David Grossman: Edebiyat, sevgi gibi bireyi yeniden kazanmanın yolu

David Grossman'ın kitabı "Ülkenin Sonuna" Siren Yayınları tarafından raflarda yerini aldı. "Önyargılardan kopup bireyselliğimizi yeniden ele almamızı mümkün kılan yegâne şey edebiyat" diyen Grossman ile "Ülkenin Sonuna"yı, kitabın aldığı tepkileri ve dünyada barışa yer olup olmadığını konuştuk.

Abone ol

Sanem Sirer

DUVAR - Man Booker Uluslararası ödüllü romanı Bir At Bara Girmiş ile tanıdığımız İsrailli yazar David Grossman’ın büyük eseri Ülkenin Sonuna, geçtiğimiz haftalarda Dilek Şendil’in Türkçesiyle yayımlandı. Askeri bir operasyona katılan oğlu hakkında kötü haber almamak amacıyla uzun bir yürüyüşe çıkan bir kahramanın izinden insanlar arasındaki bağlara, yaşadığımız coğrafyanın sırtımıza bindirdiği yüklere ve yaşamsal travmalara odaklanan Ülkenin Sonuna, dünya çapında ilgi görmüş, İsrail’de de epey yankı uyandırmış savaş karşıtı bir roman. Barış aktivizmiyle bilinen David Grossman, bu romanı tamamlamak üzereyken askerliğini yapmakta olan oğlu Uri’yi kaybetmiş ve hakikat, acı bir biçimde romana da aksetmiş bu süreçte…

Ülkenin Sonuna’nın yayımlanması vesilesiyle David Grossman’la kurmacayı ve kurmaca dışı dünyada barışa yer olup olmadığını konuştuk.

David Grossman

Ülkenin Sonuna’nın merkezinde bir kadın kahraman, Ora yer alıyor. Oğlunu askere teslim ettikten sonra evinde duramaz hale gelen ve gelebilecek kötü haberlerden kaçmak için haftalar sürecek bir yürüyüşe çıkan Ora, yol arkadaşı Avram’a yol boyunca oğlunu anlatıyor, özellikle de çocukluğundan, bebekliğinden, büyümesinden bahsediyor. Bunu, onu güvende tutmak için yaptığını söylüyor; belki de artık koruyamadığı çocuğuna anlatıda güvenli bir varoluş alanı açmak için. Öyküler anlatmak insanların dünyayla baş etmek amacıyla evvel eski başvurduğu bir yöntem, fakat yine de sormak istiyorum, sizce günümüzün hızla değişen ve zalimliği neredeyse tesadüfi gelişen dünyasında öyküler teselli edebilir mi bizi?

Kavranması giderek güçleşen, şiddete, düşmanlığa giderek daha çok meyleden bir dünya bu. Nefret fazlasıyla kolay erişilen bir değer, nefret güdümlü suçlar her geçen gün daha da artıyor. Kimlik siyaseti insanları birbirlerine karşı düşmanmış gibi güdümlüyor ve bu, insani derinliği yok sayacak bir hal alıyor. İşte, böyle bir dünyada, çehreleri olmayan ve çoğu zaman birbirlerini tanımayan ya da internet vasıtasıyla tanıştıklarını sanan insan toplulukları söz konusu olduğunda edebiyat, insani çehrelerimizi, bireyselliğimizi yeniden kazanmamızı, bunlara sahip çıkmamızı sağlayabilir. Kitle iletişim araçları, ki bu sosyologların icat ettiği bir terim, kitlelere hizmet etmektense insanları gruplar, kimi zaman da çeteler haline getiriyor; kendilerine dönük söylemleri ile bizleri birer stereotipe çevirip kontrol edemediğimiz en ilkel dürtülerimize, duygularımıza oynuyorlar. Böyle bir dünyada edebiyata ihtiyacımız var çünkü bize yeniden birey olma fırsatı tanıyan, basmakalıp görüşlerden, önyargılardan kopup bireyselliğimizi yeniden ele almamızı mümkün kılan yegâne şey edebiyat.

