Düş yiyen kertenkele

Düşleri yenilmiş bir kertilenkele olma, at şu üzerindeki ölü toprağını, dans et, satranç oyna, ıslık çal. Pandomim sesin yasaklanmasından çıkmadı mı? Ortaçağ karanlığı olmasaydı Rönesans olur muydu? Giardino Bruno engizisyon tarafından diri diri yakılmasaydı, bugün papa laiklik iyidir der miydi?

Abone ol

Uğur Aflay

Büyüyünce ne olacaksın sorusuna bizim kuşak; öğretmen, doktor, mühendis, asker, polis, avukat yanıtları verirdi. Kimse büyüyünce bol yıldızlı general olacağım, insanları asacağım demezdi. Barış Manço olmak isteyen de çıkardı ama genel anlamda dizi oyuncusu, futbolcu, şarkıcı, manken olmak isteyen pek yoktu. Mafya o zaman da vardı ama hiçbir çocuk büyüyünce, beyaz kadın ticareti yapacağım, bakkalı, kasabı haraca bağlayacağım, haraç vermeyenleri dövüp, kurşun sıkacağım, silah alıp satacağım, tüm bunları yaparken de sözde vatanseverlik nidalarıyla ortalığı kanla, şiddetle tehdit edeceğim diye hayaller kurmazdı. Politikacı olmak isteyen çıkmazdı, adı üzerinde politik-acı. Kim insanların acılarıyla beslenen meslek sahibi olmak ister ki? Mesela polis olmak isteyen, hırsıza, katile, tecavüzcüye dur demek, onları yakalayıp mahkemeye çıkarmak için bunu seçerdi. Avukat, savcı, hâkim olmak isteyen bunu adalet sağlamak, masumları suçlulardan korumak için isterdi. Asker olmak isteyen herkes çizgi roman kahramanı Yüzbaşı Volkan olarak askerliğe başlayıp, aynı rütbeden emekli olmak isterdi. Çocuktuk işte, fazlaca masum düşünüyorduk, çirkinliğe, çirkefliğe kapalıydık veya hayalperesttik.

ÜNİVERSİTE VE MESLEK

Milli Eğitim Bakanımız ataması yapılamayan öğretmenlere başka mesleklere yönelmelerini tavsiye ettiğinde aklıma nerede okuduğumu anımsamadığım bir istatistiksel veri takıldı. Türkiye’de üniversite mezunlarının yüzde 85’inin sahip oldukları diploma dışında bir meslek icra ettiklerini ileri sürüyordu bu çalışma. Üniversite mezunu işsizliğinin pek çok farklı nedeni olabilir. İki temel nedenden birincisi gereksinimden fazla bu eğitimi almış kişi sayısı ve ikincisi eğitimin gerçekçi olmamasıdır. Peki, bunun sorumlusu, gerekli alt yapıyı oluşturmayan ve gereksinimin kat be kat fazlası öğrenci alan devlet midir, devleti baba olarak gören, 'bu bölümü açıp bu kadar öğrenci aldığına göre planlama dâhilindedir, beni sokak ortasında bırakıp, başının çaresine bak demez' diye umutlarının peşinde koşan gençler midir? Çok uzun süredir, ılımlı ve sosyal devleti ötelemeyen Ren Kapitalizmi’nin (AB’nin) kapısında bekliyoruz ama Henry Ford tipi Vahşi Kapitalizmin, düş yiyen kertenkelenin, gençlerimizi tüketmesini izliyoruz.

Üniversite sınavı 86-87 de bugünkü sistemden hem tarz hem puanlama olarak farklıydı. Benim sınava girdiğim yıl Hacettepe Türkiye’nin ilk Nükleer Enerji Mühendisliği’ni açtı ve sadece 10 kişi aldı. Geleceğin mesleğiydi. 500-600 puanla küçük dağları ben yarattım havasıyla gezerken, 700 kusur puanla bu bölüme yerleşenlere, kesin genetik oynama var ya da uzaylı faktörü, böyle bir puan olamaz, öyle bir puanı alan normal insan hiç olamaz diyorduk. O on kişiden sadece biri, ele güne ayıp olmasın diye Küçük Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi’ne yerleştirildi. Diğer dokuz muhtemel uzaylı, bir olasılık pazarda nükleer limon satmaya yönlendirildi. Oysa küçük bir destekle, şu anda CERN’de Higgs bozonu peşinde koşuyor olabilirlerdi.

