Deprem ve sonrası: Sürüyor O Kavga

H. Selim Açan’ın 1968-1980 yıllarının kaydını düştüğü "Bitmedi Daha" kitabının ardından, 12 Eylül sonrasına odaklandığı kitabı "Sürüyor O Kavga" yayımlandı. Açan, kitapta "13 Eylül günü kimler ne yaptı, cezaevlerinde kimler hangi tutumu aldı, molozların altından çıkılırken kimler nerelere savruldu?" sorularına cevap veriyor.

Abone ol

Doğan Emrah Zıraman

İstanbul’da Eylül ayındaki 5.8 şiddetindeki deprem sonrasında deprem uzmanları beklenen İstanbul depreminin yaklaştığını, bu depreme dair tahminlerini 7.0 veya 7.2 olduğunu açıkladılar. ‘99 Ağustos’unda Gölcük’teki 7.5 ve 2011 Japonya’nın Thöku bölgesindeki 9 şiddetindeki deprem nasıl bir yıkıma yol açtığına tarihin tozlu sayfalarından değil ekranlarda izleyerek bizzat şahit olduk. Ancak 5,8’lik son İstanbul depremi ölçek olarak küçük sayılmasına rağmen esas olarak insanlardaki korkuları, çaresizliği, paniği nasıl ortaya çıkardığını da yeniden gördük, yaşadık. Ama esas olarak şunu gördük: Tüm yaşanılan korku, çaresizlik ve de paniğin esas nedeni depreme hazır ol(a)mamak.

Peki ya toplumsal olayları, tarihin bir kesitini depremi analoji kullanarak açıklamak isteseydik 12 Eylül’ün Rihter ölçeği ne olurdu? Bu analoji için niceliksel bir değer telaffuz etmek yerine belgisiz sayı sıfatını kullanmayı tercih ederim: Çok ama çok büyük.

H. Selim Açan’ın Sel Yayınları'ndan çıkan Bitmedi Daha anı kitabının devamı olarak yine aynı yayınevinden çıkan Sürüyor O Kavga kitabı, 12 Eylül depremi ve sonrasında (2000’lerin başına kadar) örgütlü bir komünist olarak yaşadıklarını anlatıyor. H. Selim Açan Sürüyor O Kavga’da 12 Eylül depreminin yarattığı yıkıntıyı, kimlerin molozların altında kaldığını, kimlerin nasıl ayakta kalma mücadelesi verdiğini, molozların temizlenmesinde kimlerin neler yaptığını öyle satır aralarında da değil insanın gözünün içine soka soka anlatıyor.

12 Eylül’e dair hangi devrimci siyasetin değerlendirmesini okuduysam istisnasız hepsi “biz darbeyi öngörmüştük” cümlesini başa yazar. Deprem analojisine geri dönersek, bugün bunun sıradan bir insanın “bir gün deprem olacak” demesinden bir farkı yok gibidir. Çünkü 12 Eylül kelimenin tam anlamıyla bağıra çağıra gelmiştir. Ancak esas soru tam da bundan sonrasına dairdir: “Madem 12 Eylül’ü öngörmek gibi müthiş bir yeteneğe sahiptiniz, darbeye (depreme) karşı hazırlanmak  ve darbe sonrasına dair ne yaptınız/yapabildiniz?”

İşte Selim Açan kitabında daha önce siyaset olarak yapılan analizlere denk düşen anıları ile bu sorunun cevabını da birebir veriyor: 13 Eylül günü kimler ne yaptı, cezaevlerinde kimler hangi tutumu aldı, molozların altından çıkılırken kimler nerelere savruldu?

12 EYLÜL: KARANLIĞIN BAŞLANGICI

Kitabın ilk kısmı diyebileceğimiz bölümleri 12 Eylül ile H. Selim Açan’ın tutsak düştüğü 23 Aralık 1983’e kadar ki evreyi içeriyor. İşin ilginç yanı, Açan’ın, 3 yıl gibi uzun sayılabilecek bir süreyi 310 sayfalık kitabının ilk 47 sayfasında bitirmiş olması... İlk kitapta anlatılanlarla karşılaştırdığımda bu kısalığın nedenini başlangıçta anlamadım. Ancak kitabın ikinci kısmını oluşturan cezaevi süreci başlayınca bu “az”lığın nedeni de kendisini göstermiş oldu aslında.

