Çok Kalpli Asi!

Devlet devrimle yıkılabilecek bir kurum değil, insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır. Devlet, bu ilişki tarzıyla var olur, beslenir, güçlenir, sömürür ve öldürür. Devlet, otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olunarak değil; insanlar arasında devletin kendini yeniden üretemediği yeni ilişkiler; özgürlükçü, dayanışmacı ve yaratıcı yeni bir ‘hayat tarzı’ kurularak eritilebilir. Asıl olan ‘iktidarı almak’ değil, kişinin öncelikle ve kesinlikle kendisinin ‘devlet dışı’na çıkması, ‘devlet dışı’ bir içerikle tanzim edilmiş gündelik hayat ihlallerini tasarlaması ve yaşamasıdır. Hiç ama hiç unutmamak gerekir: Yaşanacak bir hayatımız vardır!

Abone ol

Defne’ye, bir taneme,

bu kadar geç kaleme aldığım için bağışlaması dileğiyle…

Ömer Faruk ofaruk8@hotmail.com

Yanlış hayat doğru yaşan(a)maz! (1)

Halının altına süpürdüğümüz (her) şey, gün gelir halıyı çürütür! (2)

Başlangıçta dünyanın her yerine kayıtlı olan “insan” (3) vardı; sonra yaşadıkları ortama “yurt” dediler ve “yurttaş” (4) oldu; ardından devletler kuruldu ve devletli toplumsallıklar üzerinden “tebaa” (= uyruk) (5) insanın anlamını (6) ele geçirdi. (7)

Böylece düşünme yeteneği olan “insan” evcilleşen ve evcilleştiren; tarım ve stok yapan; nüfus kâğıdı, diploma ve pasaport sahibi olan; ev’lenen ve aile kuran; çalışan ve çalıştıran; tapu, vergi ve nikâh dairesine kaydolan; sabit adresli; âşık olmadan çocuk yapan; karakol, hapishane, idam sehpası ve gökdelen inşa eden; hayvanlara tasma takan; askere giderek tanımadıklarını öldüren “tebaa”nın anlamına yerleşti; düşünme yeteneğini devlete devrederek “tebaa”lığı benimsedi.

Şimdi “tebaa”nın dışında kalmayı seçenler için yeni bir ad’a ihtiyacımız var!

Bir dil’in (= Türkçe’nin, İngilizce’nin, İspanyolca’nın, Rusça’nın, Fransızca’nın, Kürtçe’nin), etnik kökenin (= Türk, İngiliz, İspanyol, Rus, Fransız, Kürt) ve din’in (İslam’ın, Hıristiyanlığın, Museviliğin, Budizmin, Şamanizmin, Paganizmin) içerisine doğarız.

Doğumumuzu seçemeyiz!

Dil, etnik köken ve dini organize ederek kurumsallaştıran ve bu kurumsallaştırma üzerinden varlığını meşrulaştıran ve güçlendiren devletin doğrusunu [= gerçeğini (= hakikatini)] kabul ederek büyürüz.

Her devlet kendi doğrusunu [= gerçeğini (= hakikatini)] tebaalarına dikte eder.

Her devlet seç(e)mediğimiz bu doğruyla [= gerçekle (= hakikatle)] büyümemizi ister.

Her devlet ideolojik beraberlik ve hâkimiyet kurmak için milli marş, milli bayrak, milli eğitim, milli medya, milli ordu, milli takım, milli istihbarat ve bu durumu yeniden ve yeniden üretmekle yükümlü olan milli aileyi kurumsallaştırır.

Her devlet kendi kuyruğunu yutan ve kendini yeniden ve yeniden doğuran ejderhaya (= ouroborosa) benzer.

Her devlete göre bu durum normal ve mutlaktır.

Tebaaları çocuk yerine koyarak üretilen bu ideolojik yönlendirme hayatın yanlış yaşanmasıdır.

Her devletin diğer devletlerin doğrusunu [= gerçeğini (= hakikatini)] ciddiye almadığı; okullarında, mabetlerinde, kışlalarında, ailelerinde başka bir doğruyu [= gerçeği (= hakikati)] anlattığı bu trajikomik durum sonu gelmez tutsaklıklara, cinayetlere ve savaşlara neden olmaktadır.

Her devletin diğer devletlerden daha çok doğrunun [= gerçeğin (= hakikinin)] bilgisine sahip olduğu iddiası düşünebilme yeteneğiyle diğer hareketli ve hareketsiz canlı türlerinden kendini farklılaştırdığını iddia eden insan türünün bu iddiasının inkârıdır. Öyle ya, bir zihni faaliyet olarak düşünme “sorun çözmeye” değil de “sorun büyütmeye” yardım ediyorsa giderek daha çok trajikomikleşen bir faaliyetten düşünce olarak söz edilebilir mi? Böylesi bir örgütlenmeye bakarak insanın farklı bir tür olarak rüştünü ispat ettiği, düşünebildiği nasıl söylenebilir?

Cevap verilmesi gereken basit soru şudur: Çok insanın öldürülmesi az mı yoksa çok mu düşünüldüğünü gösterir?

Belki de öldürerek sorun çözmenin alt ve art anlamını çözebilmek için başka bir devlete mensup olan tebaayı etkileyememe endişesi ya da “yabancıdan etkilenme korkusu”nun temellerini oluşturan “özgüven eksikliği”yle artık yüzleşilmelidir.

Çünkü, mutlak doğrunun [= gerçeğin (= hakikatin)] bilgisine sahip olma iddiasının diğer doğruları [= gerçekleri (= hakikatleri)] suçlamasının, yasaklamasının ve hatta ona saldırmasının özgüven eksikliğinden başka bir açıklaması yoktur.

Biliniyor: Penguenler Mısır ve İsrail’de, timsahlar İsviçre ve İtalya’da, gergedanlar Türkiye ve Ermenistan’da, filler Almanya ve İsveç’te, su aygırları Fransa ve İspanya’da, kangurular Kürdistan ve İran’da, ren geyikleri Hindistan ve Peru’da, kutup ayıları Sri Lanka ve Nijerya’da, balinalar Marmara ve Karadeniz’de, hamsiler Hint ve Pasifik Okyanusu’nda yaşayamaz; bu hayvanlar kendi doğal yaşama ortamlarına, habitatlarına kayıtlıdır; biyolojik özellikleri başka bir coğrafya ve iklimde yaşamalarına izin vermez.

Devam edelim: Hindistan cevizi, mango, ananas, avokado, papaya gibi tropikal meyveler kuzey kutbuna yakın devletlerde (= Alaska, İsveç, Grönland, Kuzey Kanada, Kuzey Rusya) yetişmez. Aynı şekilde tundra, tayga ve liken gibi kutup bitkilerinin Tunus, Tayland, Panama, Venezuela, Ekvator, Brezilya… gibi devletlerde yetişme şansı yoktur.

