Çiftçi yazar: Ekşi Elmalar'da da 'darbe' var!

Geçtiğimiz günlerde yeni filmi vizyona giren Yılmaz Erdoğan, kendisini 'çitçi yazar' olarak tanımladı. Erdoğan, "İlk yazdığımda da, 'Ekşi Elmalar'da da 'darbe' var" diye konuştu.

Abone ol

DUVAR - Ekşi Elmalar filminde aşı tutmayan ağaçları "Bana karşı gelmeyecektin" diyerek kestiren 'Reis' karakterini canlandıran Yılmaz Erdoğan, "İlginç bir şekilde hemen hemen her yazdığım şeyde bir darbe karşıtlığı var. Yani ilk yazdığımda da vardı, 'Ekşi Elmalar'da da var. Şu darbe konusu kapansa da yazmasak artık. Ama bugün 15 Temmuz bambaşka bir olay. Birilerinin yine darbe yapmaya kalkışması değil, halkın buna geçit vermemesi. Kahramanca bir mücadeleyle karşı çıkması. Bunu çok önemsiyorum" diye konuştu.

Hürriyet gazetesinden Cengiz Semercioğlu'nun Erdoğan'la yaptığı söyleşiden öne çıkan bölümler şöyle:

“Münaşaka” diye bir oyun hazırladın. Bu yıl ilki düzenlenecek İstanbul Komedi Festivali’nin kapanışında mı sahneleyeceksin ilk?

- Evet, kapanışında başlıyorum, 20 Kasım’da. 12 yıl aradan sonra ilk oyunum. Çocuklar öyle dedi, ben saymıyorum.

İki kişilik oyun mu?

- Tek kişilik. Aslında iki kişilik ama iki karakteri de ben oynuyorum.

Biraz bahseder misin oyundan?

- “Cebimde Kelimeler” oyununda kendimi ve dünyayı nasıl algıladığımı anlatıyordum, bu oyun da yine aynı. Ama çağ değişti. Merak edilen bir sürü konu var ya hakkımda; “Çiftliğe mi gitti, organik pazara mı gitti”, hepsini anlatan, 12 yıl boyunca neler olduğunu anlatan bir oyun.

Tam da Erdal Beşikçioğlu’nun “Yılmaz Erdoğan oyun yazsa da oynasak” dediği bir döneme denk geldi...

- Öyle mi söyledi?

Hakkâri’nin ‘Ekşi Elmalar’ı

Geçen yıl söylemişti. “Artık iyi oyun yazılmıyor. Keşke Yılmaz oyun yazsa da BKM’de oynasak” diye bir lafı vardı.

- Tabii o çok kişili oyunlardan bahsediyor herhalde.

Sen yine bencillik yapıp tek kişilik oyun yazdın. Peki neden bu kadar ara verdin tiyatroya?

- Ben film yapıyorum. Hakikaten hesap edemiyorsun ki... Sinema çok zaman alan bir şey. Aradan kaç film geçti. 12 yıl olduğuna göre, 2004’te bitirmişim yani. 2005’te “Organize İşler” çıktı düşün. Vizonteleler, Neşeli Hayat...

12 yıl sonra tiyatroya döndüğüne göre belki geniş kadrolu bir oyun da yazarsın...

- Valla bu ara sinema tam gaz gidiyor. Bilmiyorum, hatta bir müzikal yapsak ne güzel olur düşüncesindeyim ama...

Nefis olur, yazsana hakikaten!

- Dur, dur. Tek kişilik oyun yazdım. Daha fazla üstüme gelmeyin. Bir döneyim tiyatroya da ondan sonra bir oyun hazırlamak istiyorum.

Sinemada uluslararası çapta bir şey yapma fikrin var mı? Russell Crowe’un filminde oynadın, “Kelebeğin Rüyası”na Amerika’da güçlü PR yapıldı ama daha büyük bir ortak projeden bahsediyorum...

- Şimdi benim durumumdaki yönetmenler için buradaki kilit nokta, ‘İngilizce yapacak mısın, yapmayacak mısın’ meselesi. Aslında bilmiyorum. Bazı projeler var, taslaklar var bununla ilgili ama... Görelim bakalım zaman ne getirecek...

BKM bunu yapabilecek kadar büyümedi mi?

- “Kelebeğin Rüyası” zamanında birkaç proje gelmişti, yönetmen olarak çekmemi istediler. Ama dikkatimi çeken, heveslendiren bir şey çıkmadı. Çıkarsa çekerim. Aslında İngilizce projenin ne olduğuna bakıyor iş. O da çok köklü bir karar alıp, o yolda gitmekle ilgili. Şu an biz burada başka şeyler inşa ediyoruz. BKM şimdi bir üst seviyeye geçti. Senede 10-12 film çeken bir firma oldu.