Sürüyor O Kavga, H. Selim Açan, 317 syf., Sel Yayıncılık, 2019.

12 Eylül Darbesi'ni yapanların bile aklına getir(e)mediği büyük çaplı toplumsal depremdi aslında bu kısalığın nedeni. Erbil Tuşalp Eylül İmparatorluğu kitabının hemen başında 12 Eylül için askerlerin, özellikle devrimciler cephesinden ortaya konacağını tahmin ettikleri direnmeye karşılık olarak 6 milyona yakın yedek kan stoğu yapıldığı bilgisini verir. Bu basit görünen bilgi, 12 Eylül öncesi devrimci muhalefetin görünen gücü karşısında devletin nasıl bir hazırlık yaptığının, neleri göze aldığının temel göstergelerinden biridir. Ancak 13 Eylül günü “ertesi gün devrim yapacak” koca koca örgütlerin neredeyse hiç direnmeden teslim bayrağını çektiği bir zaman diliminde H. Selim Açan’ın 12 Eylül’den sonraki 3 yılı 47 sayfadan fazla anlatmasını beklemek ondan anıdan çok hikayecilik talep etmek olacaktır.  Çünkü 12 Eylül devrimci-sol muhalefetin üzerinden silindir gibi geçmiştir geçmesine de, ezici çoğunluğu teslim bayrağı çekmiş bir muhalefetin ortada olmadığı bir zaman diliminde bir avuç insanın yapıp edebildiklerinin 47 sayfaya sıkışması da normaldir.

CEZAEVLERİNDE DEVRİMCİ KALABİLMEK

H. Selim Açan’ın 1983 sonunda yakalanmasıyla birlikte anılarının ağırlığı, ilk kitapta anlattığı 12 Mart süreci dahil hayatının 16 yılını geçireceği ve aynı zamanda Türkiye Devrimci Hareketi'nin (TDH’nin) pek çok bakımdan merkezi haline gelen cezaevlerine kayar.

12 Eylül depreminin yarattığı “dışarıdaki” yıkım kendisini birebir olarak “içeride” de gösterir. Ve bu yıkım, cezaevine girişin ilk halkası olan polis işkence hanelerinde ortaya çıkar önce.

İşkence, Türkiye’nin modern tarihinde siyasete girmiş ya da girmemiş her ilerici-aydın insanın karşılaşacağı insanlık dışı bir muameledir. H. Selim Açan da işkencenin Türkiye’de temel bir iktidar enstrümanı olmasını şöyle formüle eder: “Siyasi olsun olmasın, Türkiye’de polisin eline düşen herkes bir biçimde işkence ile tanışır. Rızadan çok korkuya dayalı bir egemenlik sisteminin doğal sonucudur bu. Daha çok dış dinamiklerin basıncıyla çok partili siyasal yaşama geçiş süreci, ‘jandarma dayağı’nın halkta, özellikle taşrada ve köylülerde biriktirdiği öfke bile demokrasi dinamiği olarak iş görmüş ve bu tepkiyi sömüren yanlış bir adrese yönlenmiş olsa da yılların tek parti diktatörlüğünü yıkan bir rol oynamıştır.” (age, 71)

Selim Açan’ın yakalandığı 1983 sonu ile tahliye olduğu 1991 arasındaki cezaevi dönemini anlattığı kısımlardaki çoğu hikaye, o dönem cezaevlerindeki genel durumu bilmeye rağmen vahşetin ve direnmenin insan aklını zorlayan yanlarını göstermesi açısından çarpıcıdır.

Kitabın bu bölümünü okuyup bitirdiğimde teorik ve pratik açıklamalarını bilsem de yıllardır beynimi kemiren bir soru tekrar karşıma çıktı: “TDH’deki siyasetler 12 Eylül sonrası bir ‘cephe’ içinde bile niye bir araya gelemedi?” Açan’ın kitabında cezaevlerindeki açlık grevleri - ölüm oruçlarından koğuşlardaki komünal yaşama, firar denemelerinden tekrar polise sorguya götürülmek istenen arkadaşlarını vermemek için onlarca insanın yediği feci dayaklara kadar nice siper yoldaşlıklarını anlatan kısımları okuduğumda bu soru sürekli yanıp durdu aklımın bir köşesinde.