'EDEBİYAT, BİREYİ YENİDEN KAZANMANIN YOLU'

Ora’nın oğlu hakkında konuşmasının, ona dair hikâyeler anlatmasının gerisinde olan da bu mu peki, ordunun kalabalığında yiten oğlunu bir birey olarak resmetme arzusu?

Bu biraz daha farklı, çünkü Ora, herhangi bir kitleye dahil değil, bir çetenin içinde değil. Gerçi bir bakıma öyle sayılabilir, karşısında savaş var sonuçta, devlet var, siyasetçiler var. Ama burada daha derin, daha farklı bir noktada durduğunu düşünüyorum ben onun. Romanı yazarken ebeveyn olarak ele aldım durumu; ebeveynler çocuklarını büyütürken onlar için hep en iyisini isterler. Çocukların okul toplantılarına gider, öğretmenleriyle konuşur, onları dişçiye götürür, bale ya da karate gösterilerini izleriz ve bütün bunları, çocuklarımız dünyanın sunduğu imkânların tadını çıkarsın diye yaparız; bunların gerisinde bir başka şey de vardır fakat, çocuklarını seven normal ebeveynler olarak bir yandan kader ile, Tanrı ile, ölüm ile pazarlık ederiz sürekli, onlara, ‘Bak, ben çocuğum için en iyisini yaptım, gereken her şeyi, sen de onu esirge, ona el sürme, onu bana bağışla,’ der gibiyizdir adeta. Gelgelelim çocuğumuz gerçek manada tehlike ile karşı karşıya kaldığında o büyürken sarf ettiğimiz tüm çabalar buhar olup uçmuş gibi olur. Tüm iyi niyetler, onca sevgi, yapılmış hatalar, her şey tehlikenin baskın varlığı karşısında anında silinip gider… İpucu vermiş olmayayım ama romanın devamında rolü daha iyi anlaşılacak olan Avram’a bütün bunları anlatırken Ora, oğlu Ofer’i yeniden canlandırmaya, onu savaşın yıkıcı ve ölümcül gerçekliği karşısında yaşama ait tutmaya çabalıyor, elinden gelen tek şey bu çünkü. Savaş ve sevgi zıttır birbirine; savaş bizlerle hep sayılar vasıtasıyla konuşur, ölecek olanların, yaralanacak olanların, yaşamı bütünüyle mahvolacak olanların sayılarıdır savaşta konuşulan… Ordular büyüktür ve büyük adımlarla yürür, oysa sevgi milyarlarca insanın içinde bir tek kişiyi hedef alır, askeri bir terim bu gerçi, bir tek kişiyi seçer diyeyim. İnsan bu sayede bir başkasında tüm dünyayı görür, hisseder. Stalin’in bir lafı var, hep onu anımsarım, ‘Bir kişinin ölümü trajedidir, bir milyon ölüm ise istatistiğe girer,’ demişti Stalin. Böyle düşünmek işine gelmiştir elbette. Bence edebiyat, tıpkı sevgi gibi bireyi yeniden kazanmanın yolu, buna inanıyorum, bireyi bu korkunç istatistikten kurtaracak tek şey bu.

'KADIN BAKIŞ AÇISINI İNŞA ETMEYE ÇABALADIM'

İki oğlu ve uzaklaştığı eşi İlan ile derin biçimde bağlı olduğu kadim dostu Avram’ın arasında zaman zaman yalnız hisseden, erkekler tarafından adeta kuşatılmış bir karakter Ora; aynı zamanda bağımsız ve başına buyruk, herhangi bir ideolojiye adanmamış, içinde bulunduğu duruma öfkeli bir karakter. Onu tasarlarken nereden yola çıktınız, neleri göz önünde bulundurdunuz?