Kaktüs ise insan, hayvan ve bitki popülasyonunun en az olduğu çöl de yetişir; çöl ona aittir, kaktüs de çöle. (8)

Bu yüzden: Hareketli ve hareketsiz (diğer) canlı türlerinin iklim ve coğrafya kaderleridir; habitatları vardır sınır çizgileri yoktur!

Kaderlerine mahkûmdurlar, kaderlerini değiştiremezler, kaderlerinden kurtulamazlar!

Devlet ol(a)mazlar, devlet kur(a)mazlar!

İnsan ise bu dünyanın tümüne kayıtlıdır, dünyanın her yerinde yaşayabilir: Biyolojik özellikleri çölde, kutuplarda, tropikal ormanlarda, dağlarda, bozkırlarda yaşamalarına imkân vermektedir; doğaları buna yatkındır. Ama devletler sınır üreterek, sınır koyarak, sınıra hapsederek, sınırın benimsenmesini sağlayarak, sınırı normalleştirerek, normalin anlamına hükmederek, sınırı ve normali arzulanır kılarak, insan doğasına müdahale edip istediği yerde yaşamasını engelleyerek tebaalarının çocuk kalmasında ısrar eder, yetişkinliğe geçmesini engellerler.

Doğuma, çocukluğa ve devlete tabi olmadan istediği yerde yaşamak yetişkinlere dair bir özelliktir çünkü. (9)

Doğuştan gelen parmak izi, ses tonu, gözbebeği ve yüz ifadesinden gelen farkı bir hikâye edinerek, kendisine ait bir hikâye yaratmanın coşkusunu yaşayarak, kendi bedeniyle buluşarak, bu dünyaya ait olarak, bu dünyanın diğer insanlarıyla karşılaşmaktan haz duyarak, böylece yanlış hayatı doğru kılarak yaşamak isteği yetişkini Çok Kalpli Asi’ye dönüştürür.

Bu yüzden Çok Kalpli Asi dil’in, din’in, etnik köken’in, aile’nin, ev’in içerisinden şekillenmeyen yok-yer’i tahayyül eder, inanılır kılar.

Yok-yer için yol’a düşer, yol’dan çıkar!

Her nesnenin varlığını ilettiği kendine özgü bir niteliği olduğunu bilir!

Kendisini imha ederek yeniden icat etmek için (öncelikle) kendi kuyusuna iner, yok-yer’e karışır, yok-yer olur, yok olur!

YERLİ, MİLLİ VE KUTSAL DEVLET

Giorgio Agamben, Hannah Arendt ve Zygmunt Bauman, zihniyet dünyası toprak/ulus/devlet üçlemesi tarafından şekillenen ve birbirleriyle sürekli doğru [= gerçek (= hakikat)] savaşı yapan tüm devletlerin benzerliğinden, kendi sınırlarını muhafaza etmek için diğer devletlerin sınırlarına olan muhtaçlığından, tüm devletlerin “insan”ın anlamını çalmak için birbirleriyle dayanıştığından ve tebaa ol(a)mayan insanı (= vicdani retçiyi, pasifisti, eşcinseli, türcülüğe karşı çıkanı, Çok Kalpli Asi’yi, Çingeneyi, mülteciyi, göçmeni, …) uluslar ailesinden kovarken hiç tereddüt etmediklerinden söz eder: “Katı bir şekilde örgütlenmiş bu topluluklardan herhangi birinden kovulan biri kendini, uluslar ailesinden (ve böylelikle, insan soyu ‘uluslar ailesi’yle özdeş olduğundan, insanlık alanında da) tamamen kovulmuş bulur’ ve homini sacri’nin hiçlik-ülkesine gönderilir.”

Açıktır: Diplomalı düşünürler, köşe yazarları, kaşarlanmış siyasetçiler, her akşam televizyonlardan yüzümüze devletin yerli, milli ve kutsallığını höyküren kanaat önderleri devlet olmak (= devlet kurmak) için sürekli ve sürekli konuşurlar. Bu nokta aynı zamanda insanlık vasfını yitiren tebaanın düşünemez de olduğu; devletin her doğrusuna [= gerçeğine (= hakikatine)] inandığı; düşünen, yaratan ve itiraz eden bir varlık olarak kendisini de inkâr ettiği noktadır. İnsan zihninin ürünü olan bir hayali gerçekliğin (= devletin) insanı ve zihnini ele geçirerek ouroborosa dönüşmesi, kendisini yaratanı sürekli ve sürekli yiyerek tekrar ve tekrar üremesidir.

Altını çizmek lazım: Mevcut devletin doğrusuna [= gerçeğine (= hakikatine)] itiraz eden tebaa da yeni bir devlet olmak (= devlet kurmak) için itiraz ve isyan ediyorsa devletler topluluğunun zihniyet dünyasının içerisinden düşünüyor ve eyliyor demektir. Bu da özgürlükçü düşüncenin özgürlük boyutunun da anlamının ele geçirildiğini gösterir. Bauman bu içler acısı duruma işaret ederken, “Başkalarının göklere çıkardığı, düşünme ve öz-düşünme sanatıyla gurur duyan bizim gibi insanlar arasında (bile) onlar yalnızca dokunulmaz değil, düşünülmezdirler de,”der.

Düşünme yetisi azalmış tebaaya ve bu durumu normalleştiren diplomalı düşünürlere dikkat çeken salt Bauman değildir: Kendi devletlerini terk eden ya da terke zorlanan mülteci ve göçmenlerden hareketle Marc Auge “yer olmayan”dan, Joel Garreau “hiç şehirler”den, Michel Foucault “deliler gemisi”nden söz ederek yeni bir yer/mekân arayışına girişirler: Yer değiştirme yerine, yerleri reddetmekten, devlet olmayan [= devlet kurmayan (= sınır üretmeyen)] bir uçsuz bucaksızlıktan söz ederler. Çünkü artık yerli, milli ve kutsal olmanın ötesine geçemeyen mevcut yer [= mekân (= devlet)] algısı kendi sonuna gelmiş, işgal edilecek verimli toprak kalmamıştır. Bundan sonra her devlet bir diğer devlet için hedeftir. Devletlerden herhangi birine taraf olmayı reddeden özgürlükçü düşünce ise bu cinaî döngüden çıkmayı önerir: Bu yüzden, “Dünyayı dolaşanların ve mültecilerin ortak sıfatı yer-dışılıklarıdır: Gerçekten bir yerde değildirler; fiziksel olarak işgal ettikleri yerin ‘içinde’ ama o ‘yere’ ait değildirler (dünya gezginleri birbirini izleyen akıp giden anların içindedir, mülteciler ise sonsuzca uzayan bir an silsilesi içindedir).” (Bauman, 2012, s. 184, 189, 193, 194).

