Demir Özlü’de anlam arayışı

Demir Özlü; öykü, roman, anı, deneme, gezi yazısı gibi farklı estetik düzlemlerde eserler verir. Varoluşçuluk ekseninde ürettiği dönem, toplumcu bakış açısının öne çıktığı dönem ve sürgün sonrası dönem olmak üzere üç bölüme ayrılabilecek olan edebî anlayışının merkezinde ‘varoluş’ probleminin olduğu söylenebilir. 'Bunaltı' ve 'Önünde Boş Bir Uzam' aralarında uzun yıllar bulunsa da temel kaygılarda kesişen iki metin.

Abone ol

Hande Balkız

İstersen yazmayı dene. ‘Bu parçalanmış yaşamın neresine doğru gideceksin ama? Hangi yöne?’”(1) diye sorar Demir Özlü, 'Önünde Boş Bir Uzam’da. ‘Sen’ diliyle kurgulanan anlatı evreni mesafe algısı yaratır ancak ancak iç sesi de yüzeye yaklaştırır. Bilinç düzlemine düşen bilinçaltı imgeleri dil ve anlatım sınırlarını esnetir. ‘Sen’in âna dair izlenimleri; sokaklarda, kafelerde, istasyonlarda ve anlatıyı/kenti adeta bir örümcek ağı gibi kuşatan kanalların kenarlarında gezinirken kentin geçmiş zamanlarını yüklenir. Özlü’nün Berlin’deki adımları, ontolojik sorguları mekânlara sinmiş seslerle, mekânların kabuk kabuk açıldığı görüntü ve imajlar sunar. Hangi yöne gidecektir yazar? İç ve dış coğrafyanın kesiştiği hangi zamanı yürüyecektir? Hangi ‘ben’i öne çıkartacak hangi ‘ben’i puslu bırakacaktır? Soru işaretleri mi, noktalar mı, üç noktalar mı olacaktır kılavuzu? Yönünü belirleyen harita hangi zamandan seçilecektir? Hangi deneyimler hangi korkuları, hangi kaygıları örtecek; hangilerini parlatacaktır?

Önünde Boş Bir Uzam, Demir Özlü, 76 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2012.

'Önünde Boş Bir Uzam', bir mektupla başlar. Yazarın, anlatıcının duygu durumlarının karışıp kaynaştığı dilde edebî form bir ulağa, kente dair izleklerin dile geldiği, ifşa edildiği bir biçime dönüşür.

“Berlin göllerle ve kanallarla çevrilidir. Bütün kanallar da en büyük göl olan Wansee’de birleşir. Brandenburg eyaleti burası. Berlin’in içinde beni en çok mutlu eden şey de caddelerin dizaynıdır. Müthiş rahatlık veren bir yer. Kent çok geniş bir araziye yayılmış. Elbette bir şehri sevmek için onun tarihiyle, orada yaşamış insanların tarihiyle de ilgilenmek gerekli. Ben bunu bir ölçüde eski gelişlerimde yapmıştım. Büyük Friedrich’in kurduğu barok kent Potsdam buraya on dakika. Voltaire’in de yaşadığı Sanssouci şatosu da orada. Aralık’ta çöplüğüme döneceğim.” (s.7 )

Özlü’nün Berlin’deki gezintileri geçmişle temas halindedir. Kente dair gözlemler düşünsel zeminde mayalanıp yazı tasarımlarına evrilirken gözlemlerin uzantıları taşıdıkları duygu değerleriyle geçmişteki kırılma ânlarına uzanır. Kayıp krizinin travmatik mekânlarından sinagog bunlardan biridir.