ÜÇÜ BİR ARADA DİPLOMA

Biyomedikal mühendisliği geleceğin en iyi mesleğiydi. 4 yıllık okulu bitiriyordunuz, 3 diploma sahibi oluyordunuz, biyonik kollar, organlar, tıp ve mühendisliğin sınır tanımayan okyanusunda kaybolmalar. Kaybolmak. Evet, kayboldular çünkü hiçbir meslek odası her biri için ayrı üniversite varken üçü bir arada diplomalara onay vermedi. Konuşlandırılabilecek sayıdan çok daha fazlası mezun oldu ve eğitim teorik ağırlıklıydı. Kâğıt üzerinde her türlü formüller, hesaplamalar gayet mükemmel yapılabiliyordu ama örneğin tıbbi bir cihazın kalibrasyonundan bihaberdiler. Biyonik organ yapmak isteyen gençlere şirketler basitçe “bana ne senin düşlerinden tomografi cihazını kurup çalıştır yeter” diyordu ama bu okulda öğretilmiyordu.

Bir ilaç tanıtımcısıyla tanışmıştım. Yeni başlamıştı ve davranışları çok da bu işlerin içinde olmadığını düşündürüyordu. Biraz laflayınca gerginliği azaldı ve sözcükler daha kolay döküldü. Fizik bölümünü bitirmişti. İşini severek yapanlardandı ve iyiydi, bunun üzerine hocası ilgi duyduğu alanda yüksek lisans yapmasını önermişti. Kuantum fiziği. Bunu da kolayca tamamlayınca sıra öğretim üyeliğine gelmişti ama bir sorun vardı. Herhangi bir partiyle, tarikatla bağlantısı yoktu ve yalakalığı bilmiyordu. Oysa bu maalesef kuantum fiziği bilmekten çok daha önemliydi. Beyninde çılgın teoriler, kollarında dünya nüfusunun yüz binde birinin belki anlayabileceği kitaplarıyla kendini sokakta bulmuştu. Ağır bir depresyondaydı, para kazanmak isteyen birinin tercihi olamazdı kuantum fiziği, o kısmen kendini güvende hissedebileceği ve her yeni bilgi taneciğiyle çocuklar gibi mutlu olabileceği bir mekânı hedeflemişti. Şu anda yapmakta olduğu iş ise ticareti, satmayı, cilalı ambalajla kaplanmış sözcükleri gerektiriyordu.

DÜŞLEDİKLERİMİZ VE GERÇEKLER

Bu genellikle başımıza gelir, düşlediklerimiz ve gerçekler birbirinden farklıdır. İnsanları iyileştireceğim, hastalanmalarını önleyeceğim diye idealist düşüncelerle doktorluğa başlar, sonraki yıllarda akıllanır ve bugünü başımı derde sokmadan nasıl bitireceğim sorununa odaklanırsınız.

Ölü Ozanlar Derneğini izler, öğretmen olmak için ruhunuzda yanan ateşle çabalar, sonrasındaysa kendinizi defter doldurmak, saymak, müfredata uygun hayal gücünden yoksun ders anlatmakta bulursunuz.

Nadir sayıda insanın sahip olabileceği bir beyniniz vardır lakin seçtiğiniz yol pek erken ve pek hazırlıksızdır, kendinizi taş devrindeki bir elektronik mühendisinin yalnızlığında bulursunuz.

Ya pes edersiniz ve bırakıp gidersiniz ya da itaat eder rahat edersiniz, her iki yol da genellikle depresyondan geçer.

İş ve işçi bulma kurumu uç noktadaki eğitimlerde çaresiz kalır.

Ne iş yaparsınız? Atom parçalarım efendim. Hım bina yıkım işçisi arayan yerler, kaydettim, duvarları atomlarına kadar parçalarsınız artık.

