‘Büyük Gerileme’ ya da ‘fetret devri’

'Büyük Gerileme' dönemi anlamak için iyi bir derleme. 'Fetret devri'ni açıklıyor.

Abone ol

DUVAR - Bir temayı, konuyu ya da olguyu masaya yatıran çeşitli yazılardan oluşmuş kitapların en büyük sıkıntısı dil birliği ve anlam bütünlüğü sağlayamamak oluyor genelde. Çeşitli yazarların aynı konuya farklı açılardan bakması bir zenginlik olarak kendisine yer bulsa da, bu dağınık yapının tutarlı bir söylence etrafında toplanması ve okura bütünlüklü bir malzeme sunması sıkça rastlanılan durumlardan değildir.

Büyük Gerileme, haz: Heinrich Geiselberger, Metis Yayınları, 2017.

Metis Yayınları’ndan çıkan Büyük Gerileme- Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma kitabı belli açılardan bütün yazarların tutarlı bir dil tutturduğu, temalarda ve tespitlerde ortaklaştığı ve yaşadığımız çağa dair okura bütünlüklü malzemenin sunulduğu kitap olmuş. Bir süre önce 12 dilde aynı anda yayımlanan kitabın editörlüğünü Heinrich Geiselberger üstenirken, Arjun Appadurai, Zygmunt Bauman, Donatella della Porta, Nancy Fraser, Eva Illouz, Ivan Krastev, Bruno Latour, Paul Mason, Pankaj Mishra, Robert Misik, Oliver Nachtwey, César Rendueles, Wolfgang Streeck, David Van Reybrouck ve Slavoj Zizek'in yer aldığı on beş isim içinde bulunduğumuz dünyayı anlamaya çalışan yazılara imza atıyor.

Yazarların çağa yaklaşımları farklı disiplinler üzerinden olsa da ortaklaştıkları temaların aynılığı şaşırtıcı olduğu kadar, durumun kolay tespit edilebilirliği hakkında da fikir veriyor. Hemen her yazarın ortaklaştığı konulara başlıklar halinde göz atalım.

NEOLİBERALİZMİN SONU

On beş yazarın hemen hepsinin ortak tespiti, 70’li yıllarda ivme kazanan, 80’lerde yükselişe geçen ve ‘Sosyalist Blok’un çözülmesiyle zaferini perçinleyen neoliberalizm fikrinin/ ideolojisinin açık bir biçimde başarısızlıkla sonuçlandığı. İlginçtir bütün yazarlar bu dönemin sonu olarak Trump’un seçim zaferi ve İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkışının kapılarını açan Brexit referandumunu işaret ediyor ve dünyanın artık eskisi gibi olmayacağının altını çiziyor. Yaklaşımları küçük farklıklar gösterse de, ‘görünmeyen el’ler tarafından düzenlenecek piyasanın demokratikleşmesinin aynı zamanda siyasal alanı da demokratikleştireceğini salık veren neoliberal tezlerin iflasının yarattığı tahribata dair tespitler de büyük oran da aynılık taşıyor.

Önce ülkeler, sonra da ülkeler içindeki sınıflar arasında uçurumun giderek büyümesi; ekonominin finansallaşması ve üzerindeki denetimlerin kalkmasıyla çalışan kesimin yoksullaşması, iş güvencelerinin azalması ve örgütsüzleşmesinin yarattığı endişeler ve giderek artan öfkeleri yazarların ortak tespitlerini içeriyor büyük oranda.

SOLUN 'SINIF' TERK ETMESİ

Yazarların bir diğer ortak teması ise sol partilerin sınıf siyasetini terk ederek kimlik siyasetini öne çıkarmaları sonucu yaşadıkları dönüşümler. Bu yeni tarz-ı siyaset söz konusu partilerin giderek yoksullaşan ve güvencesizleşen çalışanlar ile mesafesinin açılmasına neden olduğu gibi, bu kesimin kimlik siyasetinin öznelerine de (feministler, eşcinseller, azınlıklar, göçmenler vb..) artan bir öfkeyle bakmalarının yolunu açıyor. Kitaba ABD’den katkı sunan Nancy Fraser başka bir noktaya daha dikkat çekiyor. 70’ler ve 80’lerden taşınan ‘kimlik siyaseti’nin özgürlükçü unsurlarının neoliberalizmle kurdukları ittifaka ve sonuçlarına dikkat çekiyor.

Fraser, “İlerici neoliberalizm, ABD’deki biçiminde, yeni toplumsal hareketlerin (feminizm, ırkçılık karşıtlığı, çokkültürcülük ve LBGTQ hakları) ana akım halleriyle, iş dünyasının üst düzey ‘simgesel’ ve hizmete dayalı sektörlerin (Wall Street, Silikon Vadisi ve Hollywood” ittifakından oluşuyor” tespitinde bulunduktan sonra “Özgürleşme savunucuları, sosyal koruma savunucularını iki taraftan sıkıştırmak için finansallaşma taraftarlarıyla ittifak yaptı” tespitinde bulunuyor. Trump’ın seçmenlerinin tamamıyla reddettiği kombinasyonun bu olduğunu tespit eden yazar çarpıcı bir yorumda bulunuyor: “Trump’ın zaferi, özgürleşmenin finansallaşmayla girdiği yoz ittifakın yenildiğini gözler önüne serdi.”