“Hackescher Markt’a gittin, ön bölümü ayakta kalmış, sonra da yenilenmiş olan büyük sinagogun önüne kadar yürüdün. Sinagog şimdi polis koruması altındaydı. Berlin’e daha önceki gelişlerinde bu çok büyük ön bölümün ardında çok geniş bir toplantı salonu olduğunu Kristal Gece’den önce alınmış fotoğraflarda görmüştün. Yıkılmış olan o bölüm henüz yeniden inşa edilmemişti. Fotoğraflarda, kutsal günlerde o geniş bölümünde toplanmış Museviler tek tek görünüyorlardı. Savaş öncesi dönemin insanları. Kaçıp kurtulamayanları toplama kamplarına gönderilmeden önce.” (s.13)

Kristallnacht (Kristal Gece), 10 Kasım 1938’de Naziler’in Yahudi ev, sinagog ve iş yerlerine yaptıkları kanlı saldırının adı. O gün sokaklar cam kırıklarıyla dolu olduğu için Kristal Gece olarak anılmaktadır. Zaman- mekân ilişkisinin sınırlarını genişleten Kristal Gece, Özlü’de belleği harekete geçiren bir işlev görür. Başka zamanların duygu durumlarını taşıyan izler mekânın diliyle görünür hale gelir.

“Buraya gizli bir çekime kapılmış gibi geldin.” (s.9) der anlatıcı. Berlin’de biriken zamanların, imgelerin gölgesinde ilerler anlatı. Yerel bir tarihin, mekânların ve aidiyet algıları dolayımıyla oluşan bir benliğin, -çemberin dışında, kendi gerçekliğinden çıkmış olan anlatıcı- tanık olduğu karanlığı içselleştirir. Birçok yaratıma kapılar açan bu yeni karanlık eski günlerin karanlığından farksızdır. Ancak karanlık yeni yazı tasarımları için gerekli dağınıklığı ve parçalanmayı sağlar. Adım adım inşa edilen anlatıda kişisel ve mekânsal bellek örüntüleri ağır ağır sarmallanır. Zira yazı tasarımları kolay kolay gelmez aklına. Gelse de çoğunu derme çatma bulur Özlü. Özgün bir anlatıyı da başkaldırı olarak niteler.

“İyi yazılabilmiş her yazı bu haksızlıklar da içinde olmak üzere, bütün haksızlıklara başkaldırmadır. Kimsenin sesi çıkmıyor. Kalabalıklar bastırılmış düşlerinin soğuk imgeleri içinde sürüklenip gidiyorlar. Kendini iyileştirmek için yazdığını düşünsen de, “ ıssız çöllerden” ya da Berlin’deki kanallardan söz etsen de, bir “sis çanı” olacaksın sen. Korkma kendini koy ortaya.”(2) (s.12 )

BUNALTI

Demir Özlü’nün ilk öykü kitabı 'Bunaltı' 1958’de yayımlanır. 1950 kuşağının etkilendiği varoluşçu felsefeyi yansıtan kitap J.P. Sartre ile de açık bir etkileşim örneği gösterir. Leyla Erbil, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Tezer Özlü, Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener, Adnan Özyalçıner isimlerinin yer aldığı 1950 kuşağında varoluşçuluk her yazarda özgün bir ton kazanır ancak yalnızlık, yabancılaşma, kaçış, ontolojik kaygılar, ölüm, saçma gibi izleklerle ortak bir terminoloji üretir. “1950’lerin ortalarından itibaren, anlatıcının, sahip olduğu huzursuzluk ve sıkıntıyı uzun uzadıya anlattığı, yazarın yaratıcılığından ve gözlem gücünden beslenen “olaylara” pek az rastlanan öyküler yazan Demir Özlü, Sartre ile Türkiye’de adından sıkça söz ettirmeye başlayan varoluşçuluk akımının temel meselelerini, doğrudan öykü kişilerinin meseleleri hâline getirme çabasına girişir.”(3) ‘Tiyatro’, ‘Garaj’, ‘Sokakta’, ‘Hüküm’, ‘Sokak’, ‘Bağsız’ ve ‘Bunaltı’ olmak üzere yedi öykünün yer aldığı 'Bunaltı’da ölüm, hiçlik, kaygı, yabancılaşma, varoluşun anlamı/anlamsızlığı öykü kişilerinin iç dünyalarındaki temel çatışmalar olarak belirir.

