Coğrafya kader mi?

Ortadaki resim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uluslararası alanda iyice yalnızlaştığını gösteriyor. Batılı liderler Erdoğan’la ancak çıkarları gereği veya mecbur kalmaları halinde görüşüyorlar.

Abone ol

Seçime dört aydan az bir zaman kalmışken Erdoğan’ın şahsının ve temsil ettiği Türkiye’nin batıdaki görüntüsü hiç de iç açıcı değil. Türkiye’nin batıda kabul gören imajı doğulu despotik bir ülke haline geldiği yönünde. Gün geçmiyor ki saygınlıklarıyla bilinen uluslararası basın organlarında Erdoğan’ın iç ve dış uygulamaları hakkında olumsuz yayınlar çıkmasın. En son İngilizlerin prestijli “The Economist” ve Almanların popüler “Der Stern” dergilerinde kapak konusu yapılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik suçlamalar öyle kolay geçiştirilecek cinsten değil. 

Eleştiriler ağır ama tam seçim öncesi yapılan bu tür yayınlar iç kamuoyunda milliyetçi duyguları kamçılayacağı için Cumhurbaşkanı bakımından paradoksal olarak lehine koz bile sayılabilir. Nitekim muhalefet partileri bu endişeyle ön alarak memnuniyetsizliklerini vurgulamaktan geri durmuyorlar. Örneğin Trump’ın bir dönem Ulusal Güvenlik Danışmanlığını yapan John Bolton’ın Washington Post gazetesinde kısa süre önce Biden’a Erdoğan’ın bir daha seçilmemesi için müdahalede bulunma çağrısı yapan açık mektubuna muhalefet temsilcileri koro halinde tepki gösterdiler. 

TÜRKİYE UKRAYNA KONUSUNDA DAHİ YALNIZLAŞTI

İç siyasi kaygılar bir yana, ortadaki resim kuşku yaratmayacak şekilde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uluslararası alanda iyice yalnızlaştığını gösteriyor. Bunun bir zamanlar en önemli istisnası Ukrayna krizinde oynadığı kolaylaştırıcılık rolüydü. Daha bu yaz ortalarında Erdoğan batılıların sevmeseler dahi Ukrayna’da oynadığı rolü yararlı buldukları için görüşmek istedikleri bir liderdi. Ancak kum saati hiç durmuyor. Rusya saldırısı nerdeyse bir yılını tamamlarken Ukrayna Savaşı farklı aşamalara evrildi. Ukrayna’nın askeri ilerlemesi karşısında geri çekilen ve Donbas’ta sıkışan Rusya, Kırım’da gerçekleşen hava saldırıları karşısında çaresiz kalınca Türkiye’nin gayretleriyle imzalanan tahıl anlaşmasını yenilemedi. Daha sonra da sivil hedeflere yoğun füze saldırılarıyla Ukrayna’yı cezalandırma yoluna girdi. Rusya’nın Kyiv üzerine yeni bir kara harekâtı başlatmasından korkulurken, batılı ülkeler nihayet Zelensky’nin  ısrarları karşısında Ukrayna’ya ağır tanklar vermeyi kabul ettiler. Ukrayna çok yakın vadede olmasa da, ABD üretimi M1-Abrams ağır muharebe tankları ve teknolojik yönden üstün Alman Leopard-2 tankları alacak. Leopard-2’lerin hareket halinde isabetli atış etme ve bataklık ve ormanlık muharebe sahalarında hızlı manevra yapma kabiliyetine sahip olması tercih edilme nedeni. Leopard’ların Ukrayna'ya verilmesi konusunda Alman hükümetini ikna etmek kolay olmadı. Almanya Ukrayna’ya doğrudan tank hibe eden veya ürettiği tankların Polonya başta olmak üzere 10 kadar Avrupa ülkesi tarafından Ukrayna’ya teslim edilmesine izin veren bir ülke olarak Rusya ile tek başına karşı karşıya gelmek istemedi.  Alman Hükümeti ancak ABD’nin de Abrams’ları Ukrayna’ya vermeyi kabul etmesinden sonra ikna edilebildi. Rusya’nın batının tank kararına sert tepki göstermesine rağmen, bu kez nükleer silah tehdidinde bulunmaması dikkatle not edilmesi gereken bir durum. Bu tanklar Rusya’nın olası ilerlemesini durdurur mu veya bir kara harekâtı yapmasından caydırır mı bilinmez ama, savaşın yeni ve daha kanlı bir evreye geçeceği kesin gibi. Taraflar arasında görüşme zemini iyice ortadan kalkmışken Türkiye’nin onlara eşit mesafede durması, hele arabuluculuk rolüne soyunması artık olası değil.

