Çin küreselleşmeci olursa?

Küreselleşmeyi emperyalizme eşitlediğimizde şu soruları sormak kaçınılmaz oluyor. Eğer küreselleşme emperyalizm ise ve Trump küreselleşmeyi reddettiğini açıklıyorsa bu durumda küreselleşme karşıtı Trump’ı aynı zamanda anti-emperyalist olarak da nitelendirmemiz mi gerekecek? Ya da bu mantığı tersine çevirirsek, eğer Şi küreselleşmeyi savunuyorsa, ki öyle, o zaman Şi aynı zamanda emperyalizmi mi savunuyor olacak?

İlhan Uzgel iuzgel@gazeteduvar.com.tr

Bu yazılarda bir süredir küreselleşme, ABD hegemonyasının aldığı biçim ve küresel siyasetin dönüşümü üzerine tartışmalar yürütmeye çalışıyorum. Geçen yazılarda ABD’nin Obama döneminde başlayarak küreselleşmeye bir tür çeki düzen vermeye, kapitalizmin yayılmasının kendisinden daha çok Çin, Almanya, G. Kore gibi ülkelere yarar sağladığı şeklinde bir tespit yaptığını, bu konuda ABD’de konunun özellikle Çin ile ilgili kısmında partiler üstü bir uzlaşma olduğunu anlatmaya çalıştım. Amerikan hegemonyası için de sorun yaratmaya başlayan bu gidişata cevap olarak ABD sisteminin, uluslararası örgütlerden çekilme, Amerikan sermayesini ülkeye geri getirecek önlemler alma ve ticaret savaşı açarak küreselleşmeyi yavaşlatıp (de-globalization) rakiplerine diz çöktürmeye çalıştığını, onları kendisinin daha çok kazanacağı yeni tür bir küresel ekonomi uzlaşısına zorlamaya çalıştığını tartışmıştım.

Bu yazıda konunun diğer boyutunu, küreselleşmenin başta Çin olmak üzere bazı Asya ülkeleri ve toplumları için ne anlama geldiğini ele alacağım. Burada da 1990’lar ve 2000’lerde Türkiye’de hem ulusalcı hem de sol çevrelerde çok yaygın bir algılama olan küreselleşmeyi olgusal olarak emperyalizme eşitlemenin politik söylem ve gerçekliğe çabucak ulaşmak açısından rahatlatıcı ama yaşanan gelişmeleri anlamak açısından zorlaştırıcı olduğunu savunacağım. Bunun çıkış noktası da ABD’nin küreselleşmeye mesafe koyarken Çin, Hindistan gibi ülkelerin küreselleşmeyi sahiplenmesi. Amacım, bir yandan küresel gelişmelere dair genel bir “Asya yükseliyor” söyleminin arka planına bakmak, öte yandan bu konuda Türkiye’de bir dönem yapılan ama son zamanlarda pek üzerinde durulmayan bu tartışmalara bir katkı sunmak.

ÇİN LİDERİ Şİ DAVOS’TA!