Haliyle, aileye, çocuk büyütmeye ve çocuğu kaybetme korkusuna dair bir kitap yazdığınızda kadının bakış açısıyla yaklaşmak doğal geliyor. Anne ile çocuk arasındaki bağın en temel, en ilkel bağ olduğuna inanıyorum ve romanı kurgularken bunu yansıtabilmek için uğraştım, kadın bakış açısını inşa etmeye çabaladım. Klişe gerçi, ama yine de teslim etmem gerek, bunu anaç bir baba, çocuklarının yaşamına fazlasıyla dahil olan bir ebeveyn olarak söylüyorum, anne ile çocuğun arasındaki bağ en birincil bağ bana kalırsa. Ora karakterini yaratırken çift boyutlu bir durum gözettim, şöyle ki, etrafındaki erkekler onu her ne kadar dışlasalar dahi ona bağımlılar, hem de tamamen bağımlılar, ona ihtiyaç duyuyorlar, yine de onu uzaklaştırmak, uzakta tutmak istiyorlar, kaygılarının, korkularının onları zayıflattığını düşünüyorlar; erkekler kaygıların ve korkuların bastırılması gerektiğini sanıyorlar. Ora güçlü bir karakter ve gücünün farkında, hayatındaki erkeklerin ona ihtiyaç duyduklarının da farkında, uzlaşmak için ihtiyaçları var ona, kimi zaman birbirleriyle sohbet ederken dahi orada olmasına, araya girmesine ihtiyaç var, öte yandan onun varlığının bir şeyleri sekteye uğrattığını hissediyor, ona karşı duvarlar örüyorlar.

Ora’nın bütün Orta Doğu liderlerini aklından geçirip öfkeyle salata doğradığı bir pasaj var, onu ve ev içindeki çaresizliğini en net biçimde gördüğümüz bölümlerden biri bu. Ora’nın -artık tanımı biraz karmaşıklaşmış olsa da- hakiki diyebileceğimiz, samimi bir yanı var, ona yakınlık duymamak, romanı okurken onunla beraber yürüyormuş gibi hissetmemek elde değil… Çok kuvvetli bir sesi olduğunu ve erkeklerin dünyasına karşı bir öfke beslediğini de vurgulamak gerek.

Ora, siyasi görüşlerinde oldukça katı olan, kendilerinden ve fikirlerinden asla şüphe etmeyen eşi ile oğlunun karşısında duruyor ve içgüdüleriyle, anlık dürtüleriyle hareket ediyor. Bu tanım olumsuz bir şeylere işaret edebilirdi fakat aksine, diğerleri, çevresindeki erkekler siyasette ve her konuda bu kadar katı, görüşlerine böyle körü körüne bağlıyken gerçekliğin katmanlarından, çeşitliliğinden kopuyorlar, oysa Ora, tepki ve davranışlarıyla çok daha özgün, çok daha içten ve doğrudan olabiliyor, hiçbir partiye, hiçbir platforma, hiçbir ideolojiye mensup değil, o, sadece imkânsız bir durumun içine hapsolmuş bir insan. Ve Araplara karşı nefret duyacak olursa, tıpkı Yahudilere karşı nefret duyduğunda olduğu gibi bunu doğrudan ifade ediyor.

Ülkenin Sonuna, David Grossman, Çevirmen: Dilek Şendil, 712 syf.,Siren Yayınları, 2019.

Ülkenin Sonuna dünya çapında ilgi görmüş bir roman fakat İsrail’deki tepkileri merak ediyorum. Nasıl karşılandı?

