Diyarbakır Cezaevi: Allah'ın olmadığı yerde cennetin çocukları

Diyarbakır Cezaevi'yle yüzleşmenin sağlanması amacıyla çalışmalarını sürdüren TBMM komisyonu, 58 yaşındaki Cemal Ekren’i dinledi. Cezaevinde günde yarım sürahi su hakkı olan Ekren, şimdi bir otelin spa'sında çalıştığını hatırlatıp ekliyor: Günde 3-4 kez yıkanıyorum, her yıkandığımda 'tık, tık' copun sesi gelecek diye tekrardan çabucak yıkanıyorum...

Abone ol

ANKARA - 12 Eylül’ün demir parmaklıklar arkasındaki işkence mağdurlarının tanıklığıyla tarihe bir not bırakmak için çalışmalarını sürdüren TBMM Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Alt Komisyonu, son toplantısında, kendi deyimiyle hayatı biraz 'ti’ye alan Cemal Ekren’ı dinledi. Parası olursa cezaevinin bir mağduru olarak, 'Allah’ın olmadığı yerde biz, cennetin çocukları yaşıyorduk’ kitabını yayınlayacağını söyleyen Ekren, bir otelin spa merkezinde keseci olarak çalıştığını, bundan 36 yıl önce cezaevindeki halini hatırlatarak şöyle anlattı: “Hep hayal ederdim ‘Ben ne zaman yıkanacağım’ diye. Şimdi bir otelin spa'sında kesecilik yapıyorum, hamamın içine, saunaya bakıyorum ve günde 3-4 kez yıkanıyorum, her yıkandığımda suyu döktüğüm zaman 'tık, tık' copun ve düdüğün sesi gelecek diye tekrardan çabuk çabuk yıkanıyorum...”

Cemal Ekren’in, 1980 yılında 'Özgürlük Yolu' davasından yargılandıktan sonra gönderildiği Diyarbakır Cezaevi’ne ilişkin tanıklığı şöyle:

'TÜRKİYEM PARÇASINI SEVMİYORUM'

'Sistem bu şekilde, aman okuyayım bir şey olmaz, bu bizim devletimizdir, Andımız’dır, İstiklal Marşı’mızdır' falan derken, bu sefer Müşerref Akay diye bir sanatçı var, tırnak içinde söylüyorum, bu sanatçının Türkiyem şarkısı vardı, 'Türkiyem, Türkiyem'... Biz herhangi bir müzik okulundan mezun değildik, çoğumuz daha kendi ana dilimizi orada konuşamazken, bize aynı makamda söyletmek için günlerce Türkiye’m şarkısını –o diğer marşları, 60’a yakın marşları söylemiyorum özellikle hafızamızda kalan- zorla okuttular.  O yüzden ben Müşerref Akay’ı ve o parçayı şu anda sevmiyorum ve bunların sistematik bir işkence, baskı olduğunu düşünüyorum.

BANYO İŞKENCESİ

Yıkanamıyorduk, evet yıkanamıyorduk fakat bazen banyo hakkımızın doğduğunu söylüyorlardı; “Hazırlanın, bugün koğuşunuzun banyo günü…” Hepimiz mutluyuz ve parayla bize sabun alıyorlar. Atıyorum, o dönem sabunun tanesi 1 liraysa biz 3 liraya alıyorduk. O sabun bize geliyordu, ondan sonra bir eşofman vardı, öyle tek tip elbisemiz vardı, onları giydirmezdi, spor elbisesi diye eşofmanlarımız vardı, onlarla bizi götürürlerdi. “Soyun” derlerdi soyunurduk, hepimizin altında –affedersiniz- ya bir şortumuz ya da bir iç çamaşırımız vardı. Düdük çalardı, musluğu açıyorduk, sabunu başımıza döküyorduk, “Yıkanın" diyorlardı, biz tam yıkanıp sabunu bitireceğimiz sırada düdüğü çalıyorlardı, vücut ıslak, baş sabunlu “Kapının önüne dizilin” diyorlardı. Diziliyorduk, bu sefer geldiğimiz eşofmanlar çantamızda veya elimizde “Yat, sürün” diyerek ve coplayarak koğuşun kapısına kadar gönderiyorlardı. Çok ilginçtir, o zamanlar kirliydim, hep hayal ederdim “Ben ne zaman yıkanacağım?” diye. Şu an gururla yaptığım bir iş, ben bir otelin spasında kesecilik yapıyorum, hamamın içine, saunaya bakıyorum ve günde 3-4 kez yıkanıyorum. Her yıkandığımda suyu döktüğüm zaman 'tık, tık' copun ve düdüğün sesi gelecek diye tekrardan çabuk çabuk yıkanıyorum. Şu an anlattığım şeyle benim için şu anda titriyor. Böyle bir handikabın, gerçeğin, acının içinde bizler yaşıyorduk.