Bu son derece yaratıcı soyutlama ve saptama bizi toprak {= tarım [= çit (= devlet)]} (10) içerisinden biçimlenmiş olan varoluş tarzlarımızı sorgulamaya, yeni bir düşünme perspektifi edinmeye, mevcut devletli toplumsallıkların ötesini, yok-yer’i düşünmeye davet eder. Birleşmiş Milletler’e üye olan mevcut 193 devletin her biri “yerli, milli ve kutsal” özelliklerinin altını çizer, bu durumu anayasalarıyla kurallara bağlar, “hukuk ve adalet” adını verdiği kurallar toplamı üzerinden diğer devletleri “düşman”laştırır. Diğer devletleri düşmanlaştırmak üzerinden kurulu bu “Devletli Dünya Düzeni” ise başkasının acısından haz duyan, düşüncenin düşünene hükmettiği, “yerli, milli ve kutsal”ların koalisyon yaparak oluşturduğu bir dünya düzenidir. Bu dünya düzeninde doğum bir devlete {= millete [ = dil’e (= din’e)]} kayıt olarak, devletin kuruluşundan bu yana işlediği tüm cinayetlerin mirasçısı olmayı kabul ederek, “vatan”, “millet” ve “kutsal” sosları eklenerek gerçekleşir; nüfus kâğıdı, tapu ya da evlilik cüzdanı almanın, pasaport edinmenin, dahası “diplomalı düşünür” olarak alkışlanmanın bedeli budur!

Devlete karşı başka bir devleti seçmeyi reddeden Çok Kalpli Asi ise devletlerin dışında, yok-yer’de, hep yolda yaşayabilmek için yaratıcı [= haritalandırılamayan (= göçebe)] düşünceyi edinerek sınır dışına çıkar!

Kendi sınırlarının dışına (da) çıkarken kendi kuyusuna (da) iner!

Toprak {= tarım [= çit (= devlet)]} içerisinden biçimlenmiş olan bir varoluş tarzı yerine yeraltına, gökyüzüne, denize, köprü altına, uçsuz bucaksızlığa, çöle, tarım yapıl(a)mayan topraklara, yabana, dağlara kısaca yersizyurtsuzluğa yüzünü döner!

Toprak {= tarım [= çit (= devlet)]} zihnimizi kodlar!

Bizi yoksun ve sınırlanmış varlıklar olarak tanzim ederken doğuma ve çocukluğa mahkûm eder; dünyadan mahrum bırakır!

Devletin varlığını sürdürmesi, diğer “Devletli Dünya Düzeni”ne katılması ve diğer devletlerden itibar görmesi tebaanın sabit kalmasına, kontrol edilebilir olmasına, öngörülebilirliğine, “yerli, milli ve kutsal” çarkının her bir dişlisinin aksamadan işlemesine bağlıdır.

Devlet için öngörülemeyenden daha büyük bir (iç) tehlike yoktur; nüfus, diploma, tapu, vergi, banka, nikâh ve adres kayıtları (hep) bu yüzden vardır.

Bu yüzden yaratıcı [= haritalandırılamayan (= göçebe)] düşünce görünürken görünemez olmaktan; öngörülemez ve ele geçirilemezlikten; sürekli ve sürekli yeni kavramlar üretmekten; şiirin, müziğin, rengin, fısıltının ve argonun uçsuz bucaksızlığından; dostluğun ve aşkın sarhoş edici coşkusundan; âşık olmadan çocuk yapmamaktan; hayvanlara tasma takmamaktan… söz eder.

Bu yüzden Ece Ayhan, “Esas duruş, mülkün temelidir!”der. (11)

Bu yüzden Abdûlgaffar el Hayatî, “Devlet devrimle yıkılabilecek bir kurum değil, insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır. Devlet, bu ilişki tarzıyla var olur, beslenir, güçlenir, sömürür ve öldürür. Devlet, otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olunarak değil; insanlar arasında devletin kendini yeniden üretemediği yeni ilişkiler; özgürlükçü, dayanışmacı ve yaratıcı yeni bir ‘hayat tarzı’ kurularak eritilebilir. Asıl olan ‘iktidarı almak’ değil, kişinin öncelikle ve kesinlikle kendisinin ‘devlet dışı’na çıkması, ‘devlet dışı’ bir içerikle tanzim edilmiş gündelik hayat ihlallerini tasarlaması ve yaşamasıdır. Hiç ama hiç unutmamak gerekir: Yaşanacak bir hayatımız vardır!” der.

Bu yüzden Çok Kalpli Asi her yerli ve hiçbir yerlidir! Yersiz ve yurtsuzdur!

YARATICI [= HATİRALANDIRILAMAYAN (= GÖÇEBE)] DÜŞÜNCE

Yaratıcı [= haritalandırılamayan (= göçebe)] düşünceyi Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği’nde etraflıca tartıştım.

İki özelliğine kısaca değinmek isterim:

İlki, adına konuşma: Adına konuşma, birinin ya da bir topluluğun varlığını hiçe sayma, kendini var kılmak için diğerlerini yok sayma, onların üstünü çizerken kendi altını çizmedir. Bu durum anlamın taşıyıcısı olan “düşünce”, bir disiplin olarak “felsefe” ve kurumlaşmış üniversite (= “devlet”) üzerinden normalleşir. Çünkü devlet hep adına konuşur, temsil eder ve çit’ten bu yana sürekli (= ve sürekli) bu “normal”i tekrar ederek en kötü, en sıradan ve en aşağılık insanlık halini, köleliği meşrulaştırır: “Temsil etme, temsil edilme, kendini temsil ettirme, temsilcilere ve temsil edilenlere sahip olma hastalığı: Kölelerin ortak hastalığı budur. (…) Temsil kavramı felsefeyi zehirler; doğrudan kölenin ve kölelerin ilişkisinin ürünüdür, gücün en kötü, en sıradan ve en aşağılık yorumunu oluşturur.” (Deleuze, 2010, s. 109).

İkincisi, kavram üretmek: Bu sürecin dışına ise bir tek bu dünyayı sevmekle, bu sevgiyi besleyecek yaratıcı cesaretle, temsil edilemeyeni içeren yok-yer’i düşünmekle, yeni kavramlar önermekle çıkılır; böylece, düşünce kopyanın kopyasını tekrarlamaktan çıkıp biricik olur ve farklı bir tür olma iddiasını gerçekleştirme isteğinin taşıyıcısına dönüşür. Bu durumu Deleuze&Guattari son derece sarih sözcüklerle ifade ederler: “Her zaman yeni kavramlar yaratmak; felsefenin amacı budur. (…) Kavramlar gök cisimleri gibi önceden tamamlanmış olarak bizi beklemezler. Kavramlar için ayrı bir gökyüzü yoktur. Onlar keşfedilmeli, üretilmeli, ya da asıl (olarak) yaratılmalıdırlar, ve yaratıcılarının imzasını taşımadıkça da bir şey olamazlar.” (Deleuze&Guattari, 1993, s.14).