Türkiye’nin tarafsızlığı, Ukrayna’ya sattığı TB-2 Bayraktar dronlarına rağmen, dışarıdan bakıldığında baştan itibaren Rusya lehine alınmış bir tutum olarak görülüyordu. Zira Türkiye Rusya aleyhine batıda kabul edilen yaptırımları uygulamayan yegâne NATO üyesi olarak diğerlerinden baştan itibaren ayrışmıştı. Almanya yaptırımlar nedeniyle zorlu bir süreçten geçerek bir yıldan kısa süre içinde doğalgazda Rusya’ya olan bağımlığını sona erdirirken, Türkiye’nin Rusya’dan avantajlı şartlarda doğalgaz ithal etmeye devam etmesi, Putin’in Erdoğan’a seçimlerde avantaj sağlayacak şekilde Türk piyasasına kaynak aktarması ve doğalgaz alacaklarını ertelemesi kimsenin gözünden kaçmıyor.

BATILI LİDERLER CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’LA MECBUR KALMADIKÇA GÖRÜŞMEKTEN KAÇINIYORLAR   

Batılı liderler Cumhurbaşkanı Erdoğan’la ancak çıkarları gerektirdikçe veya mecbur kalmaları halinde görüşüyorlar. Macron bu gerçeği en açık şekilde vurgulayan liderin başında geliyor. Bir zamanlar Almanya Şansölyesi Merkel Cumhurbaşkanı Erdoğan’la sığınmacı krizi veya Ege’de Türk-Yunan çatışması alevlendiğinde AB’nin doğal lideri olarak görüşürdü. Şimdi Scholz bunu da yapmıyor. Erdoğan’ın Berlin’e planlanan resmi ziyaretinin son anda seçimler sonrasına ertelenmesiyle yeni Alman hükümetinin farklı bir tutum izlediği ortaya çıkmış oldu. Almanya Erdoğan’ın Berlin ziyaretini seçim için istismar konusu yapmasından endişelendiğini ima etti. AKP’li bir milletvekilinin Almanya’da yaptığı bir konuşmadan sonra Berlin Büyükelçisinin Dışişlerine çağırılarak protesto edilmesi, Alman Hükümetinin bu konudaki hassasiyetini esasen ortaya koymuştu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çat kapı Trump’la görüştüğü günler de çok geride kaldı. Cumhurbaşkanı, çok istemesine rağmen Biden göreve geldiğinden beri Washington’a bir türlü davet edilmiyor. Görüşmeler hep uluslararası toplantıların marjında gerçekleşiyor ve kısa tutuluyor. Biden’ın ev sahipliğinde 2021 yılının sonunda düzenlenen “Demokrasi Zirvesi”ne davetli olmayan tek NATO üyesi Türkiye idi. ABD dünyanın en parlak demokrasisi değil elbette ama, bu örnek dahi Erdoğan Türkiyesinin batı sistemi içindeki yerini ortaya koymaya yeterli.

Türkiye hala batı sisteminin temel örgütleri içinde yer alıyor. Ancak, Erdoğan’ın tek adam iktidarı altında Türkiye’nin batıdan iyice uzaklaştığını yurtdışında artık sokaktaki sıradan insan dahi biliyor. Batı kamuoylarında Türkiye hukuksuzluğun, insan hakları ihlallerinin yaygın olduğu, ifade, toplanma ve gösteri özgürlükleri gibi çağdaş devletlerin temelinde yer alan özgürlüklerin sistematik bir şekilde ayaklar altına alındığı, baskı ve şiddetin sıradanlaştığı bir ülke olarak tanınıyor. AİHM’e en çok başvuru geçen yıl Türkiye’den yapıldı. Türkiye, İnsan hakları ve demokrasiyi savunmak için kurulan, kendisinin de kurucuları arasında yer aldığı Avrupa Konseyi’nden (AK) ihraç sürecine tabi tutulan ikinci ülke oldu. Sağolsun bu konuda kardeş Azerbaycan birinciliği bize bırakmadı. Avrupa Konseyi’nden ihraç tehdidiyle karşı karşıya olan diğer bir ülkeyse, Ukrayna’da işlenen insanlığa karşı suçlardan dolayı Rusya’ydı. O ise süreç başlatılmadan örgütten çekilerek bu şerefi başkalarına bırakmadı.