Bunaltı, Demir Özlü, 96 syf., Sel Yayıncılık, 2009.

J.P. Sartre’ın 'Bulantı' romanındaki felsefî söylem biçimi gibi Özlü’nün 'Bunaltı' öyküsü de benzer estetik kaygılar üzerinden ilerler. Günlük biçiminde düzenlenen öyküde yaşama dair sorgular yazı dolayımıyla aktarılır. Zihnin karmaşık, çok boyutlu uzamında ilerleyen öykü, olay örgüsünün silikleştiği bir yapıdadır. Girift düşünsel ağlar topluma uyum sağlayamayan, kendi içinde yaşayan öykü kişisinin bunaltı eksenindeki kaotik dünyasını yansıtır.

Yazmayı hem bir kaçış hem de yüzleşme alanına dönüştüren öykü kişisi bireyin hayat içindeki savruluşunu, sürüklenişini, aidiyet oluşturamayışını, köksüzlüğünü sorgular. Bu bağlamda yazmak, yazılar tasarlamak, iç dünyaya çekilmek, ne zaman biteceği bilinmeyen bir hayata dayanma, tahammül etme anlamına gelir.

“Olayları birer birer sıralamak sıkıntı veriyor bana, hem olay da nedir ki? Önemli olan bizim iç yaşamamızdır, bu sürüp duran acıdır. Varlığımın, kopmuş aşırılığa sürüklenmiş varlığımın bu çoktan ölü töreler arasındaki serüveni bu, kendim için ayrı bir yaşama kurmaya çalışmıştım, hepsi o kadar.”(4) (s.84 )

“Ama beni odama kapanıp, kapıyı kilitlemeye sürükleyen tanrısal güç, bütün umudum ondaydı.” (s.87) Yalnızlığı anlamlı hale getiren yazma eylemine kutsal güç atfeden öykü kişisi uzlaşamadığı toplumdan, bilinçsiz kabalıklardan, sorgulamayan ‘öteki’lerden uzak durur. Kolektif yaşamı düzenleyen kurallar umrunda değildir. Heidegger’in “onlar alanı” diye ifade ettiği toplumsal yaşamdan kopup, iç dünyasında yeni bir ‘ben’ oluşturmaya çalışan yazar anlatıcı varoluşçu felsefelerin kalıp yargılarıyla düşünsel bağ kurar. (5)

“… bu cahillikten çokta bıkmıştım. Bu insanları zorla düşündürmeli. Ama nerde? Gazinoların, en lüks yerlerin, bütün bu cahil insanların toplandıkları yerlerin ardında bilgisizliğin, insanları tanımamanın, vahşice bir kötüye kullanma düşüncesinin yattığını biliyordum. Onları tanımanın tiksintisi. Her şeyi yetersiz bulmanın huzursuzluğu. Bu toplumla nasıl yaşarım ben? Herkesin beğenilerinin ötesine geçmişim bir kere. Onlardan ayrı bir yaşama, burjuvaların yaşadıkları yerlere tiksintiyle bakıyorum.” (s.95 )

Kimsenin bir başkasını değiştirme gücü yoktur, kişi sadece kendi düşüncelerini, bakış açılarını değiştirebilir. Okuyarak, düşünerek, yazarak… Bu bağlamda esas önemli olan iç dünyadaki devinimdir. Kalem ile kağıt arasında geçmişiyle, sevdikleriyle, kendisiyle savaşan öykü kişisi küçük burjuva yaşantısının dışına çıkabildiğini düşünür. Ötekilere ait seslerin silikleştiği çemberde “Kimim? Neyim? Nerden geliyorum? Nerden gelip bu masaya oturuyorum ?” (s.97) sorularıyla başlayan süreç varoluşun anlamsızlığına ulaşır. Farkındalık güçlendikçe kişi bunaltıya sürüklenmektedir. Zira nesneler oldukları gibi kalırken insan her an ölüme yaklaşmaktadır.

