'Çocuk gelinler sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın sorunu'

"Tottenham Çocukları" isimli romanın yazarı Dursaliye Şahan ile kitabını konuştuk. Yazar, yazım serüvenini anlatarak, kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Abone ol

Film senaryosu ve öyküler de yazan Dursaliye Şahan, “Eskiden öykülerimden bir türlü emin olamaz, hep bir şeyleri eksik hissederdim. Son yıllarda özgün yazmanın çok da kolay olmadığına tanık olunca, bütün yazdıklarım birden gözümde değerlendi.” sözleriyle yazım çalışmalarını anlattı.

Dursaliye Şahan kimdir?

Anne… Aklıma ilk gelen sıfatım ve zenginliğim bu. Edebiyatla tanışmış şanslı insanlar grubunda olduğumu düşündüğüm de oluyor. Kendimi bildim bileli sigara tiryakisi gibi okuyorum ve öyküler yazıyorum. Eskiden öykülerimden bir türlü emin olamaz, hep bir şeyleri eksik hissederdim.

.

Son yıllarda özgün yazmanın çok da kolay olmadığına tanık olunca, bütün yazdıklarım birden gözümde değerlendi. Şimdi en beğenmediğim, kimselere göstermediğim öykülerimi, masallarımı ve denemelerimi bile birer hazine gibi özenle saklıyorum.

“Tottenham Çocukları” Charles Milles Manson’ın “Bana yukarıdan bakarsanız aptalın tekini görürsünüz. Bana aşağıdan bakarsanız Tanrı’yı görürsünüz. Bana tam karşıdan bakarsanız, kendinizi görürsünüz” sözüyle açılıyor. Biz bu sözü, eşitlik çağrısı olarak niteliyoruz. Kitapta, Kürt Sorunu, Kadın Meselesi gibi sorunları ele alıyorsunuz. Bu söz, bu meseleler konusundaki bakış açınızı yansıtıyor diyebilir miyiz?

Evet. Tam da böyle yaşadığımızı düşünüyorum. Çok kolay reddediyoruz. Üstelik reddederken duygusal ve fiziksel şiddet uyguluyoruz. Her konuda böyleyiz. Böyle olmasaydık, kolayca gruplara bölünemezdik.

Hayvan severlerin bile saldırıya uğradığı bir toplum yarattık. Öyle ki, aynı dinden olmak bile bizi kesmiyor. Aynı mezhep, aynı cemaat, aynı coğrafyadan olmak zorundaymışız gibi bir algı var. Birey olmaya çalışmak, Don Kişot’tan öte şizofren muamelesi görmekte…

'ÇOCUK DAMATLAR DA PEDOFİL KURBANI'

“Tottenham Çocukları”, Kürt Sorunu’ndan savaşa, göçten çocuk evliliklerine kadar pek çok konuyu ele alıyor. Ancak önemli noktalarından bir tanesi de çocuk evliliklerine erkek çocuk tarafından yaklaşması… Bunun pek örneği yok diye düşünüyoruz. Bu süreci ele almaya nasıl karar verdiniz?

Yıllarca çocuk gelinlerle ilgili çalışmalar yaptım. Onlara ithaf ettiğim bir öykü kitabım çıktı. Hikâye Hırsızı… 2012 Abdullah Baştürk Edebiyat Ödülü’nü aldı. Bu kitaptaki öykülerden biri (Güvercin) dizi oldu. Çocuk gelinler sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın sorunu. Erken yaşta evlilik deyince ilk akla gelen kız çocukları oluyor ama aslında onlara yakın sayıda çocuk damatlar var.

İki çocuğun evlenmesi, elbette yetişkin bir erkekle küçük bir kızın evlenmesinden çok daha masum. Pedofil zihniyetlerin töre ve çeşitli bahanelerle küçük kız çocuklarını evlilik yoluyla taciz etmesi doğrudan çocuk hakları ihlaline giriyor.

Evet, nedense üzerinde durulmuyor ama zaman zaman erken evliliklerde çocuk damatların da yetişkin kadınlar tarafından pedofil kurbanı olduğunu görüyoruz. Örneğin ailede yetişkin bir erkek öldüğünde, düzen bozulmasın niyeti ile evdeki küçük erkek kardeş kendisinden yaşça büyük yengesi ile evlenebilmekte…

Sonuç olarak bütün çocuklar için evlilik en azından zamansız gelen ağır bir yük. Bu çocuklara eş olarak sunulan kadın ve erkeğin yetişkin olması ise bu yükü işkence haline getiren, yaşam boyu sürecek tacizin başlangıcı.

“Tottenham Çocukları” kitabının ne kadarı otobiyografik? Uzun yıllar İngiltere bulunuyorsunuz ve öyküde yer alan bir kadın gazeteciyi kaleme alıyorsunuz… Gazetecilik İngiltere’de yaptığınız mesleklerden bir tanesi…

Tottenham Boys ve Bombacılar, Londra’daki göçmen çocukların ağırlıkta olduğu iki çete… Sokak çetelerinden bir tık yukarıda... Türkiyeli göçmen gençler arasındaki intihar salgınından çok etkilenmiştim. Onların anısına bir şeyler yapmak istedim. Haberden öte, onların hikâyelerini gelecek kuşaklara taşıyacak kalıcı bir şeyler olsun istedim. Tottenham Çocukları bunlardan bir tanesi. O çocuklarla ilgili yazdığım öyküleri ve sinema projesini henüz bitiremedim.