AB Parlamentosu’nda Türkiye hakkında kabul edilen son ülke raporu (eskiden ilerleme raporu denirdi, 2015’den itibaren ilerleme olmadığından dolayı olsa gerek, ismi değiştirildi) Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin savunduğu değerlerden ne kadar uzaklaştığının bir ibret belgesi. Avrupa Birliği’nin de Türkiye hakkında önemli taksiratları olduğu kuşkusuz. Ama bu, Türkiye’nin batılı değerlerden çok uzaklaştığı gerçeğini değiştirmiyor. Avrupa Parlamentosu’nda artık eleştirilerin ötesine geçildi, Türkiye’nin katılım sürecinin durdurulması çağrıları yapılıyor. İşin kötüsü, eskiden yapıldığı gibi, Avrupa Parlamentosu’nda kimse de çıkıp Türkiye’nin lehinde tutum almıyor.

İSVEÇ NATO ÜYELİK SÜRECİNİ GEÇİCİ OLARAK DURDURMA KARARI ALDI

Türkiye’nin NATO içindeki durumu da endişe verici. Akla ziyan S-400 füze alımıyla başlayan Türkiye’nin NATO içindeki yalnızlaşma süreci Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliklerine yapılan itirazlar nedeniyle iyice derinleşti. Halen NATO’da bu iki ülkenin üyeliğini onaylamayan iki ülke kaldı: Macaristan ve Türkiye. Macaristan’ın her iki ülkenin üyeliklerine Şubat ayı içinde onay vermesi bekleniyor. Bundan sonra Türkiye’nin NATO içindeki sorunlarının iyice artacağına kuşku yok. İsveçli ırkçı siyasetçi Rasmus Paludan’ın Kur’an yakma eylemleri ortamı iyice zehirlemeye başladı. Irkçı Paludan’ın arkasında Rusya’nın olduğu iddiaları ise iyice zihin bulandırıyor. Bu iddiaların zerresi doğruysa, durum daha da vahim.

İsveç’in bugün, NATO üyelik sürecini Türkiye’de bu eylemlere duyulan öfke nedeniyle geçici olarak durdurma kararı alması, ortamın ne kadar zehirli hale geldiğini vurguluyor. Çok sayıda batılı ülke temsilciliğinin Türkiye’deki vatandaşlarına güvenlik uyarılarında bulunmaları İsveç’in endişesinde yalnız olmadığını ortaya koydu. Mesele artık İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri çerçevesinde sürdürülen bir anlaşmazlık olmaktan çıktı, bir din çatışmasına dönüşmeye başladı. Buna izin verilmemeli.

İsveç ve Finlandiya dünya demokrasiler listesinde öteden beri hep zirvede yer alan ülkelerdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında özel sayı çıkaran dünyanın en saygın dergilerinden “The Economist”in ayrı bir yayın birimi olan “Intelligence Unit”in her yıl kılı kırk yararak hazırladığı dünya demokrasiler listesinde sadece 20 kadar ülke tam demokrasi olarak vasıflandırılmaya hak kazanır. Listenin tam demokrasiler grubunda örneğin ABD yoktur, ama Finlandiya ve İsveç her yıl bu grubun içinde yer alırlar. Türkiye ise listenin sonlarında kendine ancak yer bulabiliyor ve giderek irtifa kaybediyor. Kendilerini Rusya’nın tehdidi altında hisseden İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olmak istemeleri batıda doğal bir hak olarak görülüyor ve destekleniyor. Türkiye’nin tavrı bu nedenle baştan beri batıda hoş görülmedi.

Türkiye, NATO içinde daha da yalnızlaşması bir yana, ortamın içerdiği tehlikelerin bilinci içinde hareket ederek, bu iki ülkenin üyeliklerine itirazına artık son vermeli ve varsa, onlarla sorunlarını ikili mecralarda, kabul edilmiş uluslararası hukuki normlara uygun olarak çözmeye gayret etmeli. İsveç’in üyelik sürecini Temmuz ayında yeniden gündeme getirme kararı, şimdiki iktidara meseleyi seçimler sonrası sakin kafayla yeniden değerlendirme fırsatı tanımış olması veya, yeni bir iktidar tarafından karar verilmesine olanak sağlaması bakımlarından, iyi hesaplanıp düşünülmüş bir karar olarak gözüküyor.

BATI VE DOĞU KAVRAMLARI

Türkiye’nin batıdan uzaklaşmış olması, ülkede batı ile ABD’yi özdeşleştiren ulusalcı-sol çevrelerin önemli bir kesiminin de dahil olduğu “milli ve yerli” koalisyonun pek umursadığı bir durum değil. Oysa Türkiye’nin neredeyse iki yüzyıllık yönelimi haklı ve gerçekçi nedenlerle batı.