12 Eylül döneminde Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'nde tutuklulara ağır işkenceler uygulanmıştı.

'67 YAŞINDAKİ MAHMUT AMCAYA ŞEYTAN İKİ AYDA, BANA HİÇ UĞRAMIYOR'

Yaşlı 67 yaşında bir amcamızı getirdiler cezaevine. Ben o dönemde koğuş sorumlusuydum, “Suçun ne?” dedik. “Yataklıktan beni aldılar” yanıtını verdik. Suyu sınırlı içiyorduk az olduğu için. Aradan iki ay geçti, bir gün Mahmut Amcam bana dedi ki: Sorumlu, -çok affedersiniz- bana şeytan girdi yani ben kötü oldum, yıkanmam lazım. Biz de kalktık, bir sürahiye yakın -günlük bu kadar su içemiyorduk, bunun yarısını içiyorduk- su verdim, o suyla abdest alacak. Ondan sonra, bir iki ay geçti, bir daha “Sorumlu, bana şeytan girdi...” Yine verdim suyu. Üçüncü de geldiğinde “Vallahi şeytan bana girdi” dedi yine, ben de dedim ki “Mahmut Amca, sen 67 yaşındasın. Sana şeytan iki ayda bir giriyor, ben 22 yaşındayım bana hiç uğradığı yok. Şeytanla alıp vereceğin mi var?” Ondan sonra “Evladım, benim ondan bile haberim yok, ben öyle bir şey yaşamıyorum. Siz dayanabiliyorsunuz, ben dayanamadığım için suyu bu vesileyle içiyorum. Benim biraz daha direnmem, durmam lazım” dedi.

'DELİLOYU ESAS DURUŞTA OYNAYABİLECEK BİR FOLKLOR GRUBU VARSA...'

Kına gecemi cezaevindeki arkadaşlarımın desteğiyle yaptım ve ben bunu yaparken esas duruşta kına gecesi oyununu oynadık, yani “Delilo”muz var bizim, halayımızı biz esas duruşta oynadık ve bunu oynayabilecek herhangi bir tiyatro grubu veya bir folklor grubu varsa ellerinden, alnından öperim.

'ALLAHIN OLMADIĞI YERDE CENNETİN ÇOCUKLARIYDIK'

Böyle kısa öyküler yazıyorum, ben şeyin ismini de söylemekten kaçınmıyorum –tırnak içinde- “Allah’ın olmadığı yerde biz, cennetin çocukları yaşıyordu...” Niye bu isim? -ama tırnak içinde- “Allah’ın olmadığı yerde biz, cennetin çocukları yaşıyorduk.” Yazdığım kitabın ismi bu. Eğer ola ki param olursa, ola ki gücüm yeterse çıkartacağım. Niye? Haydar güzel bir isim, türküsü de vardır. Bir de copu vardır Haydar’ın. Haydar’la biz tanıştık, vücudumuzun her tarafı tanıştı. Maalesef, bizler direniyorduk ama bazı yaşlılarımız direnemediği için “Allah için yapmayın!” diyorlardı. Yanıt; Allah yok!.. “Peygamber için yapmayın!” Yanıt, 'Peygamber izne çıktı'!.. Ve en sonunda Esat geliyordu bu sefer, hiç unutmam “Atatürk aşkına yapmayın!” diyorlardı ve yapıyorlardı bunları, bu işkenceleri, bu Haydar’ı...