Müthiş bir tecrübeydi, kitap çıktığı zaman, aynı gün içinde iki taban tabana zıt kişiyle karşılaştım, bunlardan biri Gideon Levy’ydi, tanırsınız, sol kanatta öne çıkan bir isimdir, diğeri de yerleşim politikalarının en sıkı savunucularından, sağ kanattan Effi Eitam. İkisi de bana kitaba dair aynı şeyi söylediler, ikisi de, “Bu kitap benim kitabım,” dediler. Düşündüm, bu nasıl olabilir diye sordum kendime, taviz vermiş olabilir miyim diye kendimi sorguladım, ama hayır, böyle bir şey söz konusu değil. Bunun sebebi Ora sadece. Ora karakteri, insanların kemikleşmiş fikirlerine, inançlarına ve karakterlerine, tutulmuş kaslarını kımıldatabilmelerini ve nihayetinde hareket edebilmelerini sağlayan bir masaj yaptı adeta. Yıllar yılı aynı pozisyona hapsolmuş, aynı duruşa çakılıp kalmış, artık kendi kendinin klişesine, karikatürüne dönüşmüş insanların birden hareket kabiliyetine sahip olduklarını düşünün, bu müthiş bir rahatlık, buna cevaben böyle oldu (kitabı sahiplendiler.) Bana sorarsanız kitabı okuyan iki yüz bin küsur İsrailli okur da böyle yanıt verdi; genel tepki aldığımız pozisyonların, düşmanımızın ve kendi yüzümüze bakma konusundaki eksikliğimizin ne ölçüde kurbanı olduğumuzu, bu durumun bizi ne hale soktuğunu kavramakla alakalı içsel bir tepki ortaya çıktı.

İnsanlar hangi bakımdan kurban konumundalar peki size göre?

Biz bir şeylerin kurbanıyız, Filistinliler de öyle tabii, aynı kelimeyi kullanıyorum ama durum elbette ki aynı durum değil. Onlar 52 yıllık işgalin kurbanı, özgürlükleri kısıtlanıyor, ağır bir sömürüye uğruyorlar, biz kendi korkularımızın kurbanıyız, Başbakan Netanyahu’nun manipülasyonunun kurbanıyız, bu durumdan kurtulma şansı olmadığını, bunu değiştiremeyeceğimizi dikte eden ümitsizliğin kurbanıyız. İki taraf da farklı biçimlerde bir şeylere kurban gidiyor. Bizim için durum daha elverişli, gerçek bir diyalog inşa etmek için diretmek bize kalmış. Bu arada Filistinlilerin kendilerini düşeni yaptığını söylediğimi sanmayın, onlarda bu durumun çarpıklaşmasında elverişli bir tavır sergilediler, ne onlar ne de biz barış için gerekeni yapıyoruz, başbakanımız Netanyahu İsrail’in karşı karşıya olduğu tehlikeleri -Orta Doğu’da ciddi tehditlerle karşı karşıyayız, altını çizeyim, burası şiddetin dünyada en yoğun olduğu bölge, İsraillilerin ve Yahudilerin hakiki tehlikelerle karşı karşıya olduğu bir yer- işte, o, bunları, bu hakiki tehlikeleri alıp geçmişin yankılarıyla ve travmalarıyla harmanlamayı çok iyi biliyor. Ve bizler, trajik geçmişimizden ötürü, Holokost’tan kaynaklanan travmayla yaşayan Yahudi İsrailliler olarak böylesi bir manipülasyonun karşısında tamamen felç olup durumu daha da çarpıklaştıracak sağ kanat partilere oy veriyor, hak ettiğimiz yaşama kavuşmayı iyiden iyiye imkânsız hale getiriyoruz.

'AYAKLARININ ALTINDAKİ TOPRAK KAYIP GİDERKEN ORADA BİR YUVA İNŞA ETMEYE ÇALIŞMAK'

Ora’nın oğlu Ofer, askeri bir operasyona giderken annesinin kulağına olur da geri dönmezse o topraklarda yaşamaya devam etmemesini söylüyor. Oldukça sarsıcı bir an bu, zira Ofer genç ve siyasi görüşleri konusunda oldukça net bir karakter, o esnada vatanı için gerekirse ölmeye hazır, fakat ailesinin, kendisi ölecek olursa aynı yeri yurt bilmesini de istemiyor. Roman yuva kavramına dair pek çok soru işareti bırakıyor okura, içinde yaşanacak bir yer ya da uğrunda ölünecek bir toprak parçası olarak yuva, yurt, vatan ve benzeri kavramlara dair… Ofer neden böyle bir istekte bulunuyor, çelişkili değil mi bu?

