Deprem bile sınıfsal vuruyor!

Yardım malzemeleri ve ekipler gelmeye başladıktan sonra daha ağır bir tablo geldi insanların önüne. Her şeyin sonunda hissedilen şu: Olası bir afette hepimiz bir istatistiki veriden ibaretiz.

Abone ol

Ahmet Saymadi

Hepimizin gündemi 6 Şubat tarihinde yaşanan ve büyük bir yıkım yaratan deprem. Adana’dan Diyarbakır’a kadar yaklaşık 500 kilometrelik bir hatta gerçekleşen deprem, ülkemizde yaklaşık 15 milyon insanın yaşamını etkiledi. Resmi verilere göre 41 bin yurttaşımız hayatını kaybetti, 110 bin yurttaşımız yaralandı. Depremde enkaz altında kalan ve cenazesi henüz çıkarılmayan kişi sayısı tam olarak bilinmiyor. Ama kayıp sayıları da eklenince can kaybımızın 50 bini aşması muhtemel görünüyor. Şimdiye kadar verilen can kaybı sayısına Türkiye’ye göç eden Suriyeliler dahil edilmiş durumda değil, yaşamını yitiren Suriyeli sayısı ise 6.200 olarak veriliyor. Deprem bölgesinden 150 bin kişi devlet eliyle başka illere tahliye edildi. Ancak bunun misliyle insan, kendi imkanlarıyla şehrini terk etmiş durumda. Yaklaşık bir buçuk milyon insan batı illerine göç etti diyebiliriz. Kurulan çadır sayısı 200 bini aştı, 1 milyon insan sokakta, çadırda. Bunun dışında depremin genel mali yükü ise 80 milyar dolar civarında. Depremin genel bilançosunu bu şekilde özetlemek mümkün.

Depremden bir gün sonra, HDP heyetiyle Hatay bölgesine geçtim ve bir hafta kaldım. Bazı gözlemlerimi paylaşmak isterim.

İKTİDARIN HATALAR SİLSİLESİ

Can kaybına dair bilançonun ağırlaşmasının ve halkın yoğun tepki göstermesinin ana nedeni; depremin hemen ardından geçen ilk 48 saat içerisinde devlet kurumlarının neredeyse hareketsiz kalmışçasına sahaya inememesi oldu. Çeşitli kaynaklarda AFAD yetkililerinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a depremden çok kısa bir süre sonra depremin bilançosuna dair en iyimser ve en kötümser sonuçları içeren bir rapor sunduğu ancak Erdoğan’ın gördüğü tablo karşısında harekete geçmekte epeyce zorlandığı ifade ediliyor. Erdoğan’ın tutuk kalmasının yegâne sebebi; gördüğü tablo karşısında 14 Mayıs’ta yapmak istediği seçim planlarının alt üst olmuş olması olabilir. Depreme dair bir şey düşündüğünü pek sanmıyorum. Hatta 15 Temmuz Darbe Girişimi için; ‘‘Allah’ın bir lütfu’’ diyen Erdoğan, seçim planı yaptığı bir evrede gerçekleşen 6 Şubat Depremi için, ‘‘Allah’ın bir gazabı’’ demiş olabilir.

Erdoğan’ın tutuk kalması hem depremden etkilenen hem de depremden etkilenmeyen insanları oldukça öfkelendirdi. Depremden çok, yalnız bırakılma, sahipsizlik, çaresizlik insanları vurdu. Her yerde, ‘‘Devlet yok’’ sesi duyuldu. Erdoğan’ın tutukluğu karşısında muhalefet partileri, sol-sosyalist örgütler ve sivil toplum kuruluşları depremin yaralarını sarmak için deprem bölgesine gitti. Erdoğan’ın depremin ikinci günü yaptığı açıklamada sivil yardımlara engel olacağını belirtmesi, olağanüstü hâl ilan etmesi ve öfkeli ses tonu kendisine olan tepkiyi daha da arttırdı. Hem bir şey yapmayıp hem de yardımlara engel olmaya kalkmak, hükümetin hatalarını katmerlendirdi. Sonraları AFAD, ‘‘Yardımlara engel olunmuyor, koordine ediliyor’’ açıklaması yapmak zorunda kaldı.