Sen şirketin neresindesin? Bütün BKM filmlerinin senaryo okumasında, kast oluşturulmasında görev alıyor musun?

- E tabii... Ağırlıklı olarak Necati Akpınar yapar o işi ama ben de ilgileniyorum. Necati Akpınar bizim patronumuz, ben de genel sanat yönetmeniyim. Son noktada senaryoları ben de okurum, ben de onaylarım. Genelde de hepsini okurum, düzeltmeleri yaparım. Raporlarını yazarım “Şurası böyle olsun, daha iyi olur” diye.

Hayır dediklerin çekilmez mi?

- Ben veya Necati Abi derse çekilmez.

Bu yıl kaç film vardı?

- 10 sanırım. İki tane ben çektim.

İlki bu hafta sonu vizyona giren “Ekşi Elmalar”. İkincisi hangisi?

- “Haybeden Gerçeküstü Aşk”! Dört çift çok güzel oldu.

Zamanında Demet Akbağ’la oynadığınız iki kişilik oyun. Metin aynı mı?

- Hayır, oynadım üzerinde. Günümüze uyarladım. Oyunda olmayan bir-iki sahne var. Güzel oldu ama. Dört değişik çiftin başından geçen olaylara dönüştü. Yakında onun fragmanı da çıkar.

Köyceğiz’i biraz da sete mi dönüştürdün? “Kolonya Cumhuriyeti”ni çocukları toplayıp çekmişsin diye duydum ben.

- Evet, bahçemde çektim.

Plato mu kurdun oraya ne yaptın?

- Ben 2014’te Russell Crowe ile Fethiye ve Kayaköy’de film çekerken bir at çiftliğinden bahsettiler sette. Baktım çok güzel, beğendim ve aldım. Orada yaşıyorum. Bazı filmleri kendi bahçemde çekiyorum.

Herkesin özendiği bir hayat. Yıllarca İstanbul’da keşmekeşin içindeydin. Bu hayata geçmek zor olmadı mı? Radikal bir karar değil mi?

- Bu yeni bir karar değil. 10 yıldır böyle bir arayıştaydım. Mürefte’de, Çeşme tarafında bile yer baktım. Şehir her anlamda çok sıkıştı. Sırf trafik cinneti bile uzaklaşmak için bir sebep. Tabii gidince de aldığım kararın ne kadar doğru olduğunu anladım. Toprakla ilişkisini unutan insan, aslında hiç hatırlamaması gereken bir sürü şeyi hatırlıyor. Geriye stresten başka bir şey kalmıyor. Dolayısıyla ben bu zamanın ruhunun kentten köye göç olduğunu ve bunun sadece bana has bir şey olmadığını düşünüyorum. Hatta Kafa dergisine de bir yazı yazdım. Bana gelen, geri dönen geniş çaplı reaksiyonlarda bile onu görüyorum. Herkes bir kıvılcım bekliyor aslında. Şehirli adam her yaz tatile gittiğinde “Ya şuradan bir yer alsak” der ya... Çünkü çocuklarımızı tonla para verip okullara gönderiyoruz ama domatesin bitkisini görünce tanımıyorlar. Dolayısıyla hayattan kopuş var. Kendim için de, çocuklarım için de iyi bir karar. Mesela Rodin’in de orada öğrendiği kadar okulda öğrendiğini sanmıyorum.

Rodin yazın orada kalıyor değil mi?

- Evet, 3 ay boyunca toprakla iç içe...

Şimdi kışları Londra’da, yazları Köyceğiz’de mi olacak?

- Evet. Böyle devam edecek.

Elinde çapayla bir fotoğrafın vardı. Günlerin böyle mi geçiyor? Ne ekip biçiyorsun?

- Öyle bir mesaim var. Aklına ne gelirse, her şeyi ekiyoruz. Yerfıstığı mesela.

Sıkılmıyor musun orada? Arkadaşların mı geliyor? Neler oluyor?

- Galiba Schopenhauer’un bir sözüydü. Geçenlerde okudum. “İnsan neslinin iflası, can sıkıntısıdır’’ gibi bir şeydi. Can sıkıntısı köyde çok duyduğum bir laf değil. İnsanın canı neden sıkılır ya da canı sıkılınca ne yapar? AVM’de sinemaya veya yemeğe gider. Aynı insanlar, aynı yüzler. Bir araya gelip başkalarından söz eden insan grupları. Asıl sıkıcı olan bu. Köyceğiz’de hiç sıkılmıyorum. Bir de orası çiftlik. Çalışıyoruz orada, iş bitmiyor ki. Tembeller sıkılır. Çalışan adam sıkılır mı? Ayrıca ben yazarım. Boş vaktim nasıl olsun?