Ek olarak: Düşünce, düşüneni düşünmeye davet etmelidir. “Temsil etme” üzerinden şekillenen devlet ve devlete ortak olan düşünce sürekli ama sürekli itaat ister: Bu durum düşüncenin düşünene hükmettiği süreci tanımlar. Düşünenin düşünceye hükmettiği süreç ise yaratıcı [= haritalandırılamayan (= göçebe)] düşünce içerisinden şekillenir: “Düşünce, düşünmeye zorlayan ve düşünceye bir şiddet uygulayan bir şey olmadan bir hiçtir. Düşünceden daha da önemli olan ‘düşünmeye iten’ şeydir; filozoftan daha önemli olan şairdir.” (Deleuze, 2004, s. 100).

Bu yüzden Abdûlgaffar el Hayatî bir imkân olarak dostluk ve Aşk’ın temsil içerisinden şekillenmemiş düşünce ötesi boyutuna, öngörülemez ve ele geçirilemezliğine, devlet dışılığına dikkat çeker: “Bir yaşam tercihi olarak dostluk ve aşk düşünceden fazla (= yoğun ve sevinçli) ama dünyadan azdır.”

Altını çizelim: Temsil mekanizmalarının dışında oluşmuş yeni kavramlar yoksa düşünce de yoktur!

Bağırarak söylemek lazım: Mevcut dünya temsil mekanizmalarıyla işler, aşkın bir dünya tarafından belirlenir; örneğin dil varlığa “ad” koyarak onu kendisine hapseder. Yok-yer’i yaratma, edinme kaygısı bu dünyalı kavramlar yaratarak hem varlığı aşkın bir dünyadan özgürleştirir hem de bu dünyalı kılar.

Bu yüzden Çok Kalpli Asi içkinlik düzleminin göçebesidir! (13)

Bu yüzden yaratıcı [= haritalandırılamayan (= göçebe)] düşünce toprağa {= tarıma [= çite (= devlete)]}, mutlak’a, tamamlanmış olana, öte dünya içerisinden şekillenen tin’e, temsil’e, ahlaka ve sürekli etkilenmeye, geleceği de tasarlayan geçmişin şimdiye hükmetmesine, düşüncenin yaşam(ay)ı sınırlamasına ve içeriğini bu özelliklerin içerisinden oluşturan doğruya [= gerçeğe (= hakikate)] Y-E-R-L-E-Ş-M-E-Z. Etik’i, etkilenme kadar etki etmeyi, tinin dünyasallaşmasını, düşünceye sığmayan yaşam(an)ın uçsuz bucaksızlığını, geçmişin hükmettiği gelecekten özgürleşmiş şimdiyi, öngörülemez olanı, hakikisi olan hakikatliliği, yok-yer’i, yer yurt edinir.

Bunu yapabilmek için başka bir toprağa {= tarıma [= çite (= devlete)]} gitmeye gerek yoktur; burada, şimdi ve o an gerçekleşebilecek bir edimdir bu.

KÜRESEL YEKPARE DEVLET

“Devletli Dünya Düzeni” milenyumla birlikte yeni bir aşamaya geçti, “yerli, milli ve kutsal devletlerin koalisyonu” dünyayı “evrensellik” adı altında bu koalisyonun doğrularına [= gerçeklerine (= hakikatlerine)] uydurmak için yeniden tanzim etmeye başladı.

Küreselleşme adı verilen bu yeni boyutla kapitalizm de değişerek pan-kapitalizm dönemine girdi. Sermaye sınır ve kural tanımadan, mevcut bütün geleneksel yapıları dağıtarak her yere biçim veriyor, her yerin biçimini alıyor. (Sınırlı) Devlet piyasalarına sıkışmış kapitalizm taklitlerini berhava ederek ulus-devlet yöneticilerini satış temsilcilerine [= CEO, distribütör… gibi (= ya da tasmalı bekçi köpeklerine)] dönüştürüyor; başarılı olduklarında kendi personeline, tebaasına, oy verenine, pazarlamacısına keyfi (= hor ve nobran) davranmasına izin veriyor. Dünyada piyasaya açılmayan, alınıp satılmayan, piyasa kurallarının egemen olmadığı yer kalmadı, sanki. Rio de Janeiro’da yaşayan biri Tokyo borsasında işlem yapabiliyor; ABD’de yaşanan bir kriz Ortadoğuluyu, Asyalıyı etkiliyor. Bu anlamda kapitalizmin tek bir yurdu, merkezi, kökü yok; ve etkisi/gücü giderek artıyor. Her “yer”i ve “yurt”u dağıtıyor, her “yer”i ve “yurt”u kendisi için yeniden yapılandırıyor. Kendi bedeninin, emeğinin, özel yaşamının tek sahibi olduğunu düşünen kapitalist bireyin bile sığınabileceği yer kalmadı…

İmparatorluklar, tek tanrılı kurumsallaşmış dinler, şatafatlı saraylardan güç dilenen tek adam rejimleri tüm iddialarını yitirdi; çokuluslu şirketler yeryüzünün yeni egemenleri olmaya başladı. Devletlerin ahlak, yasa ve dinlerine bağlı kalmaksızın dünyayı alışveriş merkezine dönüştürmeye, her ne pahasına olursa olsun kârı maksimize etmeyi tek geçerli kural (= amaç) olarak dayatmaya başladılar; yiyeceklerimize, giyeceklerimize, seyredeceklerimize, okuyacaklarımıza, hayallerimize, çalışacağımız yerlere karışarak hayatımızı tanzim eder oldular. Kendi koydukları kurallar çerçevesinde müthiş bir pervasızlık ve sorumsuzlukla dünyayı yaşanamaz hale getirdiler: Yeryüzüne hem sonsuz bir hammadde kaynağı hem de atıklarını boşaltacağı büyük bir lağım çukuru gibi davranıyorlar.Sonuç: Küresel ısınma ve canlı türlerinin hızla yok olması…

Konuyu yakından izleyenler sürüklendiğimiz tehlikeyi ifade edebilmek için “Frankenstein Canavarı”, “köpekbalığı”, “kıyamet ve yıkım makinesi” gibi dehşet içeren ifadeler kullanıyorlar. Çünkü şirketler bayrak, milli marş ve mermi yerine reklam ajansı, lobi kuruluşları, televizyon ve dolar kullanarak savaşa, ordulara ya da höykürerek konuşan nobran liderlere ihtiyaç duymadan da her istediklerini yaptırabilecek duruma geldiler: Artık, “Şirketler, hükümetlere bir tehdit oluşturacak kadar güçlenmişlerdir.(…) sistemimizin yeni başrahipleri ve hüküm süren oligarkları olarak… politikayı ve politikacıları yerlerinden etmişlerdir.”