Ama kitabın “Solda Nitelik ve İrtifa Kaybı” (age, 246-251) bölümünü okuduğumda bu iyi niyetli soru(m) büyük bir çöküşe uğradı. Bu bölüm her ne kadar esas olarak ‘90 sonrasına dair bir değerlendirme olsa da 12 Eylül yıkımına dair düşünmek için de nerelere bakılmasına dair eleştirel ama daha çok özeleştirel bir bölüm olarak karşımızda duruyor.

Kitabın 3. kısmını oluşturan bölüm Açan’ın kısa bir süre dışarıda kalmasından sonra 94’teki yeniden yakalanması üzerine yeniden cezaevlerine kayıyor. Ancak bu kısımların 12 Eylül sonrası cezaevlerinden farklı bir süreci gösterdiği hemen kendisini belli ediyor. 90’ların başından itibaren 12 Eylül’ün ağır yıkımından çıkılmaya başlanmış olmasının tüm yanlarını Açan aktarsa da, esas olarak o yıkımın yanı sıra ’89 çöküşünün ezici ağırlığını yaşayan TDH’nin içine sürüklendiği tasfiyecilik batağından genel olarak çıkılamadığı gibi özel olarak H. Selim Açan’ın yer aldığı siyasetin de 12 Eylül karşısındaki direnişçi tutumlarını ve tasfiyeciliğe karşı duruşlarını mutlaklaştırdıkları anda nasıl daha ağır bir tasfiyeci bataklığa sürüklendiklerini acı biçimde gösteriyor.

H. Selim Açan’ın bu döneme dair anıları, bir yandan 12 Eylül kadar şiddetli olan vahşetin karşısında ortaya çıkan direnişin muazzamlığını ve büyüsünü anlattığı kadar diğer yandan sonuçta yaşanan yenilginin yolunu açan baş dönmesi ve akıl tutulmalarını da çarpıcı biçimde sergiliyor.

ANLATILAN İNSANLARIN HİKAYESİDİR

Amerikan İç Savaşı’nı anlatan bir belgesel şu cümle ile başlar: “Savaşlar ordular ve devletler arasında olmaz. İnsanlar arasında olur.”

Açan kitabında başta kendisi olmak üzere hayatının kritik evrelerindeki insanları ve o insanların hep birlikte ortaya çıkardığı durumları anlatıyor. Kendisi dahil insanları tekil olaylar üzerinden ele alıp yargılamak ya da övmek yerine Marx’ın “tarih yaşayanların üzerine çöker” özlü ifadesinde olduğu gibi tarihi üreten, sürdüren ve geleceğe bırakanlar olarak anlatmaya çalışıyor. Ancak kitabı bitirdiğimde sadece Açan’ın siyasetini değil TDH’nin bütünü kapsayan “insan olma” haline dair içimi bir huzursuzluk kapsadı. Önce sezgisel olarak yakaladığım nokta kitabı bitirdikten birkaç gün sonra netleşti.

TARİHİ OLUŞTURAN FİKİRLER DEĞİL İNSANLARDIR

Bitmedi Daha, H. Selim Açan, 272 syf., Sel Yayıncılık, 2019.

Devrimciler bilirler, Lenin’in kitaplarını okumanın zor bir yanı vardır. Hele ki kitap kongre analizi ise. Çünkü Lenin eğer doğrudan teorik bir konuyu işlemiyorsa bir kitabında veya makalesinde  sürekli X yoldaş şunu dedi, Y yoldaş bunu dedi, A-B-C yoldaşlar birleşip şunu savundular gibi sürekli “insan”a gönderme yapar. Tarihi oluşturan “fikirler” değil kanlı canlı insanlardır çünkü.

H. Selim Açan da kitabında örgütünde yaşanan iç krizler sırasında savunulan yaklaşım ve tutumları sergiliyor. Ortaya çıkan görüş farklılıkları sonucu yaşanan ayrışmaları basite indirgeyerek “iki insan arasındaki kariyer çatışması” biçiminde yorumlamanın yanlışlığına işaret ediyor. Lenin’in konferans anlatımlarında da gördüğümüze benzer biçimde meselenin temelinde aslında iki farklı sınıfsal yaklaşımın yattığını vurguluyor.