Çiftçilik mi yazarlık mı?

- Çiftçi yazar!

“Ekşi Elmalar”da yine bir Hakkari hikayesi var ve dedeni anlatıyorsun...

- Tam olarak dedemi anlatmıyorum aslında. Benim esinlendiğim şey teyzelerim. Ama onların hikayesi değil. Öyle dersek, insanlar bizim hikayemiz öyle miydi böyle miydi tartışmasına girerler.

Ama deden de belediye başkanıydı değil mi?

- Evet. Yani kökler doğru ama filmde olumsuz bir şey görürseniz onları ben uydurdum. Olumluları gerçek hayattan aldım.

Aile kızıyor mu peki? “Vizontele”de de anlattın çünkü.

- O zaman da böyle demiştim. Gerçek hikaye dediğin zaman her şeyin gerçekten öyle olması gerekiyor. Ben bütün hikayeleri esinlenerek yazıyorum. “Neşeli Hayat” da öyleydi. Hâlâ yaşayan insanlar var, onların hayatları var, bu yüzden yanlış anlamasınlar yani.

Teyzelerin galaya da geldi zaten...

- Evet. Ama mesela dedemler dokuz çocuklu bir aileydi, ben üç kız kardeşli bir aile anlattım.

Filmde 80 darbesinin altüst ettiği bir aile, bir adam var. Olaylardan sonra Antalya’ya göç ediyorlar...

- Aslında 77 senesinde iki dönem başkanlık yaptıktan sonra seçimi kaybedince başlıyor hikaye.

Ama sonra 12 Eylül darbesi oluyor ve hikaye başka bir yola girmiyor mu?

- Darbe ve sonra olanlar. İçinde göç de olan bir hikaye.

15 Temmuz’dan sonra sen de darbe karşıtı mitinglere katıldın. Olaya karşı sesini yükselttin. Bu konudaki duruşun zaten net ve bunu da biliyoruz. Ne diyorsun?

- İlginç bir şekilde hemen hemen her yazdığım şeyde bir darbe karşıtlığı var. 12 Eylül benim tam gelişme çağımda yaşandı. Ben orta 2’den orta son sınıfa geçiyordum ve bilincimde çok köklü bir yeri var. Darbe sırasında Hakkari’deydim ama Ankara’da okuyordum. Ben Ankara’dan başka bir yerde okumadım zaten. Yani dolayısıyla darbenin her çeşidine, ne zaman yapılırsa yapılsın karşıyım. Hatta benim ilk yazdığım oyun da darbe karşıydı; “Kanuni Sultan Süleyman ve Rambo”... 1987’de yazmıştım onu. Bu ülkede belki de darbe karşıtı ilk şeydi. Osmanlı döneminde geçiyormuş gibi, Amerika’nın yaptığı bir darbeymiş gibi bir hikayeydi. Yani ilk yazdığımda da vardı, “Ekşi Elmalar”da da var. Şu darbe konusu kapansa da yazmasak artık. Ama bugün 15 Temmuz bambaşka bir olay. Birilerinin yine darbe yapmaya kalkışması değil, halkın buna geçit vermemesi. Kahramanca bir mücadeleyle karşı çıkması. Bunu çok önemsiyorum.

15 Temmuz’dan sonra OHAL sürecinde de Hakkari direkten döndü. İl olmaktan çıkarılacaktı. Bu konu üzerine gidip Başbakan’la yaptığın bir görüşme var. Ve sonra karar geri alındı, Hakkari il olarak kaldı.

- Bence orada örnek bir davranış oluştu. Hakkari’den gelen herkes çok nezaketli bir şekilde tepkilerini sundular. Bağırmadan çağırmadan taleplerini ilettiler. Karşı taraf da bunu dinledi ve çok örnek bir ilişki oldu. Ben de bu yüzden çok mutlu oldum. Çünkü çok ciddi bir üzüntü oluşmuştu insanlarda. Böyle bir şeye katılmış olmak önemli ama sonuç almak çok güzel.

Son dakikaya kadar neden bekledin peki? Baskılardan dolayı mı gitmek zorunda kaldın Başbakan’a, yoksa randevu süreci mi uzadı?

- Yoo, ben düşünmeden hemen tepki gösteren biri değilim. Ne oluyor, amaç ne, karşı taraf ne diyor, niçin böyle diyor diye değerlendirmeler yapıyorum. Sonuçta yapılan somut eylem de, Meclis’e gitme fikriydi ve ben de katıldım.

HABERİN TAMAMI