İktidara yönelik bir başka tepki ise depremin hemen ardından kolluk kuvvetlerinin alandaki etkisizliğiydi. Deprem bölgelerindeki kolluk kuvvetinin de depremden etkilenmiş olması göz önünde bulundurulunca, acil olarak başka illerden polis-jandarma sevkiyatı yapılması gerekiyordu, ancak bu konuda da geç kalındı. Depremden etkilenen insanlar canlarının derdine düşmüşken, fırsatçılar onlarca dükkânı yağmalamıştı. Yağmadan kastım depremden etkilenen insanların yiyecek, içecek, barınma, ısınma, ilaç gibi ihtiyaçları için çeşitli yerlerden izinsiz malzeme alması değil. Acil ihtiyaç malzemesi satmayan, elektronik market gibi çok sayıda mağaza talan edilmişti. Buna evlerdeki hırsızlık olayları da eklenince iktidara olan öfke daha da arttı. İktidar ise deprem bölgesinde güvenliği sağladığını göstermek için ilgili ilgisiz insanlara şiddet uyguladı, bazı insanlar bu şiddet sonucu yaşamını yitirdi. AKP iktidarı ne yapmaya çalıştıysa eline yüzüne bulaştırdı.

HAVA BOMBARDIMANI DEĞİL KENDİ ELLERİMİZLE YARATTIĞIMIZ YIKIM

Depremden hemen sonra deprem bölgesinde durum tam anlamıyla şöyleydi: Şehirlerimiz bir hava bombardımanıyla yıkılmış gibiydi. Ama bu bir hava bombardımanı değildi, kendi ellerimizle yarattığımız bir yıkımdı. Her yer can pazarıydı. Bunun dışında elektrik yok, su yok, doğalgaz yok, internet yok, sosyal medya yok, girilecek bir ev yok, arabanız varsa benzin yok, market yok, gıda yok, paranız varsa çalışan bir banka ya da bankamatik yok. Günlük tüm yaşam pratiklerinin bir anda durduğu ve devlet tarafından da sağlanamadığı bir ortam oluşmuştu. Bunun tek tesellisi ise sivil dayanışmalar ve yardımlar oldu. Ancak AKP iktidarı kendi beceriksizliğini gizlemek için buna bile engel olmaya çalıştı.

HEPİMİZ BİRER İSTATİSTİK VERİSİYİZ

Yardım malzemeleri ve ekipler gelmeye başladıktan sonra ise daha ağır bir tablo geldi insanların önüne. Çıkarılan cenazeler için cenaze aracı ve cenaze defin hazırlığı yoktu. Çıkarılan cenazeler depremzedelerin kendi imkanlarıyla, araçlarıyla battaniyelere sarılarak hastaneye götürüldü. Hastanelerde cenazeler yerlerdeydi. Bu cenazeler basit otopsinin ve ölüm kaydı işleminin ardından yine cenaze sahiplerine teslim edildi. İnsanlar o cenazeleri yine battaniyeyle kendi araçlarının bagajına ya da koltuğuna koyarak, aynı araçla götürüp defnetmek zorunda kaldı. Kefen bulabilen, cenazesini uygun koşullarda defnedebilen şanslı sayıldı. Bu defin süreci birçok insan için depremden daha ağır bir etki yaratmış olabilir. Her şeyin sonunda hissedilen şu: Olası bir afette hepimiz bir istatistiki veriden ibaretiz.

DEPREM DE SINIFSAL VURUYOR

Deprem illeri yardımların gelmesinden ve cenazelerin çıkarılmasından sonra giderek ıssızlaşmaya başladı. Birçok insan deprem bölgesi dışındaki akrabasının yanına taşındı. Ancak hiçbir yere gidemeyen insanlar en yoksullardı. Deprem bile insanları sınıfsal vuruyor. Yoksulların başka şehirde gidecek bir evleri yoktu, içinde uyuyabilecekleri bir araç yoktu, çadıra çevirebilecekleri bir seraları yoktu. Şu anda en yardıma ihtiyacı olan insanlar da onlar ve bu insanlar uzun süre çadırlarda yaşamak zorunda kalacaklar.