Şaşırtıcı bir şekilde, Şi 2017’te Batı kapitalizminin özellikle küreselleşmeci kaymak tabakasını bir araya getiren Davos toplantısına katılan ilk Çin devlet başkanı oldu. Tam da o sıralarda Trump yeni başkanlık görevine başlıyor ve küreselleşme karşıtı söylemini sürdürüyordu. Şi ise yine şaşırtıcı bir şekilde küreselleşmeyi öven bir konuşma yaptı. Hatta, yazılı metni, birisi, onun adını görmeden okusa 1990’larda Clinton’ın konuşmalarından biri bile sanabilirdi. Burada Şi, küreselleşmenin bazı sorunlar yarattığını kabul ediyor ama bu yüzden küreselleşmeyi tamamen harcamayalım, olumsuz sonuçlarını gidermeye çalışalım diyordu. Örneğin, finansal kriz ekonomik küreselleşmenin sonucu değil, finans kapitalin aşırı kar hırsından kaynaklandı diyordu. Çok açık söylemek gerekirse bu yaklaşım 2008 krizine Amerika’daki herhangi bir liberal yazarın, sorunu yapısal değil, bazı finans kuruluşların ve CEO’ların hırsına bağlayan yaklaşımını tekrar etmekti. Daha da ilginç olan Şi’nin, geçen yazıda sözünü ettiğim, küreselleşmeden kaçınılamayacağına dair liberal/küreselleşmeci söylemi dillendirmesi (Şi burada küreselleşme için okyanus benzetmesini yapıyor). Şi’ye göre Çin şimdiye kadar küreselleşmeye katkı sağlayarak ondan yararlandı, bundan sonraysa 21. Yüzyılda onun liderliğini üstlenmeye hazır durumda. Bir yıl sonra ise Davos’ta bu kez Hindistan Başbakanı Modi küreselleşme karşıtlığının yaratacağı olumsuz sonuçların iklim değişikliği ve terörizmden daha az kaygı uyandırmayacağını, ABD’nin korumacılığa gitmesinden kaygı duyduklarını ve bu ülkelerin küreselleşmenin “doğal akışını” değiştirmeye çalıştıklarını söyledi. Biri komünist parti genel sekreteri, diğeri Hint milliyetçiliğinin temsilcisi iki liderin, başta ABD olmak üzere Batılı ülkeleri küreselleşmeden vazgeçmekle eleştirmesi ve küreselleşmeyi ateşli bir şekilde savunması, küreselleşme tarihindeki kritik dönüm noktalarından biri olsa gerek. Bu iki lider “küreselleşmeyi bırakmayın ama bırakırsanız liderliğini, taşıyıcılığını üstlenmeye hazırız” diyorlar. Küreselleşme sahipliği üzerine bu enteresan dönüşüm tabii ki küreselleşmenin emperyalizm ile ilişkisini yeniden gözden geçirmemizi gerektiriyor. Bunu daha sonraya saklayarak, konunun bir de toplumsal boyutuna, başta Çin Asya’daki halkların küreselleşme algılamalarına bakmakta yarar var.

KÜRESELLEŞMECİ HALKLAR

Dünya tarihinin bu ilginç dönüm noktasında kapitalizm ve küreselleşme algısı Batı’da giderek olumsuz bir hale gelirken, Asya’da ise son derece popüler hale geliyor. YouGov ve Pew gibi büyük araştırma şirketlerinin son yıllarda yaptıkları geniş kamuoyu yoklamaları bu durumu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Örneğin 2016’daki bir yoklamada küreselleşmenin iyi bir şey olduğunu düşünenlerin en düşük çıktığı ülkeler Fransa (yüzde 37), ABD (yüzde 40) ve İngiltere olmuş. Örneğin, Amerikalıların yarısı, ne olduğunu tam anlamış olmasalar da sosyalizmi istediklerini söylüyor. Burada şaşırtıcı olan aynı araştırmada Vietnamlıların yüzde 83, Hintlilerinse yüzde 91’inin küreselleşmeye olumlu bakıyor olması. Kapitalizme destek ise bir dönem kapitalist olmamak için milyonlarca insan kaybeden ve ülkesi harap olan Vietnam’da yüzde 97’ye varıyor, bu oran Çin’de yüzde 76, Malezya’da yüzde 73, Hindistan’da yüzde 72. Kapitalizmin merkezlerinden Almanya’da ise yüzde 70 iken, Fransa’da yüzde 60’ta kalıyor. Belki de en tuhaf olanı Asya’daki toplumların Avrupa Birliği konusundaki görüşlerinin, AB ülkelerindeki toplumlardan daha olumlu olması. Eurobarameter araştırmasına göre Çinlilerin yüzde 84’ü, Hintlilerin yüzde 83’ü ve Japonların yüzde 76’sı AB’yi olumlu görürken bu oranın AB içinde yüzde 68’de kalması ve bunun da AB çevreleri tarafından yüksek bulunarak beğenilmesi yine çarpıcı sonuçlardan biri.

NEDEN BÖYLE OLDU?

Kapitalizm ve küreselleşmeye yönelik bu tahterevalli tipi Batı’da iniş ve Asya’da yükseliş olgusu çok karmaşık bir niteliğe sahip ve derin teorik tartışmaları gerektiriyor. Ama burada çok kısaca birkaç noktaya değinmek mümkün.

