Cem Davran: İyiliği yok etmek kimsenin harcı değil

Cem Davran'la 'Palyaço'nun Günlüğü' kitabını konuştuk. Davran, "Emek Sineması’nı yıkmıyoruz yukarı taşıyoruz diyebilen bir omurilik soğanı, artık bir insanlık sorunudur" dedi.

Abone ol

DUVAR - Geçmişi unutmak kolay değildir. Hele de unutmaktan korkanlar için. Çocukluğumuzdan itibaren mutlaka bir yerlere anılarımızı işlemişizdir. İyi ya da kötü, eğri ya da doğru… Yıllar sonra geçmişimizin yok edildiğini fark ettiğimizde birden hatırlayıp çekmecemizden anılarımızı çıkarmaya başlarız… Cem Davran tam da burada çocukluğundan bugüne kadar anılarını, unutmak istemediklerini ve hatırladıklarını kaleme alıp 'Palyaço’nun Günlüğü' kitabında bir araya getirdi.

Davran, tiyatro anılarını, oyunculuğa başlama serüvenini anlattığı kitabında Türkiye’nin yakın geçmişine, tiyatro tarihine de ışık tutuyor. “Çocukluğum okurlara emanet” derken çocukluğunda yaşadığı dönemin sıcak komşuluk ilişkilerini, cumbalı evleri, mahalle kültürünü, Beyoğlu’nun dar sokaklarından Kasımpaşa’nın raconlu günlerini… Yoksulluğu da yoksunluğu da heybesinden çıkarıp okura emanet ediyor.  Ama bu ülkenin üzerine beton döküp anıları yok edenlere de sözü var: Yıllar sonra doğduğunuz yere döndüğünüzde hikâyenizin üstünden otoban geçtiyse kime ne diyeceksiniz? Bu meseleyi ben çözemem. Israrla inatla yazar ve söylerim, oyununu yapar oynarım, filmini çekerim ama Emek Sineması’nı yıkmıyoruz yukarı taşıyoruz diyebilen bir omurilik soğanı, artık bir insanlık sorunudur.

Cem Davran ile İnkılap Kitabevi etiketiyle raflarda yerini alan 'Palyaço'nun Günlüğü'nü ve hayata dair izleri konuştuk.  

'Palyaço’nun Günlüğü' ilk kitabınız, hüzünlü hikâyelerin yanı sıra çekmecenizin kuytu köşesinde sakladığınız günlüklerden oluşuyor. Günlük tutmayı da şöyle tarifliyorsunuz; “Mesele günlük tutmak değil, ben unutmaktan korkuyorum”. Unutmak hatırlamaktan daha mı acı sizin için?

Unutmak ve hatırlamak kelimelerini çok didikledim yıllar içinde. Yazdıklarımın köşesinden kafa göstermeleri bu yüzden ama sonra “Veda Etmek”e rastladım. Onunla da epeyce geceyi gündüze bağladım. Şimdilik vedalaşmak denilen sahilde dolanıyorum, huzur veriyor. Ne daha acı ya da değil emin değilim, acıyı da severim oysa.

'Annem Vazgeçti' diye bir yazı var kitapta. Öyle olmasın benim de hikâyem diye veda etmeye sarılmış olabilirim, bilemedim.

Kitap boyunca hayatın içinden anlatıları okuyoruz, eminim ki her okur kendi geçmişinden bir şeyler bulacaktır. Mesela ilk anlatınız, Yusuf ile Kenan’ın hikâyesi, sizin yolculuğunuzun başlangıcı ve orada çok güzel bir cümle kuruyorsunuz:  Bir şeylere inanmak çok güzeldir. Şimdiden baktığımızda inandığımız değerler yok mu oluyor?

Bir şeylere inanmayı seviyorum ama bunu yemek tarifi gibi vermekten de çekinirim. Genellikle basitten kaçıyoruz son yıllarda, kendimize yakıştırmıyoruz gibi. Oysa çok basit olan biten. Kör bir cehaletle kavgamız vardı bin yıldır, kaybettik, ne güzel. Şimdi tekrar, en baştan, en basitten başlayabiliriz. Süslü cümlelere gerek yok, bakkalın önünde buluşalım ve muhabbet edelim. Bakkal mı kaldı efendim cevabı bana göre değil. Duygusundan, öğretisinden bahsediyorum. Masalarda her türlü iri kıyım sözü söyleyip, direksiyonun başındayken yaya geçidinden tam gaz geçen adam dolu ortalık. Lan az önce dünyayı kurtarıyordun ya! Bilmem anlatabildim mi? O adam yüzünden yazıyorum, yazacağım tabii. Karşı daireye biri taşındı değil mi? Bir tabağa börek koy götür, yeni taşındınız, mutfağınız daha çalışmıyordur diye. Küçük bir salınım, titreşim kelebek etkisiyle ne hale gelir görürsün. Daha fazla uzatmayayım çünkü bununla ilgili bir öykü yazacağım.