Bu gerçekten de tuhaf ve sıra dışı bir talep. Bir tanıdığım anlattı, oğlunu askere yollarken oğlu böyle söylemiş ona, o da çok şaşırmış, bahsettiğim tipik, vatansever bir İsrail ailesi, kitaba bu vesileyle girdi bu anekdot. Söz konusu genç gerçekten de bir operasyonda yaralandı ve bundan kısa süre sonra ailesi ülkeyi terk etti. Sanıyorum onlar da yara aldı bu olay ile, oğlanın yılar sonrasında ancak kısmen iyileşen yarasını burada daha fazla kalmamaları gerektiğine, diğer üç çocuklarının yaşamını onları da askere yollayarak tehlikeye atmamaları gerektiğine yordular. Son derece beklenmedik bir talep, kitapta da bu nedenle yer verdim. Ve bu bahsin İsrail’de pek çok çelişkili tepki uyandırdığını da söylemeliyim. Bu cümleden yola çıkarak yuvanın ne olduğunu sordunuz bana, bence bizim için, çoğumuz için İsrail olması gereken yuva değil, bu talep ona işaret ediyor, bunu irdeliyor. Tarih boyunca Yahudiler, bireysel ya da topluca, dünyanın hiçbir yerinde kendilerini yuvalarında hissetmemiş kimseler olmuştur. Bu, bizim içsel tanımımızın bir parçasıdır, bizler uzun yıllar diasporada yaşamış olmamızla tanımlarız kendimizi, ilk Yahudi Abraham bile, Tanrı ona yaşayacağı toprağı gösterdikten, burada yaşayacaksın dedikten sonra oradan ayrılmıştır zira Yahudilerle vatanları arasındaki ilişki karmaşıktır, Davut ve Süleyman’ın krallıklarında bile sürgün tehlikesi, sürülme tehlikesi hep vardır. Bugünlerde İsrail bu tanıma (yuva tanımına) daha yakın ama sürekli tehlike altında, sınırları belirsiz, her on yılda bir, önceki savaşlar uyarınca gelişen hareketlerle değişiyor, aslına bakarsanız burası, yuvadan çok bir kale. Komşularımızla, Filistinlilerle, Ürdünlülerle, Mısırlılarla, Iraklılarla ve Suudi Arabistanlılarla barış sağlayacak olursak belki bir kale olmaktan çıkıp bir parça eve, yuvaya benzer. Ülkenin Sonuna aslında buna eğiliyor, ayaklarının altındaki toprak kayıp giderken oraya bir yuva inşa etmeye çalışmanın nasıl bir şey olduğuna, biz hemen hemen her gün savaşın eşiğindeyiz, başbakanımız her gün bir yeni bir beyanatta bulunuyor, daha geçen gün, Ukrayna’ya yaptığı ziyarette Gazze’de büyük bir askeri operasyon başlatmaktan çekinmediğini söyledi mesela kendisi. Böylelikle insan bütün hayatını bu tehdit ile geçiriyor, her an savaş patlayabileceğini bilerek, İkinci Lübnan Savaşı’ndan bu yana dört defa gerçekleşti bu, hal böyle olunca rutin bir illüzyon oluyor ancak, her an yıkılabilecek bir şey. İnsanlar da savaşın yegâne gerçeklik olduğuna ikna oluyor. Yuva kavramı son derece kırılgan, son derece hassas.

Kitapta, Ora’nın Avram’a öfkelenip, “Tam bir Kudüslü!” diye bağırdığı bir sahne var. Öteki dediklerimiz aslında birden fazla mı ya da ayağımızın altındaki toprağı sarsma kudretinde olan birden fazla fay hattı mı var? Hayfa’da doğup büyüdüğünü bildiğimiz Ora, Kudüs yerlisi Avram’a kızdığında neden bu ayrımı vurguluyor?