Bütün bu dönüşüm aslında en temelde kapitalizmin 1990’lardan itibaren küreselleşme şeklinde yayılması. Marx bunu yaşadığı dönemde farketmiş ve bunu Komünist Manifesto’da kısa bir cümle içine sığdırarak açıklamıştı. Ancak o, kapitalizmin girdiği, feodal ve pre-kapitalist yani kapitalist öncesi yapıları yıkacağını öngörmüştü. Çin söz konusu olduğunda, bu durum çok farklı bir hal alıyor çünkü kapitalizm burada kendisinden eski (feodal) üretim ilişkilerini değil, onu aşma iddiasındaki sosyalist bir toplumu dönüştürücü, kapitalistleştirici bir rol oynuyor. Kapitalistleşmeyle birlikte son 20 yılda Çin, Hindistan ve Endonezya’da bir milyar civarında insan yoksulluktan çıkarak orta sınıf konumuna ulaşabildi. Bu ülkelerde köylerden kentlere akın oldu ve aslında en azından bir kuşak çok düşük ücretler ve ağır çalışma koşulları altında bu ekonomik büyümenin gerçekleşmesini sağlayarak kendilerini harcadılar. Ama ekonomik büyümeden az pay bile alsalar, geçmişe oranla gerek beyaz eşya gibi hayatı kolaylaştıran imkanlara sahip oldular, gerekse kendi alamadıkları eğitimi kentlerde çocuklarına sağlayabildiler. Tam bu noktada, Batı’da artık yeni nesillerin çocukları kendi anne babalarından daha yüksek bir hayat standardı yakalama imkanını kaybederken, bu durumun Asya toplumlarında tam tersi olduğu ve bunun da hayatlarının en radikal değişim olduğu görülüyor. Pew grubunun araştırması bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Vietnamlıların yüzde 94’ü, Çinlilerin yüzde 85’i, Bangladeşlilerin yüzde 71’i ve Hintlilerin yüzde 67’si çocuklarının kendilerinden daha iyi bir geleceğe sahip olacağına inandığını söylüyor. Oysa, Batı alt ve orta sınıflarına baktığımızda McKinsey grubunun yaptığı bir çalışmada 25 gelişmiş ekonomiye sahip ülkede ailelerin üçte ikisinin 2005-2014 arasında gelirlerinin azaldığı ya da aynı kaldığı tespit edilmiş.

Küreselleşme neoliberal bir form içinde girse de Asya ülkelerinde insanların gelir düzeyleri çok alt seviyelerde bulunduğu ve hayatı kolaylaştıran teknolojik imkanlardan yararlanmaya başladıkları için bu insanlar şu aşamada küreselleşmeye olumlu bakıyorlar. Bu ülkelerde de ekonomiler belli bir doygunluğa ulaşmaya ve gelir dağılımı sorunları daha yakıcı bir biçimde ortaya çıkmaya başladığında, kentlerde doğan kuşaklar, büyüme oranları azaldıkça, kapitalizmin yarattığı sorunlarla daha yoğun bir şekilde karşılaştıkça Batı’daki benzerleri gibi rahatsızlıklarını dışa vurmaya başlayacaklar.

KÜRESELLEŞME EMPERYALİZM Mİ?

Bütün bu rakamların ve tartışmaların bizi getirdiği yer önemli. Küreselleşmeyi emperyalizme eşitlediğimizde şu soruları sormak kaçınılmaz oluyor. Eğer küreselleşme emperyalizm ise ve Trump küreselleşmeyi reddettiğini açıklıyorsa bu durumda küreselleşme karşıtı Trump’ı aynı zamanda anti-emperyalist olarak da nitelendirmemiz mi gerekecek? Ya da bu mantığı tersine çevirirsek, eğer Şi küreselleşmeyi savunuyorsa, ki öyle, o zaman Şi aynı zamanda emperyalizmi mi savunuyor olacak? İşin içine halkları da soktuğumuzda durum iyice karışıyor. Bir dönem Amerikan emperyalizmine karşı büyük bir mücadele verip bunu kazanan Vietnamlılar küreselleşmeyi savunduklarında emperyalizmi de savunmuş mu sayılacaklar?

Küreselleşmeyle ilgili soru ve sorunlar bunlarda da sınırlı değil. Örneğin, bu ülkede küreselleşme devletin zayıflaması, milliyetçilik ve bölünme arasında da doğrudan ilişki kuruldu. Küreselleşmenin Asya’da hem devlet/hakim sınıflar, hem de toplumlar tarafından sahiplenilmesi bu bağlantıların da zorunlu olmadığı, yani birinin diğerini mutlaka gerektirmediği gibi bir sonucu da ortaya çıkardı ki, bu da uzun bir tartışma ve başka yazılarda ele almak gerekecek.

Bunlar yalnızca teorik düzeydeki tartışmalar değil, önemli siyasal ve jeopolitik sonuçları da var. Burada yer kalmadığı için emperyalizm ve küreselleşme arasındaki ilişkiye dair tartışmayı bir sonraki yazıda devam ettireceğim.

Tüm yazılarını göster