Dünya’nın “batı”ve “doğu” olarak ikiye ayrılmasının kökenini Bodrumlu Heredot’a kadar indirmek mümkünse de, siyasi olarak bu ayrılığın Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesiyle anlam kazandığını düşünmek daha doğru olur.  Doğu olarak bilinen topraklar bugünkü İstanbul merkezli olmak üzere, Balkanlardan itibaren tüm Doğu Roma topraklarıydı. Bu bakımdan bugünkü Türkiye tarihi doğunun kalbi sayılır. Orta-Doğu diye bir kavram hiçbir zaman tarihte var olmamıştır. “Orta-Doğu” emperyalistlerin 20. yüzyılda siyasi amaçlarla ortaya attıkları nev zuhur bir yakıştırmadır. Batı Roma’nın yıkılmasından sonra batı ve doğu kavramları uzun dönem anlamını yitirmiş olmalı. Roma’daki Katolik kilisesiyle Konstantinopolis’teki Ortodoks kilisesinin birbirinden ayrılmasıyla batı ve doğu kavramları bu kez dini ve kültürel karşıtlık içerdi. Katolik kilisesi ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu zayıflayan Bizans İmparatorluğunu ve Ortodoks kilisesini kötüleyip hor görmeye başladı. Bizans topraklarının kaybı ve Ortodoks Patrikhanesinin İstanbul’da Osmanlı Padişahının himayesine girmesiyle beraber doğuya ait ne varsa iyice şeytanlaştırıldı. Bu şeytanlaştırmada Protestanlığın öncüsü Martin Luther’in özel bir katkısı vardır. Doğulu toplumlar, bir zamanlar batıdan çok ileride olmalarına rağmen, batının atılım yaptığı Rönesans-Reform ve Sanayi Devrimi dönemlerinde yerinde sayarak haklarındaki olumsuz algının değirmenine su taşıdılar. 20. yüzyılda ise doğu-batı kavramları sosyalist blok ve kapitalist blok şeklinde siyasi ve ideolojik bir karşıtlığı ifade etti. Batı kültüründe bu kez sosyalist doğu despot ve baskıcı bir yönetim anlayışını temsil etti. 

Batı, geçmişte Amerika ve Afrikaya yaptığı gibi doğuyu da talan edip sömürgeleştirdi. Doğu’da bundan en çok Hindistan, Çin ve günümüzün İslam coğrafyası paylarını aldılar. Ancak batı bir yandan sömürürken, bir yandan da geniş halk kitlelerinin öznesi olduğu kendi iç mücadelesi sonucu bugünkü çağdaş demokratik kurum ve değerleri oluşturdu. Bugün artık batının yarattığı çağdaş değerlere bağlı ülkelerden söz ederken, Japonya ve Güney Kore gibi doğuda yer alan ülkeleri de bu kapsamda düşünmek gerekiyor.  Dolayısıyla batı kavramı artık eski Hristiyan-Avrupalı bağlamından kopmuştur. Doğudaki tüm teknolojik atılımlara ve bu ülkelerin temsil ettiği yüksek kültürlere rağmen çağdaş değerlerin ve kurumların hiçbiri maalesef oralarda oluşturulamadı. Doğu, bizim de yaptığımız gibi bunları batıdan hazır aldı. Türkiye’de batılı değerler doğrultusunda en ciddi çağdaşlaşma çabası Atatürk’ün devrimleriyle hayata geçirildi. Halen bu kısa dönemin mirasını yok etmekle meşgulüz. Ama artık yolun sonuna geldik.

COĞRAFYA KADER Mİ?

Önümüzdeki 14 Mayıs seçimleri herkesin kabul ettiği üzere yaşamsal önemde ve belki de son fırsat olacak. Seçmenler, eğer iradelerini özgürce ortaya koymalarına izin verilirse, sıradan bir iktidar değişikliği için değil, Türkiye’nin aidiyeti konusunda, çağdaş bir yaşam tarzı, çağdaş laik bir devlet düzeni konusunda karar verecekler. Bu seçimler Türkiye’nin iki yüzyıldır ağır aksak süren batılılaşma veya çağdaşlaşma sürecinin son bulup bulmayacağının karar anı olacak. Coğrafya kaderse kavramsal olarak geriliği ve despotizmi temsil eden doğunun içinde kaybolup gideceğiz. Değilse, yeni bir atılım yapmamız gerekecek. Bu ise ayrı bir yazı konusu.