Onunla alay ediyor aslında çünkü Kudüslüler genel olarak entelektüellikleri, -belki fazlaca olan- bilgi birikimleri ile bilinirler. Kudüs kutsal bir yerdir, dolayısıyla Tanrı’nın kutsiyetinin ağırlığını taşır, korkunç savaşın kalbi de burasıdır, oysa Hayfa aydınlık bir yerdir, Araplarla Yahudilerin en iyi entegre olduğu, normallik duygusunun hissedildiği bir yer… Kudüs delilerle doludur; burayı ziyaret eden yüz binlerce turistten doksanının, dokuz ve sıfır diyorum bakın, yıllık sayı bu, bu doksan kişinin aklını kaçırdığını biliyor muydunuz, buna Kudüs Sendromu deniyor. Hayfa’ya gidenlerin, delirmek bir yana, akıllarının biraz daha başlarına geldiği söylenebilir, rahatlarlar, hayattan biraz olsun keyif alırlar - bir de eklemem lazım sanırım, eşim Hayfalı, ben ise Kudüslüyüm, bu serzeniş aslında bizim ev içi tartışmalarımızdan yankılanarak yer buldu romanda.

'HEM GÜÇLÜ BİR ORDUYA HEM DE BARIŞA İHTİYACIMIZ VAR'

Ülkenin Sonuna, Ora, Avram ve İlan’ın Altı Gün Savaşı sırasında hastanede, karantinada oldukları 1967 yılında başlıyor. Kitabın devamında yaşamları dallanıp budaklanırken her şey değişse de bu kahramanlar için sabit kalan yegâne şey savaş hali; savaş çeşitli çehreleriyle sürekli eşlik ediyor onlara, ömürleri böyle geçiyor. Bu noktada sormak istiyorum: Barış bunca uzak, savaş bu denli sürekliyken savaş fikri insanların kabullendiği bir şeye dönüşebilir mi? Siz barışa hâlâ inanıyor musunuz?

Haklısınız, insan ömür boyu savaşla yaşamaya alıştığında mümkün olan tek gerçeklik buymuş gibi görünüyor. Bazen, Avrupa’da ya da Amerika’da İsraillilerle sohbet ediyorum ve buralardaki diğer insanların savaş çıkmasının, her şeyin bir anda toza dönüşmesinin bir âna baktığının farkında olmadan nasıl dertsiz tasasız yaşayıp gittiklerine hayret ediyoruz, uzak bir hayal gibi geliyor bu bize. Savaşın en ağır bedeli bu, barış yapma kabiliyetine sahip olduğunu unutturuyor insana, savaştan başka seçenek olmadığına inanmaya başlıyorsun, tecrübeni yalnızca çatışmanın, düşmanlığın, şiddetin üzerinden okur hale geliyorsun. Böyle böyle savaş iç organlarına sızıyor insanın, onu dışarıda bırakamıyorsun. İnsanların birbirlerine karşı davranışları değişiyor, demokrasi zayıflıyor, zira bir yeri 52 yıl boyunca işgal altında tutunca gerçek bir demokrasiden bahsetmek imkansızlaşıyor… oysa bizler, Orta Doğu’daki tek hakiki demokrasi olmakla övünürüz. Gelgelelim en büyük bedel, durumun değişebileceğine olan inancımızı yitirmemizle ödeniyor, bu şekilde yeniliyoruz savaşa, o üstün geliyor. Bir de şu var tabii, barış dün yapılsaydı eğer yine de geç gelmiş olurdu, zira artık düşünme biçimlerimiz çarpıklaştı, yaralarımız, yaralarımızın izleri var, fakat ben yine de barış olmayacaksa burada var olmamamız gerektiğini düşünüyorum ve İsrail’in var olmasını gerçekten istiyorum. Bir bakıma müthiş şeyler yapıldı burada, askeri durumun korkunçluğuna, berbat ekonomiye, bebeklikten itibaren bize nefret duyarak yetişen, bizi şeytan olarak gören yüz milyonlarca Araba rağmen, kültür, tarım, sulama teknolojileri, teknoloji adına pek çok değerli girişim var burada, mucizevi şeyler var ve bunlar uğruna savaşmaya değer. Fakat barış olmayacaksa, bütün bunlar fanatik, köktenci, milliyetçi bir söylemle yıpranıp onun altına gömülecek ki aklı başında olan kimsenin bunu isteyeceğini sanmıyorum. Düşmanlarımız hakkında hayallere kapılmış değilim, sözlerimden anlaşılmış olmalı, güçlü olmamız gerektiğini düşünüyorum, tetikte olmamız gerektiğini, zira bulunduğumuz coğrafya bizlerin burada var olma hakkını kabullenmiş değil. Gelgelelim salt gücümüze sığınırsak, sadece askeri kuvvete güvenirsek hayatta kalamayız çünkü bizden daha güçlü, daha kurnaz, daha deli daha fanatik birileri çıkar ve bizi yok eder. Hem güçlü bir orduya hem de barışa ihtiyacımız var. Bu ikisi olmadan burada yaşayamayız.