O bölümleri okurken başlangıçta beni saran huzursuzluk tam da bu benzerliği yakaladığım zaman kayboldu. Çünkü Türkiye’de de dünyada da devrim ve parti tarihleri yazılırken bazı eğilim ve tutumların simgesi olarak bazı önder insanların isimleri öne çıkarken, o tarihin sahibi kolektifi oluşturan kanlı canlı insanlar daha doğrusu önderler de dahil insan öğesi çoğu zaman gözden kaçabiliyor. Açan ise kitabında kendisi de dahil olmak üzere hayatına temas eden pek çok insanı tarihsel ve güncel ilişkileri içinde çarpıcı biçimde resmetmeye çalışıyor.

OYA

H. Selim Açan’a soracak olsak, Oya Açan’a birkaç sayfa yer vermek yerine sanırım ona özel bir kitap yazmayı tercih ederdi. Fakat ikinci kitabında sadece bir bölümle yetinmiş.

Oya Açan’ı anlattığı kısım sadece “aşk” ile tarif edilemez. “Aşk”ı içermekle birlikte “Oya” bölümü (de) Selim Açan’ın anılarını anlattığı her iki kitapta yaptığı gibi kendisiyle yüzleşmesinin en özel parçasını teşkil ediyor aslında. Açan, “Oya” bölümünde kendi feodal yanlarıyla nasıl yüz yüze geldiğini, 1984’teki ilk yakalanması sırasında Oya'nın işkencede çözülmesi sonrası onu nasıl “haksız biçimde” geriye ittiğini, tabiri caizse zamanında oldukça kanamış yaralarını hiç gocunmadan gösteriyor. Bunu yaparken de Oya sayesinde belki de işkence yaralarından daha fazla acı veren yaralarını nasıl kapattığını ve Oya’ya üç defa aşık olmanın güzelliğini sunuyor.

H. Selim Açan, anılarının son bölümünü oluşturan “Oya” bölümünde hayatının en özel yanlarını sunmuyor aslında. Çünkü “Oya” bölümünden çok daha önce Oya Açan’ı anlattığı nice satır var. Ve Selim Açan, “Oya”nın devrimciliğine anıları içinde işaret ettikten çok sonra ona özel bir yer açarak aşkını okuyucu karşısında perçinliyor.

Her kitabın eksik yanları vardır. Benim açımdan Sürüyor O Kavga’daki den önemli eksiklik, Mehmet Fatih Öktülmüş, Osman Yaşar Yoldaşcan, Sezai Ekinci, İsmail Cüneyt, Ataman İnce, Tahsin Yılmaz, Adnan Yücel gibi H. Selim Açan’ın uzun yıllar birlikte olduğu yoldaşlarına bölüm içlerinde yer vermek yerine onlara dair anılarını içeren özel bölümler yazmamış olması. Bu bölümler eklenseydi kitabın hacmi belki biraz daha artabilirdi. Ama hem 12 Eylül öncesini hem de sonrasını birlikte yaratan bu insanların kitaptaki yeri az olmuş.

İlk kitap ile ikinci kitap arasında benim açımdan şöyle bir farkın olduğunu da söylemeliyim: İlk kitap tarihsel olarak henüz doğmadığım ve bebeklik zamanlarımı içeren bir dönemi anlattığı için “masalsı bir dünyayı gerçekçi” olarak; ikinci kitap ise, benim de içinde devrimci olarak yer aldığım ve bu duruşumu sürdürmek için kendimce hâlâ çabaladığım dönemi “gerçekçi bir dünyayı masalsı” olarak anlatıyor.

Bu ayrımdan dolayı ilk kitaba dair yazarken ne kadar objektif olabildiysem, ikinci kitaba dair objektif kalmakta o kadar zorlandım. Ancak H. Selim Açan, ilk kitabı Bitmedi Daha da ortaya koyduğu objektifliği, Sürüyor O Kavga da da devam ettiriyor. Ki objektiflikteki bu ısrar, çaba ve beceri kitabın okunması için en önemli gerekçeyi oluşturuyor.