KENDİMİZE DERSLER

Kendimize çıkardığımız dersler de var tabi. Muhalefetteki siyasi partilerde ‘‘Acil Durumlar ve Afet Komisyonu’’nun eksikliği göze çarptı. Elinde belediye olan muhalefet partileri neredeyse tüm çalışmasını belediyelere bırakmış durumda. Ancak siyasi partilerin tek merkezli koordine olmasında çeşitli aksaklıklar olduğu görülüyor. İkinci bir husus muhalefet partileriyle direkt bağlantısı olan insani yardım veya afet vakıflarının eksikliğiydi. İnsanlar kendilerini yönlendirecek bir vakıf olmamasından bir süre ne yapacağını bilemedi. Nereye bağış sağlanacağı bile büyük tartışma konusu oldu. Oysaki arkasında bir siyasi parti taban desteğini barındıran ve parti tarafından denetlenen bir yardım vakfına her siyasi partinin/tabanının ihtiyacı var. Bu vakıflar büyük veya küçük her türlü toplumsal afette, yıkımda sahaya inebilir. Açık söylemek gerekirse Cemaatler bu konuda epeyce yol almış durumda. Kendi eksiklerimizi de gözden geçirmemiz şart.

Depreme dair ilk yürüyen tartışma, ‘Sorumlu kim’ tartışması oldu. İlk etapta olayın siyasi sorumlusunu belirlemek şart. Evet sorumluyu biliyoruz AKP iktidarı. Ama sorumluyu tartışmaktan sorunu tartışamaz hale gelmemeliyiz. Artık sorunu gerçek boyutlarıyla ele almamız lazım. Örneğin aynı müteahhitin aynı şehirde yıkılan binası da var yıkılmayan binası da var. Sorun müteahhit mi? Malzeme mi? Uygulama mı? Zemin mi? Mevzuat mı? Denetimsizlik mi? Yoksa hepsi ya da birkaçı birden mi sorun? Bunu bilimsel veriler ve bilgiler ışığında detaylı tartışmaya ihtiyaç var.

Kendimizi suni tartışmalardan da uzak tutmamız gerekiyor. Depremden etkilenen şehirlerde devlet tarafından bir nüfus mühendisliğiyle şehirlerin demografik yapısının değiştirileceğine dair cümleler kuruluyor. Ancak bu oldukça suni bir tartışma. Suriye savaşı bile Hatay’ın iktidara muhalif olan bölgelerinde bir değişiklik yaratamadı. Hatta depremle beraber iktidarın istediğinin tam tersi bir durum bile olabilir. Malatya, Maraş, Hatay, Adıyaman illerindeki demografik yapı, hayatın doğal akışı içerisinde hükümetin istemediği bir yönde değişebilir.

İYİLEŞMİYORUZ! ÜZGÜNÜZ, ÖFKELİYİZ!

Beni en çok etkileyen şey konuştuğum öğrenci gençlerin, yaşamlarına dair bahsettiği kesinti ve umutsuzluk oldu. ‘‘Lise öğrencisiydim ama artık okul yok’’ ya da ‘‘Sınava hazırlanıyordum, ama artık ne yapacağımı bilmiyorum’’ sözlerini çok duydum. Bu kadar çaresiz bırakılmayı hak etmiyoruz. Türkiye’deki her 2000 kişiden birisi yaşamını yitirdi. Her 50 kişiden birisi artık evine giremiyor. Her 100 kişiden birisi çadırda yaşıyor. Halkımızı içinde güvenle oturabileceği bir eve, bir lokma ekmeğe, çadıra, battaniyeye hatta kefene muhtaç eden bu düzenle mücadele edeceğiz. Yıkılan kentlerimizi yeniden inşa edeceğiz. Buradayız, bir yere gitmiyoruz. Üzgünüz ve öfkeliyiz! Yiten canlarımızın hesabı sorulana dek iyileşmeyeceğiz!