'BİR GÜN NAZIM'IN DEDİĞİ OLACAK, HAYALİ GERÇEKLEŞECEK İNANIYORUM'

Kitabınızda hep bir hatırlatma yaparken aynı zamanda da okurun hafızasını yokluyorsunuz. O zamanki inancınızla Nazım’dan bir cümle düşüyor; “Çocuklar dünyayı elimizden alacaklar, ölümsüz ağaçlar dikecekler.” Hala buna dair inanıcınız var mı?

Hiç yitirmedim bu cümleye inancımı. Belki de böyle üç yüz yıl yaşayacakmış gibi davranmam bu yüzden. Kitap bir vesile aslında, bir anahtar. İçindeki cümleler, hatıralar ne varsa masal tadında olsun diye çok uğraştım, mahallede koşturan Cem görünür olsun diye çok çabaladım. Olan biten her şeyin farkındayım. Elini tutacağım harika bir çocukluk oracıkta duruyor. Benden sonraki kuşaklar, sonrakiler, sonrakiler ve bir gün Nazım’ın dediği olacak, hayali gerçekleşecek inanıyorum.

Palyaço'nun Günlüğü, Cem Davran, 284 syf., İnkılap Kitabevi, 2022.

'EMEK SİNEMASI'NI YIKMIYORUZ YUKARI TAŞIYORUZ DİYEN BİR OMURİLİK SOĞANI, ARTIK BİR İNSANLIK SORUNUDUR'

Az önce hafızadan söz ettim. Kent kültürüne baktığımızda, sizin anlattıklarınıza döndüğümüzde, şimdi çok acı. Belki Kasımpaşa’da oturduğunuz ev yok, sokak değişti, yokuş aşağı indiğiniz Aynalıçeşme’nin sağlı sollu binaları yükseldi. Kentler hafızalarını kaybederken siz bütün hikâyelerde inatla insanlara hatırlatıyorsunuz. Yaşanmışlıklar günlüklerinizde kaldı, peki şimdiye baktığınızda neler hissediyorsunuz?

Bir kaldırım taşına ya da köşedeki kâgir binaya, ufacık bir oyuncakçı dükkânına, peynirle bisküvinin bir karış arayla durduğu bakkal dükkânına kıymet vermeyen vandal bir kafaya nasıl anlatacaksınız? Gelecek nedir, toplum olmak, var olmak nedir, kent kültürü nedir nasıl anlatacaksınız? Yıllar sonra doğduğunuz yere döndüğünüzde hikâyenizin üstünden otoban geçtiyse kime ne diyeceksiniz? Bu meseleyi ben çözemem. Israrla inatla yazar ve söylerim, oyununu yapar oynarım, filmini çekerim ama Emek Sineması’nı yıkmıyoruz yukarı taşıyoruz diyebilen bir omurilik soğanı, artık bir insanlık sorunudur.

Alageyik sokak yok mesela, yakın zamanda yağmalandı! Bunun gibi çok yer sayabiliriz. Gökdelenler yükseldi Ali Samiyen’in olduğu yerde ve 10 kişi can verdi… İnsan ölümüyle yok ediyoruz hafızayı… Sulukule ve daha nice mahalle. Buradan baktığınızda ne görüyorsunuz?

Bana göre bu konuda artık söylenecek her şey söylendi. Geri dönüşü yok ama durmak mümkün. İyice lime lime oldu bu geçmişsizliğe yol alma hâli. İşin ilginç yanı herkes şikayetçi bundan. Peki kim yok ediyor bu kadar hatırayı? Betona teslim olmayı konuşmaya gerek yok, çoktan bitti, kadere dönüştü bile. Tarlabaşı yolu seksenlerde büyütülüp şimdiki haline getirilirken, oradaki mahallelerin yarısı yıkıldı. Bizim oturduğumuz binanın adı Reşat Paşa Apartmanı'ydı, güzelliğini size anlatamam, yok şimdi. Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun yerinde şimdi ne var gidin bakın. Bu sözler çok eskidi artık, herkes yalan söyledi, söylemeye devam ediyor. Ne gördüğümü yazdım masal kıvamında çünkü hepsi masal artık.