Özenle belirtmek lazım: “Devlet, bir şirkete hayat verebilen dünyadaki tek kurumdur. Şirketlere tüzel kişilik ve sınırlı sorumluluk gibi temel haklarını veren devlettir ve devlet, her zaman kâra öncelik vermeye onları mecbur tutar. Şirketlerin mülkiyet haklarını –devlet tarafından yaratılmış haklardır bunlar– korumak için polis kuvvetleri, ordular kurar, mahkemeler ve hapishaneler inşa eder (hepsinin parasını mecburen yurttaşlar ödemektedir). Ve sadece devlet, diğer devletlerle birlikte, uluslararası ticaret anlaşmalarına katılır; sırası geldiğinde, devletin, şirketleri ve yarattığı mülkiyet haklarını düzenleme yeteneğini kısıtlayan Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel kurumlar yaratabilir. Devlet olmadan şirket hiçtir. Kelimenin tam anlamıyla sıfır(dır).” –Altını çizmek gerek: Devletlerin Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar yaratarak kendi avantajlarından (bile) vazgeçebildiği (yeni) bir durumdan söz ediliyor.

Yirmi birinci yüzyılla birlikte şirketlerin toplumu ele geçirdiği, hayatın ticarileştiği ve bu durumun normal kabul edildiği bir süreç yaşanmaktadır. Üstelik bütün bu süreç şirkete aile vasfı yüklenerek, “kârları maksimize etme dini”ne katılım çağrıları yapılarak yürütülmektedir. En küçük birimini televizyon karşısına çakılmış, diğer insanlardan yalıtılmış bir kişi (= ya da kutsal aile) oluşturmaktadır. Ve bu ideal yurttaş psikopatolojik öz çıkarın yönlendirdiği, çıldırmışçasına açgözlü bir tüketicidir: “Doğumundan yüz elli yıl sonra, psikopat insan imgesinde yaratılmış yapay bir kişi olarak modern şirket, artık gerçek insanları kendi imgesinde yeniden yaratmaya çalışıyor.” (Bakan, 2007, s. 39, 40, 187, 167 ) İnsan varlıkları imgesi yerine insan kaynakları’nı geçirerek düşüncenin düşünene kurumsallaşarak ve ticarileşerek hükmettiği yeni bir “hayali gerçeklik” yaratılıyor. Bu hayali gerçekliğin yeni {= temel [= kutsal (= hakiki)]} yasası ise ne pahasına olursa olsun “kâr”dır.

Kapitalizmin en etkin taşıyıcısı, dünyanın yeni egemeni olan şirketler artık topluma, hükümete ve devlete hükmetmekte; sınırlı algıların ve düşüncelerin dışına çıkarak, kâr etmek koşuluyla her yere ve duruma uyarak kendilerini yeniden ve yeniden inşa etmektedirler. (14)

---

ÇOK KALPLİ ASİ

Dünyanın ilk anlamsal yaratımı teolojiktir ve tüm anlamını bu teolojik varsayımlar üzerinden edinmiştir. Öte dünyanın temsili üzerinden yaşanan bu süreç dünyanın dünyalı olarak edinilmesini engellemiş, “yerli, milli ve kutsal” devletli toplumsallıklarla kendini sınırlamış, pan-kapitalizme karşı çık(a)mayan teolojik perspektif sermayeye boyun eğerek “umut” olma iddiasından vazgeçmiştir. (15)

Şimdi dil’in, din’in, etnik köken’in, aile’nin, ev’in sınırlarına kapılmayan, onların anlam dünyasının dışında(n) kurulmuş yeni bir anlama, dünyanın dünyalı olarak (yeniden) anlamlandırılmasına ihtiyaç vardır. (16) Çünkü, “Anlam asla dünya dışına gönderimde bulunmaz; sadece kendi kendine gönderimde bulunur, ki bu kendine gönderme de dünyadır.” (Nancy, 2012, s. 26).

Bu yüzden dünyalı kalarak dünya olmak öte dünyayı “temsil” (17) eden mevcut dünyayı terk etmeyi gerektirir.

Bu yüzden doğuştan gelen parmak izi, ses tonu, gözbebeği ve yüz ifadesinden gelen farkı kabul eden; dünyanın nesne olarak yorumlanmasına itiraz eden; nesnenin ve nesnelliğin sahiplenilmesini değil de dünyanın anlamının (yeniden) yaratılmasını gözeten bir varoluş perspektifine; öte dünyayı içeren tin yerine tinin dünyalaşmasına; düşünenin etkilenerek ve etki ederek özgürleşerek ve özgürleştirerek düşünceyi edinmesine; böylece, imgeye teslim olmayan düşünenin düşünceye hükmetmesiyle gerçekleşebilecek bir “kopuş”a ihtiyaç vardır...

Bu kopuş salt münzevi, dalgın, dağınık, hoş görülebilir oranda çılgın bir yaratıcı insanın düşünmesini öngörmez. Bir vasıf olarak “düşünme” seçilmiş insanlara has bir özellik değildir. Düşünme herhangi bir “dış” belirleyene bağlı kalmaksızın her kişi için geçerli olan bir “iç” edimdir; uçsuz bucaksızlığın hemen, şimdi, burada, bu an yaşanmasıdır. Toprak {= tarım [= çit (= devlet)]} gibi dış belirleyenlere kapılmayarak yersiz yurtsuzluğa hemen, şimdi, burada, bu an geçilmesidir. Seçildiği varsayılan kişilere düşünmeyi bırakmak köleliği, kendisini düşünebilir ve başkalarıyla karşılaşabilir kabul ederek özgüvenle hareket etmek ise özgürlüğü adımlamaktır. Bu yüzden Spinoza, “İnsan yaratmaz. Karşılaşmalar ile belirlenir,” der. (18)

Jean-Luc Nancy küreselleşmeye (globalisation) karşı dünyasallaşmaktan (mondialisation), dünyayı (yeniden) yaratmaktan söz ederek bir tek devlet-dışı düşünürlerde görülebilen bir perspektifle sürece müdahalede bulunur. Küreselleşmenin yekpareliği amaçladığı için jeopolitik, ekonomik ve ekolojik bir felaketi barındırdığına dikkat çeker: “Küreselleşme, dışta hiçbir şey bırakmayan bir hakimiyet için mükemmel bir biçimde erişilebilir ve saydam olan, ‘farksızlaşmış bir tek-bütünlük alanına gömülme’ye işaret eden bir süreçtir.”

Dikkatinizi çekmek isterim: “Yerli, milli ve kutsal devlet” ile “küresel yekpare devlet” arasında sürekli çatışan bir gerilim olmasına rağmen “temsil”de ortaklaşmakta hiç tereddüt etmezler; her ikisi de “temsil”in ürettiği bütün sorunların içerisinden şekillenen bir düşünce ve yaşama perspektifine sahiptir.