Kitap, çok daha uzun bir öykünün ilk bölümü gibi geldi bize… Öykünün devamı var mı? Keko ölüyor mu? 

Evet. Birinci kitap bu... İkincisi üzerinde çalışıyorum. Keko ölmeli mi? İntihar eden gençleri düşününce evet diyorum ama bir türlü Keko’nun ölümüne gönlüm razı olmuyor. Gerçek hayatta bir yakınımı kaybetmiş gibi acı çekebilirim.

'ÖTEKİLEŞTİRMEYİ ÖĞRENMESEYDİK, YİNE DE SAVAŞLAR OLUR MUYDU?'

Kitapta, eğitimin önemine sık sık vurgu yapıyorsunuz. Birlikteliğin, mutluluğun, barışın formülü olarak eğitimi işaret ediyorsunuz. İnsanlığın kurtuluşu sizce eğitimde mi yatıyor?

.

Aslında genlerimizden getirdiğimiz bir dizi bilgiye sahibiz ve bunlar çok değerli. Hiç eğitim almasak bile insan olarak ne yapacağımızı aslında biliyoruz. En azından sevgiyi biliyoruz ve kolayca içimizdeki sevgiyi paylaşabiliyoruz.

Ancak sistem bu doğuştan gelen kadim yeteneklerimizi öylesine hunharca katlediyor ki, onların bize sunduğu o güdük eğitimi yeterince alamazsak toplumun en dibine inmeye ve acı çekmeye mecbur bırakılıyoruz.

Bize ayrışmayı ve ötekileştirmeyi öğretmeseler ve dayatmasalardı bunca savaş çıkmış olur muydu? Ayrıca eğitim yeryüzüne doğan her çocuğun hakkı… Birçok ülke gibi bizim ülkemiz de bunun için imza vermiş durumda. Ancak hala eğitimden yoksun çocuklarımız var. Ne büyük haksızlık!

Kitap, iki farklı bakış açısı ile kaleme alınmış. İlki gazetecinin ağzından, ikincisi Keko’nun ağzından… Gazetecilik yapmış bir yazar olarak, hangi bakış açısına kendinizi yakın hissettiniz?

Gazeteci gözüyle yazmak biraz daha kolay oldu sanıyorum. Keko’nun bakış açısıyla yazmakta zorlanmadım desem yalan olur. Özellikle başlarda… Karşı cinsten bir karakter üstelik… Ancak bir süre sonra o kadar içselleştirdim ki, Keko’nun dayak yediği bölümlerde vücudumda ağrılar hissettiğimi söyleyebilirim.

'ŞİDDET OLMAZSA OLMAZIMIZ!'

Kitapta, ciddi bir şiddet eleştirisi de yaptığınız görünüyor. Karakterlerin davranışlarını belirleyen asıl tavır, şiddet üzerinden biçim alıyor. Erk şiddeti… Devletin şiddeti, erkeğin şiddeti, müdürün şiddeti… Sizce, hayattan şiddeti çıkarsak nasıl bir dünyada yaşarız?

Şiddete o kadar alıştırıldık ki, şiddetin olmadığı bir toplum düşünemez olduk. Günümüz sinemasında başarının ilk anahtarı şiddet. Olmazsa olmazımız şiddet! Zihinlerimiz gerilimin, çatışmanın olmadığı hikâyeleri anlamakta zorlanıyor gibi. Aksiyon diye sunulan bazı filmlere bakıyorum görsel uyuşturucu...

Biz bu hayattan şiddeti çıkarabilir miyiz? Bırakın inanmayı bunu hayal etmekte bile zorlanıyoruz. Belki birkaç asır sonra böyle bir dünya toplumu oluşacak… Eminim şimdikinden çok farklı olur. Kıyaslayamayacağımız kadar farklı… Elma armut gibi…

Dizi ve sinema filmi senaryoları da yazıyorsunuz. Roman yazmak ile film öyküsü yazmak arasındaki farklar sizce nelerdir?

Hazırladığım dizi projesi iki kez televizyona uyarlandı. Bir kez de Kültür Bakanlığı’ndan senaryo desteği aldım. Üzerinde çalıştığım bitmiş iki film projem henüz gerçekleşmedi. Roman yazmak da aslında film öyküsü yazmaktan çok farklı değil.

Çünkü ben bütün öykülerimi önce kafamda bir film şeridi gibi seyrediyorum. “Tottenham Çocukları”nda da böyle oldu. Kafamda seyrettiklerimi kâğıda dökmüş gibiyim. Zaten okuyanlardan bazıları film öyküsü olabilir türünden düşüncelerini paylaştı.

Yeni öykü ya da roman var mı?

Öykü hep hayatımda… Hemen her gün kısa da olsa öykü çalışıyorum. Eski alışkanlık... Roman konusuna gelince, Tottenham Çocukları ikincisi henüz bitmedi. Ayrıca kahramanları kadın olan yeni romanımın üzerinde çalışıyorum.