SAĞ POPÜLİZMİN YÜKSELİŞİ

Küreselleşmenin ve neoliberalizmin yıkımına uğrayan büyük kitlelerin kimlik siyasetinde ısrar eden sol partiler yerine neden Le Pen, Trump ve da Erdoğan gibi isimleri seçtiklerine dair ortak tespitler de var kitapta. Yukarıda andığımız nedenler dışında bazı yazılarda sol partilerin kimlik siyasetiyle birlikte sınıfsal tabanlarındaki değişim de masaya yatırılıyor. Bu partilerin işçi kentlerinde hızla çözülürken, büyük kentlerde orta sınıf tabandan büyük destek bulmalarının eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel hakların ücretsiz olması; iş güvencesi ve ücretler konusunda yasal düzenlemeler yapılması gibi kendilerini var eden politikaları bırakıp ‘yaşam alanı’ savunuculuğuna soyunmaları sonucu yaşanan hayal kırıklıklarının sonuçları anlatılıyor.

Bu bakımdan yazarların büyük bir kısmının sağ popülizmin yükselişini incelerken bu siyasetçilerin kullandığı dilden çok, solun kullanmadığı dili anlatmayı tercih etmesi kitabın da ilginç yönlerinden. Yazarlar bir anlamda solun göremediği sorunların, sağ popülistler tarafından nasıl istismar edildiğini anlatıyor.

‘MAHÇUP ’ BİR ‘SOL’ SÖYLEMİ

Peki, bütün bu gelişmeler karşısında yazarlar nasıl bir sol istiyor? Yazıların birbirleriyle en tutarsız bölümü de “ne yapmalı” sorusuna herkesin kendince verdiği cevaplar. Açıkçası, yazarların büyük bir kısmı kimlik siyasetini dışlamayan bir sınıf siyasetinin acilen hayata geçirilmesi ve antikapitalist bir hatta buluşulması gerekildiğini salık veriyorlar. Bu tespitte sıkıntı yok. Nihayetinde kimlik siyasetinin bugün geldiği nokta göz önüne alındığında solun, bu durumu göz ardı etmeden ve ikisini ortak bir noktada buluşturacak bir siyaset üretmeyi başarması gerekiyor.

Ancak, yazarların önerilerinin büyük bir kısmı bugün hayal kırıklığı yaratan Syriza deneyimi, henüz umut olmanın ötesine geçememiş Podemos oluşumu ve İngiliz İşçi Partisi’nin çehresini değiştirmeye başlayan Jeremy Corbyn’den öteye gidemiyor. Birçoğu neoliberal dönem öncesinin ‘sosyal devleti’nin sınırlarını aşmayan ücretsiz eğitim, sağlık, ulaşım taleplerinin ve çalışma hayatının yeniden düzenlenmesinin olanaklarını yaratacak bir politik hat öneriyor.

Siyasette acil talepler etrafında birliğin sağlanmasının önceliği düşünüldüğünde bu çok makul bir seçenek olarak duruyor ancak bu başlangıçtan sonraki hedefin ne olacağı kısmı birçok yazar için muğlak! ‘Refah Devleti’nin kapitalist ülkeler tarafından devasa bir sosyalist bloğun varlığı karşısında kendi alt sınıflarını kontrol altında tutabilmek için ‘zorunlu’ olarak hayata geçirilmiş bir siyaset olduğu, neoliberalizmin sorumsuzca at koşturmasının bu bloğun çözülmesinden sonra geldiği düşünüldüğünde bu tür haklar için mücadelenin de siyasal bir hedefe doğru yönelmesi gereği kaçınılmaz görünüyor.

Yazarlardan Wolfgang Streeck, “Neoliberalizm İçin Sonun Başlangıcı” yazısında dünyanın içinde bulunduğu durumu Antonio Gramsci’nin “Fetret Devri” tanımlamasıyla açıklamaya çalışıyor. Yani “hesaplanmış yapıların yerini beklenmedik olaylar zincirinin aldığı aşırı belirsizlik dönemi”. Belki de tam da bu nedenle Slavoj Žižek, Marx’ın meşhur 11. Tez’ini tersine çevirerek “Bugüne kadar dünyayı çok çabuk değiştirmeye çalıştık ancak şimdi, kendi (solcu) sorumluluğumuzu değerlendirerek ve kendimizi de eleştirerek dünyayı tekrar yorumlama zamanı” diye yazıyor ve radikal siyaset yapan bir sola olan ihtiyacı tanımlıyor.

Yazarların acil ihtiyaç olarak ‘antikapitalist’ bir cepheyi önermeleri bugün açısından anlamlı hiç kuşku yok ki. Ancak önerilen bu yeni ‘sol’ siyasetin kapitalizmin nihai olarak ortadan kaldırılmasını hedeflemeyip hedeflemeyeceği, hedefleyecekse nasıl olacağına dair ‘teorik’ birkaç kelama da ihtiyacımız var. “Sosyalizm” diyememenin mahcubiyeti, durumu ortaya koyarken cevval ama çözüm önerirken tutuk yazılar çıkarıyor nihayetinde önünüze.