Nancy öte dünya içerisinden şekillenmiş mevcut dünyanın dünya haline gelebilmesi için teolojik anlam yükünden, “temsil”den kurtulması gerektiğinden, dünyasallaşmaktan söz eder: “Dünyasallaşma; insan ilişkileri alanı olarak, ortaklaşa anlam alanı olarak, bir anlamlamalar ve olanaklı anlamlılık alanı olarak dünyanın ufkuna bir göndermeyi ifade etmektedir.” (Nancy, 2012, s. 15). Ona göre bir tek dünyalı olmak, dünyada kalmak, dünya üzerinden düşünmek, dünya oluşturmak, dünyayı teolojinin ve kapitalizmin ortaklaştığı “temsil”den kurtaracaktır: Çünkü, “Dünya, ‘sadece onda ikamet eden için dünyadır,’ ” ve (yeniden) yaratılacak dünya için, “hiçbir şey verili değildir, her şey yaratılacak, icat edilecektir.”

Basit gerçek şudur: Hakikatlilik için hakikiliğin olması gereklidir, hakiki yer ise, “…içinde (bu dünyada) hakikaten yer alınabilen/vuku bulunabilen yerdir. Aksi takdirde bu, dünya değildir: ‘küre’ ya da ‘yuvarlak’tır, ‘sürgün toprağı’ ve ‘gözyaşı vadisi’dir.’ ” “ (Nancy, 2014, s. 29, 32, 58).

Dünyayı hakikileştiren dünyalı böylece kendi doğrusunu da [= gerçeğini de (= hakikatini de)] edinebilecektir.

Bu da düşünenin düşünceye hükmetmesiyle, düşüncenin kendisi üzerine düşünmesiyle, düşüncenin imgesiyle ilişkisini sorgulaması ve kendi kavramlarını üretmesiyle mümkündür!

Toparlayalım: “Dünyayı yaratmak şu demektir: Hemen, ertelemeden, bir dünya için, yani genel eşdeğerlik zemini üzerinde yükselen küresel bir adaletsizliğin karşıtını oluşturması gereken şey için olanaklı her mücadeleyi yeniden başlatmak. Ama bu savaşı tam olarak şunun adına sürdürmektir: bu dünya hiçten çıkar, öncesi ve modeli, ilkesi ve verili ereği yoktur ve bir dünyanın adaletini ve anlamını oluşturan tam da budur.” (Nancy, 2012, s. 80).

Bu da “milli, yerli ve kutsal” yerel devlete normallik üzerinden kayıtlı olan tebaa ya da “küresel yekpare devlet”e evrensellik üzerinden kayıtlı olan, normalliği küreselleştiren tebaa ile değil de olabildiğince öngörülemez, ele geçirilemez ve sürekli etkin olmayı deneyen Çok Kalpli Asi ile mümkündür! (19)

Bu yüzden her Çok Kalpli Asi içkinlik düzleminin göçebesidir!

Bu yüzden her Çok Kalpli Asi temsil etmez ve temsil edilemez bir dünyalıdır!

Bu yüzden her Çok Kalpli Asi her yerli ve hiçbir yerlidir, yersiz ve yurtsuzdur!

Bu yüzden her Çok Kalpli Asi (evcil) köpeklerin dişlerinde yaşayan bir (yabani) kurttur!

Bu yüzden her Çok Kalpli Asi öngörülemez bir dünyadır!

Bu yüzden her Çok Kalpli Asi öngörülemez, ele geçirilemez ve taklit edilemez bir dokunmanın taşıyıcısıdır! (20)

KAYNAKÇA

  • Adorno, T. W. (2002). Minima Moralia-Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar. O. Koçak& A. Doğukan (çev.), İstanbul: Metis Yay.
  • Assheuer, T. (2013). Yakın Plan Haneke. N. Pakkan (çev.), İstanbul: Agora Kitap.
  • Augé, M. (2016). Yok-Yerler-Üstmodernliğin Antropolojisine Giriş. T. Ilgaz (çev.), İstanbul: Daimon Yay.
  • Ayhan, E. (2014). Sivil Denemeler Kara, İstanbul: YKY.
  • Bakan, J. (2007). Şirket-Kâr ve Güç Peşindeki Patolojik Kurum. R. Öğdül (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yay.
  • Baştürk, E. ( 2018). İçkinlik Demokrasisi-Deleuze ve Politik Felsefe. İstanbul: Norgunk Yay.
  • Bauman, Z. (2012). Akışkan Aşk-İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair. I. Ergüden (çev.), İstanbul: Versus Kitap.
  • Deleuze & Guattari (1993). Felsefe Nedir? T. Ilgaz (çev.), İstanbul: YKY.
  • Deleuze, G. (2004). Proust ve Göstergeler. A. Meral (çev.), İstanbul: Kabalcı Yay.
  • Deleuze, G. (2010). Nietzsche ve Felsefe. F. Taylan (çev.), İstanbul: Norgunk Yay.
  • Deleuze, G. (2011). Spinoza-Pratik Felsefe. U. Baker & A. Nahum (çev.), İstanbul: Norgunk Yay.
  • Faruk, Ö. (2014). Yarabıçak-Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları, İstanbul: İthaki Yay.
  • Faruk, Ö. Ed: (2016). Dışarıdan Düşünmek-Deleuze ve Guattari Perspektifinden Felsefe, Siyaset ve Sanat Yazıları, İstanbul: Chiviyazıları Yay.
  • Faruk, Ö. (2018). Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, İstanbul: Yayıma hazırlanıyor.
  • Hayatî, Abdûlgaffar el. (1896). Hayata Dair Meseleler. O. Fuad (çev.), İskenderiye: Mesele Neşriyat.
  • Lyotard, J-F. (2011). Pagan Eğitimler. A. Karakış (çev.), İstanbul: Monokl Yay.
  • Marx, K. & Engels, F. (1987). Alman İdeolojisi. S. Belli (çev.), Ankara: Sol Yay.
  • Nancy, J. L. (2014). Dünyayı Yaratmak ya da Küreselleşme. M. Erşen (çev.), İstanbul: Monokl Yay.
  • Türkçe Sözlük. (2005), Ankara: Dil Derneği Yay.

