi bilim insanlarının gelişen dünyasına yerleştirmeye yaramış. Böylece bir düşünürün hayat hikayesi, bir çağın hikayesine dönüşmüş. Biyografileri değerli kılan şeylerden biri kişinin hangi ortama doğduğunun anlaşılmasıdır. Ortamın nasıl hazır olduğu, nelerden beslendiği, insan dehasını nelerin öne çıkarabildiği gibi düşüncelere götürür okuru.

HAYATINDAKİ KADINLAR

Descartes mektuplarında kendisinden yaşlı bir adam olarak söz ediyordu ama aslında elli üç yaşında, bugün erken sayılacak bir yaşta öldü. Hayatının büyük bir kısmını sürgünde geçirmek zorunda kalan bir Fransız'dı. Kiliseyle ters düşmemek için bazı fikirlerini kendisine sakladı. Bu kitapta yer alan mektuplardan da anladığımız üzere kavgacı bir yapıya sahipti, dostluklarını sürdüremiyordu. Bir yakın dostunu fikirlerini çaldığı için, bir diğerini de fikirlerini anlamadığı için suçlayıp, arkadaşlığını sonlandırdı. Erkeklerle didişen Descartes, ne gariptir ki kadınlarla farklı bir dostluk ve güven ilişkisi kurmayı başarmıştı. Bunların başında Prenses Elizabeth geliyordu. Lahey’de sürgün yaşayan Bavyera Prensesi Elizabeth, onun en ünlü öğrencisiydi. Descartes’ten yirmi iki yaş küçük olan Elizabeth felsefeye büyük ilgi duyuyordu. Elbette 1600’lü yıllarda kadınların üniversiteye resmen kayıt olması yasaktı, tek eğitim hakkı bulan kadınlar, sarayda yaşayan soylulardı. Bu yüzden o yıllarda Anna Maria van Schurman adlı bir kadının hikayesi ilgi çekmişti. Schurman üniversitedeki teoloji derslerini bir perdenin ardına saklanarak izlemiş ve Descartes’in “Meditasyonlar”ıyla aynı yıl, kadınların eğitim hakkını destekleyen bir kitap yazmıştı. Böylece kız çocuklarının eğitimi gündeme taşınmıştı. Descartes’in de bu konuda düşündüğü açıktır, bir dostuna yazdığı mektupta Bayan Schurman’dan söz eder ve tam da bu yıllarda prenses ile yazışmaya başlarlar.

Descartes’in olgunluk döneminde başlayan yazışmaları uzun süre çok verimli entelektüel boyutta ilerledi. “Meditasyonlar”ı yeni okumuş olduğu için Elizabeth özellikle hocasına düalite konusunu soruyordu: zihin ve beden arasındaki etkileşim nasıl oluyordu? Ruh ve madde nasıl birbirini etkilerdi? Bu sorular daha sonra da Kartezyen felsefenin açıklamakta en zorlandığı konular olacaktı. Elizabeth hocasının argümanlarındaki zayıf noktaları sezgisel olarak görebiliyordu; Descartes’in de bu sorulardan etkilendiğini, prensese yazdığı mektupların “Felsefenin İlkeleri” başlığıyla yazacağı bir sonraki kitabına hazırlık olduğu açıktır. Ancak bunların ötesinde yazışmaları sadece felsefe kuramlarını içermiyordu, birbirlerine sağlık sorunlarını, dertlerini ve heyecanlarını da yazmaya başlamışlardı. Elli dokuz mektuptan oluşan yazışmaları karşılıklı güvene dayanıyordu.

Descartes’in kadınlar tarafından büyütülmüş olmasının kuşkusuz etkisi vardı bu güvende çünkü kadınların dünyasına yabancı değildi. Annesini bebek yaşta kaybettikten sonra babası evden gitmiş, küçük René’ye anneannesi, babaannesi, ablası ve dadısı bakmıştı, ki o dadıyı son vasiyetinde unutmamıştı, yüklü bir miras bırakmıştı. Hayatında önemli yer tutan bir başka kadın ise, 1635’te Descartes’in tek çocuğu olan Francine’in annesi, ev hizmetçisi Helena olmuştu. Descartes, çağının soylu ve zengin erkeklerinin aksine kızını nüfusuna geçirmiştir; anne ile bebeği yanına almış olmasına rağmen, Francine beş yaşında kızıl hastalığına yakalanıp ölür. (Kızının ölümüne çok üzüldüğüne değinen çok sayıda belgeden Clarke da söz ediyor.) Yine de Helena’yı desteklemeyi sürdürür, hatta Francine’in ölümünden yaklaşık on yıl kadar sonra Helena evleneceği için ona yüklü bir çeyiz parası verir.

Filozofların biyografilerini yazmanın bir zorluğu, kuramlarının açıklandığı bölümlerin genel okura hitap etmeyecek düzeyde olmasıdır. Ayrıca Descartes gibi hayatının büyük kısmını inzivada, sürgünde ve sosyal çevreden uzakta geçiren birinin dedikodulu ve maceralı bir hayatı olmadığı için konu genel okura sıkıcı gelebilir. Felsefe ile özel hayat arasında bir denge oluşturmak özellikle zorlaşır bu gibi durumlarda. Desmond Clarke biyografiyi başarıyla kotarmış çünkü kitabı bağımsız bölümler olarak okunabilecek şekilde yazmış. Örneğin prenses Elizabeth ile ilişkisini 9. Bölümde anlatıyor fakat bu bölümün başında kadınlarla olan ilişkisini (kitabın başında anlatmış olmasına rağmen) burada yeniden anlatıyor. Bir miktar tekrara neden olsa da, çok kapsamlı, tüm dönemi anlatan bir şekilde sunulmuş oluyor biyografi.

Modern felsefenin babasını, akılcı Descartes’i, tanımak, kusurlarını görmek, çağdaşları ve daha sonra nasıl eleştirildiğini öğrenmek için bu kitap müthiş bir fırsat. Bundan daha “açık ve net” düşüncelerle bir filozofun hayatı anlatılamazdı. Kitabın çevirisi de tek kelimeyle kusursuz. Modern felsefenin babası unvanını hak ettiği kesinleşiyor burada: Descartes’in kitaplarından, mektuplarından yapılan alıntılarda görüyoruz bunu. Son olarak bir alıntı ile bitirmek istiyorum, sahte bilimlerle uğraşanlar üzerine şöyle diyor Descartes: “sahteliğin sırlarını bilmekle övünenler, ne kadar saygısız ya da cahil olurlarsa olsunlar, bu pahalı sahtekarlıklarına kanan meraklı insanları kendilerine çekmeden duramazlar.”