Ülkenin Sonuna’da öne çıkan karakterlerden biri de Sami; Ora için çalışan ve onunla dostluk kuran bir Arap. Ayrı dünyalardan gelen bu iki karakter birbirleriyle yakınlaştıkları kadar çatışıyorlar da, her ikisi de diğerini kendine ait konforlu alandan çıkmaya zorluyor. Sami’den yola çıkarak ve bir önceki sorunun cevabını da göz önünde bulundurarak son sorum şu, çıkarları çatışan insanlar barış yapabilir mi sizce, bu mümkün mü?

Tarafların birbirini sevmesi gerekmez. Halklar, gruplar sevmez birbirini; sevgi bireyler arasındadır. Savaşın çözüm olmadığını söylemek için siyasi olgunluk gerekir, yaşam tecrübesi gerekir, tarih boyunca yaşananların ışığında savaşın çözüm olmayacağının görülmüş olması gerekir. Bu olgunluğa eriştiğinizde savaşın, çözüm olmak bir yana, sorunların nedeni olduğunu görürsünüz. Bu olgunluğa eriştiyseniz eğer, komşunuza kendi değerlerinizi aşılayamayacağınızı kabul edersiniz, onun müziğini, onun mutfağını, belki konuşurken size tanıdığı ya da tanımadığı alanı sevmiyorsunuzdur fakat çeşitliliği kabul edersiniz, onun da sizi hazmetmekte güçlük çektiğini teslim edersiniz ve bu farkların, bu zıtlıkların arasında dolanırken yavaş yavaş doğru tavırları benimsersiniz. Sevgiden bahsetmiyorum burada, tekrar altını çizeyim, ötekinin varlığını tanımaktan bahsediyorum, bunu kabul ettiğiniz anda her şey kolaylaşır, yalnızca hoşgörü duymakla kalmaz, öteki ve ötekinin özelliklerine karşı merak duyarsınız, onun eşsizliğini, farklarını görürsünüz. Ve bu, size sadece bir yaşam biçimi sunmakla kalmaz, içsel bir denge sağlar. Eğer şanslıysanız kendinize bunca uzak bulduğunuz bu diğer kişi ile ortak notalarınızı keşfeder, daha derin, daha insani bir noktada buluşursunuz…

İşte bu, belki de yalnızca sanatın, sanatın ve edebiyatın sağlayabileceği bir şeydir, bizlerden tamamen farklı olan insanlarla aramızdaki farkları aşarak daha derin bir yerlerde buluşma, birleşme imkânı.