DİPNOT

  1. Adorno, T. W. (2002). Minima Moralia-Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar. O. Koçak& A. Doğukan (çev.), İstanbul: Metis Yay., s. 41.
  2. Assheuer, T. (2013). Yakın Plan Haneke. N. Pakkan (çev.), İstanbul: Agora Kitap., s. 57. –Çeviride küçük bir değişiklik yaptım.
  3. “İnsan: 1. Memelilerden, iki eli olan, iki ayak üzerinde dolaşan, sözle anlaşan, usu ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlı. 2. Huy ve ahlak yönünden üstün nitelikli (kimse).” (Türkçe Sözlük, 2005, s. 952).
  4. “Yurttaş: Yurtları ya da yurt duyguları bir olanlardan her biri, vatandaş.” (Türkçe Sözlük, 2005, s. 2115).
  5. “Uyruk: Bir ülkede doğmuş ya da sonradan o ülkenin yurttaşı olmuş olan ve bir devletin bağımı altında bulunan kimse, tebaa.” (Türkçe Sözlük, 2005, s. 2115).
  6. “Anlam: Bir sözcükten, bir sözden, bir davranış ya da olgudan anlaşılan şey; bunların anımsattığı düşünce ya da nesne, mana, fehva.” (Türkçe Sözlük, 2005, s. 104). Bu denemede “anlam”ı İçkinlik Demokrasisi’nde aktarıldığı biçimiyle kullanıyorum: “Anlam, bir ‘şey’ ile o ‘şey’i egemenliği altına alan kuvvet arasındaki ilişkidir.” (Baştürk, 2018, s. 21).
  7. Terminolojiyi netleştirelim: “Yurt” ortama, coğrafya ve iklime, devletin sınırlarıyla sınırlan(a)mayana işaret eder. “Kafkas göçmeni” ya da “tropikal ormanlardan geldi” dediğimizde “yurt”a ve o ortamda yaşayana işaret ederiz; Gürcistan’ı ya da Kenya’yı kastetmeyiz. “Tebaa” ise devleti, Gürcistan’ı ve Kenya’yı gerektirir. Devlet öncesinde muhtemelen tebaa sözcüğü de yoktu! Şu da var: Zamanla “devlet” kendi anlamını (= sınırlarını) “yurt”a doğru genişleterek (bir) savaşma nedeni (daha) üretmiş olsa gerek. 
  8. Enteresandır: Dünyada yaklaşık 35 milyon km2’lik bir yer kaplamasına rağmen bir toprak parçası olarak çöl için “yerli, milli ve kutsal” söylemi pek üretilmez. Çöl tarım yapıl(a)madığı için tarih mekânı olarak sahneye çıkmamış, savaşların ve katliamların nedeni ve ev sahibi olmamış, toprak {= tarım [= çit (= devlet)]} sürecine maruz kalmamıştır. Mevcut birçok devletten çok daha fazla yer kaplamasına rağmen (Türkiye’den yaklaşık 45 kat büyük) pek de “vatan” sayılmamıştır. Demek ki “yerli, milli ve kutsal” söyleminin üretilme gerekçesine temel teşkil eden “toprak” vurgusu yeryüzündeki bütün toprakları kapsamamaktadır. Anlamı oluşturan ve kontrol eden insanın toprağa “vatan” anlamını yükleyerek anmaya başlaması düşüncenin düşünene hükmetmesiyle başlamış olsa gerek. Hem çölü hem de ait oldukları devlet(ler)i medya, üniversite ve kanaat önderlerinin “vatan”a yaptıkları vurgu açısından gözlerimizi kapatıp tekrar ve tekrar düşünmeyi deneyelim; çölün sessiz kaldığı, devlet(ler)in ise mikrofonla konuştuğu ve sürekli höykürdüğü görülecektir: Büyük Sahra Çölü/Kuzey Afrika, Büyük Çöl/Avustralya, Gobi Çölü/Çin-Moğolistan, Kalahari Çölü/Güney Afrika, Rubülhali Çölü/Suudi Arabistan, Patagonya Çölü/Arjantin, Taklamakan Çölü/Çin, Atacama Çölü/Güney Amerika, Sonora Çölü/Amerika Birleşik Devletleri- Meksika, Thar Çölü/Hindistan-Pakistan, Karakum Çölü/Türkmenistan, Kızılkum Çölü/Özbekistan-Kazakistan.
  9. Basit gerçek şudur: Çocuk, kendi düşüncesini değil bir başkasının (= yetişkinin) düşüncesini (= ahlakını) kullanır; etkilenir etkileyemez, aciz ve çaresizdir, henüz kendisini edin(e)memiştir, yetişkinin temsil etmesine muhtaçtır: “Küçük çocukların mutlu olduğunu ya da ilk insanın yetkin olduğunu düşünmek kesinlikle mümkün değildir. Hem çocuklar hem de ilk insan, nedenlerden ve doğalardan habersiz, salt olayın bilincine indirgenmiş, yasasını bilmedikleri sonuçlara katlanmaya mahkûm bir halde, her şeyin kölesi durumundadırlar; yetkin olmayışları ölçüsünde de tedirgin ve mutsuzdurlar. – Hakan Yücefer tarafından çeviride küçük düzeltiler yapıldı.” (Deleuze, 2011, s. 29).

    İlk insanın [= çocuk (= dem)] tek yetişkin olan Tanrı tarafından belirlendiğini, onun ahlakının taşıyıcısı olduğunu da bu arada not edelim.

    Tam da bu noktada düşünce dünyasının tanzimine ve tasnifine yönelik önemli bir ayrımın altını çizmekte yarar var:

    -- Ahlak, acz içerisinde yaşayan, maruz kalan, etkilenen ama etkileyemeyen, kendini ele geçirememiş çocukların, “bir”in dünyasına ait bir normdur.

    -- Etik ise yetişkinlerin dünyasında oluşur: Her yetişkin etki eder ve etkilenir, kabul eder ya da karşı çıkar, bu anlamda yetkindir; “iki”nin dünyasını adımlamaktadır. Çünkü “yabancı”yla (= ötekiyle) karşılaşabilmek için gerekli olan özgüvene, cesarete ve neşeye sahiptir. Etkilemek isterken etkilenmekten de korkmaz. Daha ötesi etkilenmekten zevk alır. Bu yüzden, “Gerçek insani diyalog, sıradan konuşmadan ya da tartışmadan farklı olarak, öteki insandan ve onun söylediklerinden alınan zevkle dolup taşar.” (Doris Lessing ve Hannah Arendt’den aktaran Bauman, 2012, s. 205).

