Domuzlar, Ermeniler, Kürtler ve fabrika ayarları

Erdoğan her fırsatta “Biz kimin yaşam tarzına karıştık” dememiş gibi, hatta ilk yeri geldiğinde hiçbir şey olmamışçasına yeniden demeyecekmiş gibi, örneğin ‘domuz yeme’yi kendisi malzeme ederken, ‘karşı tepeler’den anlı şanlı seküler başların da, “Atatürk’ün partisini Kürtler ve Ermenilerden korumak” için zırh kuşanmasını sağlıyor!

Hakkı Özdal hakkiozdal@gmail.com

Türkiye genelinde işçi, öğrenci, öğretmen, büro emekçisi milyonlarca insan, iki kıştır, güneş doğmadan çok önce, koyu karanlıkta işe/okula gidiyor ve akşam aynı karanlıkta eve dönüyor. Örneğin İstanbullular, en son geçtiğimiz 29 Eylül sabahı 7’de gün ışığı görebiliyordu. Gün doğumunun yeniden 6.30'a gelmesi içinse 4 Mart'ı beklemek gerekecek. Neredeyse yılın yarısını kapsayan, gelişme çağındaki tüm çocukların da maruz bırakıldığı bir ‘karanlık’; distopik bir kurmacanın içindeymiş gibi iki mevsim boyunca fiziki anlamda da gün yüzü görmeyen bir toplum… Türkiye’nin bugününü anlatacak estetik ürünleri için güçlü bir imge olacaktır belki bu karanlık. Milyonlarca çalışanın ve ülkenin tüm çocuklarının sabah ışığını görememesi, sadece astronomik bir sorun değil nitekim.

Ülkenin karanlık göğü, iç ve dış siyasal gerilimlerin yanı sıra özellikle çocuklara, engellilere, yaşlılara, kadınlara yönelen, dehşet verici ve sapkın suçlardaki artışla da kararıyor.

Küçücük çocuklar, başta tarikat yurtları olmak üzere, gönderildikleri kurumlarda, sözde eğitildikleri yerde istismara, darba, fiziksel ve psikolojik baskıya maruz kalıyor. Evleri basılarak dövülüp gasp edilen yaşlı ve güçsüz insanlara dair haberlerin sayısı artıyor. Minibüslerde, genç kadınlar taciz ve darp ediliyor, işitme engelli çocuklar öldüresiye dövülüyor. Memleketin her bir köşesinde hayvanlara en akıl almaz eziyetler uygulanıyor.

Tüm bunlara ilişkin olarak ortaya çıkan görüntüler ve tanıklıklar; bu dehşetin, ‘çoğunluğun’ –son noktada onay anlamına gelen– göz yumması, görmezden gelmesi, kayıtsız kalması, hatta bazen dönüp bakmaya bile tenezzül etmemesi sayesinde yaşanabildiğini gösteriyor. ‘Uysal’ bir Anayasa Mahkemesi sınırlamasının bile tanınmadığı, Tanzimat’tan itibaren kazanılmış güvencelerin bile tartışma konusu yapılabildiği, tüm toplumun ‘milli mevziler’ ve ‘teröristler’ olarak sadeleştirilmiş bir ‘sahne’de iktidara biat etmeye zorlandığı koşullarda; linç ve çocukların istismarı gibi herkes için dehşet verici suçları bile pişkinlikle izleyen, izleyebilen bir kayıtsızlık salgın gibi yayılabiliyor, toplumun genel davranışına dönüşüyor. Minibüslerde, metrobüslerde, orada burada, tanık olduğu suçlar ve haksızlıklar karşısında susan, olanları izleyen ve kendisine açıkça dokunulmadıkça kayıtsızlığını koruyan, suça ve suçluya mazeret uydurmaya çalışan bir 12 Eylül nesli. Türkiye’nin bugünkü fiziki, siyasi, kültürel yapısını ortaya çıkaran koşulların organik insan malzemesi bu. 12 Eylül’ün ‘kendiliğinden’ hali ve genetik mirası; siyasal ve toplumsal yaşamı varsayılan bir ‘çokluk’ adına ilhak etmeye ve ortadan kaldırmaya çalışıyor.

Erdoğan, bu organik malzemeye istediği şekli verme sanatındaki ‘hüneriyle’, nesnel-tarihsel sınırlanmışlıkları arasında. Bu yüzden erkenden çıkardığı seçim minderini, toplumun temel sorunlarından uzak bir noktaya; ideolojik, dini önyargı ve bağnazlıkların verimli ovasına seriyor. Açıkça gönüllü ve ‘doğal’ müttefiklerinin yarattığı çeşitlilik sayesinde, gözüne kestirdiği muhalif rakiplere, o önyargıların her çeşidiyle hücum edebiliyor. Her fırsatta “Biz kimin giyimine, yeme-içmesine, yaşam tarzına karıştık” dememiş gibi, hatta ilk yeri geldiğinde hiçbir şey olmamışçasına bunu yeniden demeyecekmiş gibi, örneğin ‘domuz yeme’yi kendisi malzeme ederken, ‘karşı tepeler’den anlı şanlı seküler başların da, “Atatürk’ün partisini Kürtler ve Ermenilerden korumak” için zırh kuşanmasını sağlıyor!

Erdoğan’ın 7 Haziran'dan beri uyguladığı politikanın bir tür ikinci mahsulü bu. 7 Haziran’dan sonra olağan durumu bozarak, sıcak çatışmanın ve sürekli tırmanan gerilimin anaforunda milliyetçi ittifaklarını kuran, ama 16 Nisan’da görüntüsü ortaya çıktığı üzere bunun da sayısal olanaklarının sonuna gelen iktidar, şimdi kendi cüssesini koruyarak muhalefeti parçalama-zayıflatma işine girişiyor. Varsayılan ‘hayır bloku’nu ve bileşenlerini, zaaflı noktalarından çözmeye ve iç tartışmalara sürüklemeye odaklanmış bir stratejiyle siyasal ideolojik muhteva üretiyor. Örneğin CHP İl Başkanı’nı tartıştırırken, “Ben domuz yediklerini bizimkilere söylerim, siz de sizinkilere Kürt ve Ermeni meselelerini söyleyin” demeye getiren doğal bir işbölümünü rahatlıkla yapabiliyor. Vaktiyle ‘statükoyla, vesayetle mücadele’ etiketi altında siyasi-hukuki operasyonlara tabi tuttuğu çevreleri, o ‘fabrika ayarları’na şimdi kendisi çağırıyor. ‘İki ayyaş’ söyleminden, ‘Atatürk’ün partisinin otantikliğini koruma’ya varan bu dönüşüm, sağ pragmatizmin konforu içinde, minibüste linç seyreden vatandaşın kayıtsızlığıyla kabulleniliyor.

Sorun ‘karşı tepeler’de. Kendisini de bağlayan ve sonuç olarak bugünkü siyasal manzaraya yol açmış statükodan kurtulmak ve ‘iktidarın istediği gibi bir muhalefet’ olmayı reddetmek, toplumun gerçek-günlük ve tarihsel sorunlarına birlikte sahip çıkan bir yeni siyaset hattı izlemekle aynı minderde yeni yenilgiler yaşamak arasında bir tercih yapmak ‘karşı tepeler’in görevi gibi görünüyor.

Tüm yazılarını göster