'MAHALLE KÜLTÜRÜ ÇOK KIYMETLİ BİR ÖĞRETİ'

Elbette, mahalle kültürü, mahalleli olmak insana ayrı bir değer katan bir şeydi. Hani oranın en kötüsü bile şimdinin iyisiydi.

Mahalle kültürü çok kıymetli bir öğreti, onu koklayıp yol almak esaslı bir yaşama biçimi. Komşu meselesine dokunmadan bu konudan çıkmak haksızlık olur. Kimdir komşu, nedir komşuluk? Birileri anlatmalı hatta yaşayarak, yaşatarak göstermeli yeni nesillere. Sıradan siyasetin kurbanı olmamalı bu kadim mutluluk. Yine de her şey birbirine bağlı işte. Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ni yıkıp yeniden o kötü binayı yaparken alkış bekliyorsun, bari orada ömrü geçenlerle konuş da öndeki çayhane bölümünü es geçme mimar kardeş. Çünkü oraya emekliler, ustalar uğrar bir çay içer, o sırada gençlerle tanışır, konuşur. İki hatıra dile gelir, birkaç racon ıhlamur bardağının kenarına düşer, gelenek kopmaz, yürür gider. Keşke tek derdimiz beton olsa, o artık bir metafor bu kendini yitirmiş toplumda.

Tüm anlatılarla dönemin politik unsurlarına da dokunuyorsunuz. 12 Eylül’de çocuk olmak, 1977 1 Mayıs’ında çocuk aklıyla başka bir dünya hayal etmek. 1915’in gölgeleri… Belki de bugünün travması ve maalesef kötülüğün tohumu… Ki yakın tarihimiz Madımak örneği. Peki, kitabınızın kapağında da dediğiniz gibi, “en büyük cesaret iyi kalabilme çabasıdır.” İyiliği mi öldürdük biz?

İyiliği yok etmek kimsenin harcı değil, doğa izin vermez buna, vermiyor da.  Son dönem yaşananlar ortada işte. Kötülük hep kazanmış görünüyor olsa da iyiliği öldürmek gibi bir gücü yok aslında. Bilge kişi gibi konuşmak istemem ama iyiliğin enerjisine, kudretine sonsuz inanırım. Biz hep muhteşem özelliklerimizden bahseder, onları yüceltiriz, kanun haline getiririz. Mesela milli değerlerimiz, aile yapımız, örf ve adetlerimiz falan deriz ve sanki bunlar dünyada bir tek bizde var, diğer toplumlarda yok gibi düşünülsün isteriz. Bunca kötülük nereden çıkıyor o halde? Çok yıpranmış bir konu daha buyurun. Neyse, iyi kalabilme çabası en büyük cesaret. Bu her şeyi özetliyor bence.

'GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ'

Aklımızla kalbimiz kardeş olabilecek mi?

Ben umutluyum, yeter ki aklımızı serin tutalım. Akıl padişahı kafesi kırdı mı kuşların her biri ayrı yöne uçar. Tek bir insan için de böyle toplumlar için de. Kalbimiz her halükârda araklar bir yerinden meseleyi. Umutsuz olmak için sebep çok olsa da yaşama arzumuz, sabaha olan tutkumuz bizi ayakta tutacaktır. Sonuçta güzel günler göreceğiz, böyle bitmeyecek elbette. O güne kadar üretmeye devam etmeli, belki o gün yan gelip yatarız biraz.

Ve son olarak “insanlığın filmi bitti” mi gerçekten?

Kastedilen film tabii ki bitti. Kitaptaki “öyküler” diyeyim, ne kadar yaşamdan süzülmüş olsa da yine de bir kurgusallık, bir dramaturji içeriyor. Bir senaryo, bir kitap, bir tiyatro oyunu kendi parametrelerini yok sayarak yaşama karışamaz. Evet, insanlığın filmi çoktan bitti. Şimdi kopan parçaları birleştirip yeniden ekrana yansıtmaya çalışıyor iyi yürekli olanlar. Yoksa, sahile vuran bebek cesetlerinden sonra kim aksini iddia edebilir ki?

Eklemek istedikleriniz?

'Palyaço’nun Günlüğü' kitabımı kim okuduysa ve okuyacaksa onlara bu sözüm; çocukluğum size emanet. Teşekkür ederim…