  10. Bu çıkarsamanın esin kaynakları şu kitaplar: Scott, J. C. (1995). Tahakküm ve Direniş Sanatları-Gizli Senaryolar. A. Türker (çev.), İstanbul:Ayrıntı Yay.; Zerzan, J. (2000). Gelecekteki İlkel. C. Atila (çev.), İstanbul: Kaos Yay.; Clastres, P. (2006). Devlete Karşı Toplum. M. Sert&N. Demirtaş (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yay.; Scott, J. C. (2008). Devlet Gibi Görmek-İnsanlık Durumunu Geliştirmeye Yönelik Projeler Nasıl Başarısız Oldu? N. Erdoğan (çev.), İstanbul: Versus Kitap; Rousseau, J. J. (2013). İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı. R. Nuri İleri (çev.), İstanbul: Say Yay.; Harari, Y. N. (2015). Hayvanlardan Tanrılara Sapiens-İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, E. Genç (çev.), İstanbul: Kolektif Kitap; Sahlins, M. (2016). Taş devri Ekonomisi. T. Doğan &Ş. Özgün (çev.), İstanbul: bgst Yay.
  11. Ayhan, E. (2014). Sivil Denemeler Kara, İstanbul: YKY, s. 29.
  12. Bkz. Faruk, Ö. (2018). Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, İstanbul: Yayıma hazırlanıyor.
  13. Deleuze & Guattari’nin bu adlandırmasını “düşüncenin kendisi üzerine düşünmesi”ni de içerecek bir biçimde genişleterek okumaktan yanayım. Bir tek düşüncenin kendisi üzerine düşünen düşünce yaratıcı bir düşünme atmosferinin ateşleyicisi olurken önce dünyaya sonra sonsuzluğa ve bu aralıkta oluşan imgenin dinamiklerine dikkat edebilir çünkü. Böylece kavram oluşturmanın yaratıcı dinamikleri (sürekli) kanırtılırken, kavramın sınıra (= yerleşmeye) sabitleyen karakterine de kapılmayan bir perspektif edinilmiş olunur: “İçkinlik düzlemi düşünülmüş ya da düşünülebilir bir kavram değil, ama düşüncenin imgesidir; düşünmenin, düşünceyi kullanmanın, düşünce içinde yol almanın ne anlama geldiğine ilişkin olarak düşüncenin kendine verdiği bir imge. (…) İçkinlik düzlemi üzerinde, ufka koşulur; oradan gözler kızarmış olarak dönülür, bu gözler zihnin gözleri de olsa…” (Deleuze & Guattari, 1993, s. 40, 44). – Dikkatinizi çekmek isterim: Zihnin hareketinden, zihnin gözleriyle ufka koşmasından söz ediliyor.
  14. Bu süreci yorumlayan kaynaklar için bkz.: Faruk, Ö. (2018). Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, İstanbul: Yayıma hazırlanıyor.
  15. Jean-François Lyotard Pagan Eğitimler adlı kitabında sermayenin bir ana anlatısı, bu anlatının tek tanrısının para ve bu anlamda “dinsiz” bir karakteri olduğunu vurgular: Tüm diğer (alt) anlatılar (artık) ona bağlı olarak biçimlenmektedir. Ekler: İyi bir hikâye anlatıcısıdır! (Lyotard, 2011, s. 58, 59, 60).

    Yüksek sesle söylemek lazım: Küreselleşmeyle birlikte kapitalizm, tek tanrılı dinlerden daha dinamik ve etkili hikâyeler anlatmakta, dinleyicisi (de) giderek artmaktadır!

  16. Çünkü (bir) başlangıç noktası (da) “ses” olarak dünyadır, sonrasında ses “söz”e dönüştü, ardından dil, din, etnik köken, aile, ev geldi. Bu durumu yorumlayan, ad koyarak kontrol altına almaya çalışan felsefe, tarih, ideoloji, anlam… esin kaynağını hep dünyadan edindiler. Binlerce yıldır varlığını dünyaya kabul ettirmeye çalışan öte dünya da varlığını ona borçludur. Dünya patlayarak yok olsa, ya da başka bir gezegen tarafından imha edilse öte dünyanın ne yapacağı, iddiasını nasıl sürdüreceği meçhuldür. Buna dair üretilmiş bir argümanı yoktur. Bu yüzden dünyaya ait olmak, öte dünyanın bu dünya için kurguladığı misafirlikten de vazgeçmek anlamına gelir; böylece dünyanın diğer varlıklarıyla yeniden karşılaşmak, etkilenerek ve etki ederek özgürleşerek ve özgürleştirerek içkinlik düzlemi üzerinden yeniden demokrasiden söz etmek mümkün hale gelecektir: Çünkü, “Dünya, olanaklı bir birlikte-var olmanın, ikamet etmenin yeri ve boyutudur. Dünya, ‘sadece onda ikamet eden için dünyadır.’ (…) Varoluşun içeriğinde olan şey dünyanın ortak paylaşımıdır. Dünya varoluşun dışında değildir; tüm farklı varoluşları bir arada birbirleriyle bağlayan ortak-varoluştur. ” (Nancy, 2012, s. 29; Nancy’den aktaran Baştürk, 2018, s. 156). Dünya ile aramızdaki “temsil”in oluşturduğu mesafeyi kapatmaya, dünyayı edinmeye, dünyalı olmaya yönelik bu perspektif İçkinlik Demokrasisi adlı çalışmada da son derece veciz sözcüklerle belirtilir: “Çünkü, dünyanın kendisi bizatihi bir anlam’dır; anlamların anlamı olarak etkin bir düzlemdir. Dünyaya dışarıdan hükmetmenin kendisi, dünyanın ‘dünya oluş’ haline gelişini sekteye uğratan şeydir.” (Baştürk, 2018, s. 146)
  17. “Temsil: (Birinin ya da bir topluluğun) Adına davranma.” (Türkçe Sözlük, 2005, s. 1873).
  18. Baştürk, 2018, s. 110. 
  19. Marx&Engels de ilk dönem çalışmalarında yukarıdaki çıkarsamalara yakın kaygılar taşırlar; her bireyin ulusal sınırlardan kurtularak diğer bireylerin zihinsel yaratımlarıyla karşılaşıp böylece kendilerini zenginleştirebileceği bir yenidünya imkânından söz ederler. Yazarların komüniste yüklediği anlam “kendini eşdeğerlilikle de sınırlamayan her bir tekilin diğer tekilliklerle karşılaşarak etki eden ve etkilenen” olması, “milli, yerli ve kutsal” devletlerin sınırlılıklarından kurtularak dünyaya açılması, bu dünyalı olması, bu dünyayı edinerek yaşamasıdır. 8. dipnotta kullandığımız ahlak (= çocuk), etik (= yetişkin) kavramları eşliğinde ilişikteki alıntıyı tekrar okursak farklı bir şekilde yorumlanmasının (neredeyse) imkânsızlığı görülecektir: “…her bireyin ayrı ayrı kurtuluşu da tam olarak tarihin tümüyle dünya tarihi haline dönüşmesi ölçüsünde gerçekleşecektir. (…)…bireyin gerçek entelektüel zenginliğinin, tamamen, bireyin gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı olduğu açıktır. İşte yalnız bu yolladır ki, ayrı ayrı her birey, kendi çeşitli ulusal ve yöresel sınırlarından kurtulacak, bütün dünyanın üretimiyle (zihinsel üretimi de dahil olmak üzere) pratik ilişkiler içine girecek, ve (insanların yarattıkları) her alandaki bütün dünya üretiminden yararlanma yeteneğini edinecek duruma gelecektir.” (Marx&Engels, 1987, s. 68).
  20. 2. dipnotta söz ettiğimiz Haneke gözlemini örnekleyerek bitirelim: Aylık sosyalist kültür dergisi Birikim bu denemeyi yayımlamadı.