Devlet ve toplum: İmam hatip bahçesinde Manuş Baba

Bir Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi bahçesindeki olay, devlet ve toplum arasındaki güncel gerilimin türev fonksiyonlarından biri gibi görünüyor. Hançerelerinden bağırarak şarkı söyleyen kız çocukları onlara dikilmek istenen gömleğe sığmıyor. Sert ve zorlu bir dönüşümün eşiğindeki Türkiye de, sesleri kısmaya çalışan bir ‘otorite’nin giderek daralan örtüsünün altına sığmıyor.

Hakkı Özdal hakkiozdal@gmail.com

İstanbul’un Anadolu yakasında ‘laik hassasiyetleri’ ile bilinen bir semt... Semtin köklü devlet lisesi, 5 yıl önceki ‘dönüşüm’ sırasında Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi’ne dönüştürülmüştü. Kalabalık öğrenci nüfusu bir anda eridi böylece. Okulun bahçesine dev bir pergel konulup ayağı sonuna kadar açılarak tüm semti, hatta civarını da kapsayan bir daire çizilse, bu dairenin içinde kalan yurttaşlar arasından çocuklarını imam hatip lisesine göndermek isteyebileceklerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez muhtemelen. İşte böyle bir semtin lisesi Kız Anadolu İmam Hatip yapılınca, okulun bulunduğu sokaktaki cıvıltı seyreldi, yüksek duvarlı bahçesini çevreleyen sokaklardaki pastaneler boşaldı, derslik binasının arkasındaki ‘Özgürlük Parkı’nda formalarıyla gezen öğrenci kalmadı. Semt sakinleriyle, okulun –ezici çoğunluğu başka semtlerden gelen– öğrencileri arasında kaçgöç, selamsız karşılaşmalar… Yadırgama, yabancılama…

Bu okulun oldukça büyük bahçesinde dün akşam iftarlı mezuniyet töreni yapılıyor. Beyaz örtülü masaların arasından sahneye kadar, Saray teşrifatından tanıdığımız turkuaz protokol halısı uzatılmış. Masalarda ve etrafında, belki de çocukluğun son adımlarıyla koşturan kızlar ve sadece kadınlardan oluşan velilerin hareketliliği var. İyi kalite olduğu anlaşılan bir ses sisteminden okunan İstiklal Marşı ve açılış duasının ardından okulun kadın müdürü, içine bolca menkıbe ve dini temrin yerleştirilmiş uzun bir konuşma yapıyor. “Müminler” diyor, “azla kanaat etmesini ve Allah’ın istediği gibi yaşamasını bilen kişilerdir”. Sonra konuşmanın bir yerinde, “Allah vermeyen eli, korkmayan kalbi sevmez” de diyor. Korkuyu, bir ‘erdem’ olarak paylaşmanın yanına oturtan müdire hanımın konuşması, çocuklar ve velilerin cılız alkışlarıyla sona eriyor nihayet. İftar saati ile birlikte dua edilerek oruç açılıyor. Sonra isimleri tek tek ve hızla okunan çocuklar, plaketlerini almak için turkuaz halının üstünden koşarak ulaştıkları sahnede fotoğraf çekimi hatırına birkaç saniye görünüp aşağı iniyor. Fakat ‘gece’ daha bitmedi.

Ses sistemi, öğrenciler tarafından hazırlandığı anlaşılan bir şarkı listesini çalmaya başlıyor bu kez. Yabancı pop şarkılar, Türkçe rap… Öğrenci çocukların neşesi ve cıvıltısı artıyor giderek. Sonra bir Nazan Öncel şarkısının ilk notaları duyuluyor sevinç nidaları arasında. Manuş Baba’nın sesi duyulunca çocukların çığlıkları da yükseliyor ve yine çocuklardan biri muhtemelen, sistemin sesini bir hayli açıyor. Şimdi şarkıya eşlik eden çocukların korosuyla birlikte tüm mahalle dinliyor Manuş Baba’yı:

“Bu havada gidilmez,

Güneşli günde gidilmez,

Aslında hiç gidilmez.”

Çocukların coşkusu, belki az önceye kadar bu ses sisteminden rahatsız olan bazı komşuları da etkiliyor. Önce bir pencereden genç bir kadının başı uzanıyor şarkıya eşlik etmek için.

“Kalp durana kadar,

Aşk mezara kadar…”

Ama –yine tahminen söylüyorum ki ‘idare’ müdahil oluyor ve ses kısılıyor. Öğrenci topluluğundan toplu bir hayal kırıklığı nidası yükseliyor bu kez. Belli ki bir tartışma yaşanıyor. Sonra, eskisi kadar olmasa da yeniden açılıyor ses. Bu kez birkaç başka pencereden daha eşlik ediliyor çocuklara:

“Bu baharda gidilmez,

Yağmurlarda gidilmez,

Aslında hiç gidilmez.”

Hüzünlü bir aşk şarkısı, az önce korkuyu erdem olarak bellemeleri istenen çocukların neşeli kayıtsızlığı eliyle mahalleyi şenlendiriyor.

Bir Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi bahçesindeki bu olay, devlet ve toplum arasındaki güncel gerilimin türev fonksiyonlarından biri gibi görünüyor. Teşrifata, halı rengine, haksızlıkla edinilmiş imtiyazlara tutunabilmek için her yolun mubah ilan edilmesine, okul bahçesinde ya da miting meydanlarında terennüm edilen birbirinin kopyasına dönüşmüş vaaz gibi konuşmalara sıkışmış bir rejim kabuğu ile gerçek hayatın gerçek insanları, gençleri, çocukları arasındaki çelişkiler giderek büyüyor. Hançerelerinden bağırarak şarkı söyleyen kız çocukları onlara dikilmek istenen gömleğe sığmıyor. Sert ve zorlu bir dönüşümün eşiğindeki Türkiye de, sesleri kısmaya çalışan bir ‘otorite’nin giderek daralan örtüsünün altına sığmıyor.

Ancak memleketin tümü için ‘dönüşüm’, orta sınıf bir mahallede Nazan Öncel şarkısıyla sağlanan mutabakat kadar kolay gerçekleşmeyecek elbette. Orada gerilim, işsizlik ve yoksulluktan bunalıp “abisinden aldığı son harçlıkla” edindiği benzini üstüne dökerek belediye binası önünde kendini ateşe veren gençlerle, “babasının emekli maaşı vardı” diye açıklama yapan parti-belediye bürokratları arasında. “Karınlarını doyurduk hâlâ oy vermiyorlar” söylemiyle, kendini yakan bir gencin ardından belediyenin yaptığı “gittik baktık, babasının emekli maaşı varmış, kendini yakmayabilirdi” mealindeki açıklamanın yakınlığı, toplumla karşı karşıya olduğu rejim arasındaki kapanmaz ‘uzaklığın’ da bir karinesi gibi. Kışkırtılmış ve karşı saflarda da yankısını yaratmış bir kutuplaşmanın yerini gerçek hayatın sorunları aldıkça bu ‘uzaklık’ daha çok insan tarafından anlaşılıyor ve ‘sorunun özü’ olarak görülüyor elbette.

Tüm yazılarını göster