Ne iş yaparsınız? Sosyologum iş arıyorum. Hım temizlik hizmetlerinde bekleme listesine alıyoruz sizi. Ne alakası var? Bir toplumu analiz etmenin en iyi yolu, neleri çöpe attığına bakmak değil midir, pek tabii ki alakası var.

Ne iş yaparsınız? Ürologum. Sıhhi tesisatçı olarak bekleme listesine kaydediyorum.

Ne iş yaparsınız? Psikologum. Nasıl yani psikologsunuz ve işsiz misiniz, hem de Türkiye’de? Kız sokağa masa atsan, kahve falı baksan, herkese; “canın sıkılmış, hep içine atıyorsun, ama yakında feraha kavuşacaksın, yok geri dönmeyecek ama seni çok arayacak, mutsuz olacak, kafasını dağlara taşlara vuracak, kendi yolunu çiz artık” desen köşesin. İlaçsız tedavi işte, bir de iş mi arıyorsun? Neyse sizi kuaför listesine yazıyorum ama yine de bir düşünün derim.

Ne iş yaparsınız? İspanyol dili ve edebiyatı mezunuyum. Viva la Kübaa! Patates ekmeyi biliyor musunuz? Hayır. Kolaydır, patatesi toprağa ekiyorsun suluyorsun bu kadar. Eee. İstanbul’dan Havana’ya direk uçuşlar var. Eeee. İki kişilik bilet alacak kadar paran var mı? Sanırım o kadar bulabilirim. Neden? Haydi, gidelim yolda anlatırım. Siz hakikaten buranın müdürü müsünüz? Yok, tabii ki değilim. Ben komedyenim iş arıyorum diye gelmiştim, ama bu komik değil ki dediler, ben de ağızlarını bantlayıp arka odaya kapattım, kendimce pratik yapıyorum.

DİNOZORLAR VE KARINCALAR

Geçecek, hep geçmiştir. Ağrılı, acılı, sancılı olur ama bir süre sonra yeni yollar açılır. Ne yaptığınızdan çok, nasıl ve neden yaptığınız önemlidir çünkü. Güç yok edebilme kapasitesi değildir, güç yok edişe direnebilme becerisidir. Bu yüzden dinozorlar yok olurken, onların kolayca ezip geçtiği karıncalar onlardan önce de sonra da var olabilmiştir.

Tamam, edebi şaheserler yazmıyor olabilirim, esprilerim saçmadır ve güldürmüyor olabilir, lakin sizi gülümsetmeye çalışıyorum ve bu bir direniştir. Gülümsemek bir direniştir, atıp yenisini almak yerine tamir etmek en azından bunun için çabalamak bir direniştir. Balkonunda yoğurt kabında maydanoz yetiştirmeye çalışanın elini ayağını öperim, tamam dünyayı kurtarmayabilir ama bu bir direniştir. Yazsana arkadaşım, ıslıkla bir ezgi tuttursana, hiç tanımadığın bir insana merhaba, kolay gelsin desene, mukavvadan bir kedi evi yapsana, kendini kapattığın duvarların arasından çıkıp denize karşı derin bir nefes alsana. Az yanaş güzel kardeşim, evet pek çok güzel insan beyaz atlara binip gitti, daha da gidecek, biz kalıp onarmaya devam edeceğiz. Az yanaş beriye. Al kalemi kâğıdı eline, sevgi ve bilgi paylaşıldıkça artar. Düşleri yenilmiş bir kertilenkele olma, at şu üzerindeki ölü toprağını, dans et, satranç oyna, ıslık çal. Pandomim sesin yasaklanmasından çıkmadı mı? Ortaçağ karanlığı olmasaydı Rönesans olur muydu? Giardino Bruno engizisyon tarafından diri diri yakılmasaydı, bugün papa laiklik iyidir der miydi? İşsiz kalabiliriz, aç kalabiliriz, ölebiliriz, lakin yaşarken çürümeyeceğiz, birbirimize dayanıp düştüğümüz yerden kalkıp devam edeceğiz. İncir reçeli de mi izlemedin “zaten eksiğiz daha ne kadar azalabiliriz ki”.