“Yaşamak anlamsızdır. Sevgiyle iyilikle, bir şey olacak diye bekleyerek, titizlenerek, kötülükten korkarak büyüttüğüm umutlarımın bir anda yıkıldığını, bu kaçıncı görüşüm. Biliyorum artık, anlamsızlığa başımızı vura vura yaşayacağımızı. Çünkü ne olduğumuzu bilmiyoruz? Niçin yaratıldık? Durmadan, dinlenmeden bu anlamsızlığı yaşasın diye mi? Niçin beni buna mahkûm ettiler.” (s.109)

Yazar anlatıcının yalnızlığı, ölümü, hayatı sorguladığı karmakarışık iç dünyasında yer yerinden oynarken dış dünyaya tek bir ses bile aktarılmaz. Kendi içine akan sessiz bir bunalımdır yaşadığı.

“Zamanın zalimcesine geçtiğini ve benim hiçbir şeyim olmadığını anladım. Yokluğa doğru gidiyorsunuz, üstelik hiçbir şeyiniz yok. Hiçbirşeysiz, tamamen yok olacaksınız. İnsanoğlu için en büyük korku yok olmak korkusudur. Bütün çılgınlıklarımızda ölümün gizliden gizliye hâkim olduğunu ve bizi elinde bir oyuncak gibi kullandığını görmüyor musunuz?” (s.112)

Toplumdan uzaklaştıkça belirginleşen özgürlük ve otantik birey oluş olumlu bir fikir gibi görünse de Jale Özata Dirlikyapan bu olumluluğun silik kaldığını ve arabesk bir tını taşıdığını belirtir.(6 ) 'Bunaltı'da yalnızlık, saçmalık, farkındalık, bunaltı, toplumla çatışma zihinde sürekli dalgalanır. Ontolojik krizin getirdiği yalnızlık ve yazıya sığınma öykü kişisini varoluşçuluğun popüler imgelerinden karamsar bireye dönüştürür.

SONUÇ

Demir Özlü; öykü, roman, anı, deneme, gezi yazısı gibi farklı estetik düzlemlerde eserler verir. Varoluşçuluk ekseninde ürettiği dönem, toplumcu bakış açısının öne çıktığı dönem ve sürgün sonrası dönem olmak üzere üç bölüme ayrılabilecek olan edebî anlayışının merkezinde ‘varoluş’ probleminin olduğu söylenebilir. 'Bunaltı' ve 'Önünde Boş Bir Uzam' aralarında uzun yıllar bulunsa da temel kaygılarda kesişen iki metin. Bunaltı’da ben-öteki arasındaki çatışma zihinsel uzamın karmaşasında Önünde Boş Bir Uzam’da ise kent imgeleri dolayımıyla verilir. 'Bunaltı'da altı çizilen yalnızlık, yabancılaşma, boşluk, anlamsızlık gibi izlekler ‘boş bir uzam’ algısına taşınır.

Demir Özlü’nün yazınsal belleğinde devinen sözcüğün ‘arayış’ olduğu söylenebilir. Zira hem düşünsel yazılarında hem de kurmacalarında farklı kimliklerle karşımıza çıkan soruların anlam arayışı ekseninde çoğaldığı görülür.

  1. Demir Özlü, Önünde Boş Bir Uzam, YKY, İstanbul, 2012, s.37 (Alıntılar bu baskıdandır.)
  2. Demir Özlü, ıssız çöllerin A. Camus’ye, sis çanının ise Melih Cevdet’e gönderme olduğunu dipnot düşer.
  3. Jale Özata Dirlikyapan, Yazınsal Kavrayışta Köklü Bir Değişim: Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara, 2007, s.123
  4. Demir Özlü, Bunaltı, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul, 1958 (Alıntılar bu baskıdandır. )
  5. Hande Balkız, “Varoluşun Zarfları: Bulantı’dan Bunaltı’ya”, Varlık, Nisan 2019, s. 38-46
  6. Özata Dirlikyapan, a.g.e., ,s.123