Bülent Batuman: Biyopolitika İslamcı siyasetin başarısını anlamak için önemli bir kavram

Bülent Batuman’ın "Milletin Mimarisi - Yeni İslamcı Ulus İnşasının Kent ve Mekân Siyaseti" adlı kitabı Metis Yayıncılık tarafından okurla buluştu. "Caminin, toplumun İslamileştirilmesinde önemli bir araç olduğunu görüyoruz" diyen Batuman ile "Milletin Mimarisi"nin temel noktalarını konuştuk.

Abone ol

DUVAR - Geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından, Şahika Tokel çevirisi ile basılan, Bülent Batuman’ın Milletin Mimarisi - Yeni İslamcı Ulus İnşasının Kent ve Mekân Siyaseti adlı kitabı, İslam ve “yapılı çevre” ilişkisini Türkiye üzerinden ele alırken, AKP’nin “hayal ettiği cemaate” ulaşmak için kent politikasını nasıl işlevsel hâle getirdiğini tartışıyor. Metinde AKP’nin en baştan kent siyasetine çok önem verdiğini özellikle yerel yönetimleri işlevsel kılarak, öncelikle gündelik yaşamın dönüştüren bir politika izlediğini görüyoruz. Bununla birlikte farkına varıyoruz ki “yapılı çevre” sadece ekonomi-politik temelli bir tartışmanın konusu değil, bu bir iskân süreci olarak ele alındığında özne ve kimlik inşasının da bir parçası. Ayrıca, başlangıçta muhalefetin kent siyasetini çok fazla gündemine almadığını ancak sonrasında baskının geldiği yere göre siyasetin de şekillendiğini görüyoruz. Çünkü iktidar hayatı nereden hedef alırsa direnişler de o yönde gelişiyor ve izlenen politika dönüşüyor. Bu açıdan Tekel Direnişi’nin ve dünyadaki Occupy hareketleri geleneğinin de bir parçası olarak Gezi ve sonraki “artçı etkiler”, AKP’nin kent siyasetine karşı muhalefetin geliştirdiği direnişler olarak karşımıza çıkıyor. Batuman tüm bunları mimari ile ilişkilendirerek, AKP’nin kendi ulus-inşasında “yapılı çevre”nin rolünü tartışmaya açıyor.

Bülent Batuman

Kısacası, yazar Türkiye’nin son yıllardaki dönüşümünü AKP’nin yeniden bir ulus inşası olarak görüyor ve bunun getirisi olarak iktidarın başvurduğu mekânsal stratejilere odaklanıyor. Kentlerin biçimlenmesi ile öznenin biçimlenmesi arasında bağ kuruyor ve mimari sembollerin bu açıdan nasıl işlevsel bir anlamı olduğunu, “yapılı çevre” üzerinden uygulanan politikanın tek tek bedenlerimize yönelen bir politik sürece nasıl evrildiğini düşünmemize vesile oluyor.

Batuman, Milletin Mimarisi - Yeni İslamcı Ulus İnşasının Kent Ve Mekân Siyaseti hakkında, kitabın temel noktalarına odaklanmaya çalıştığım sorularımı yanıtladı, umarım yaşadığımız dönemi anlama çabasına küçük bir katkı olur.

'ULUS' YERİNE 'MİLLET'TEN BAHSETMEK SADECE TERMİNOLOJİK BİR FARK

“…Kitabın Türkiye örneğinin siyaset bilim kavramları açısından nasıl tanımlanacağı ile değil, siyasal başarısı üst üste seçim zaferleriyle tescillenen İslamcı iktidarın üretiminde başlıca araçlar olarak yapılı çevrenin ve kentselliğin rolü ile ilgili olduğun belirtmem lazım. Temel savım, AKP’nin hegemonyasını özellikle kentsel politikalar alanındaki başarısı ve yarattığı özgün İslamcı kentsel durum sayesinde inşa ettiği olacak” diyorsunuz, yani anladığım kadarıyla AKP’nin başarısı size göre izlediği kent politikası ile yakından ilişkili ben de buna katılıyorum hâttâ bu hegemonyanın kentlerden tek tek bedenlere kadar giden bir “biyopolitika”ya dönüştüğünü düşünüyorum, siz ne dersiniz?

Biyopolitika, İslamcı siyasetin başarısını anlamak için önemli bir kavram. Türkiye’de kentsel siyaset literatürü çerçevesinde mekânın üretimi genelde ekonomi-politik odaklı olarak analiz ediliyor. Mekânın toplumsal üretimini, ekonomi-politik boyutu gözden kaybetmeden fakat daha kapsamlı biçimde ele almak gerekli. Kitapta bunu konut çevrelerinin üretimi bağlamında ele alıyorum. Gecekondu alanlarında gördüğümüz kentsel dönüşüm projeleri ile üretilen yeni konut çevreleri, kültürel faaliyetlerin belediye tarafından denetiminden borçluluğun neoliberal yönetimine, açık alanların niteliğinden sosyal etkileşimlerin kontrolüne kadar bir dizi araç sayesinde, sermaye birikimi ölçeğinden beden ölçeğine kadar uzanan düzeylerde hegemonyaya işaret ediyor.

Kitabın bir argümanı da AKP’nin Türkiye’deki egemenliğinin laik devletin sürekli tehdidi karşısında bir hegemonya inşası süreci olduğu ve bu nedenle de bu dönemin bir ulus inşa süreci olarak değerlendirilebileceği. Bunun üzerine düşününce, AKP’nin ulus devlet özelliği gösteren politikalarını da hatırlayınca, özellikle “başka” olarak kurulmuş topluluklara yaklaşımı, son yıllarda artan tekçi söylem ulus devlet politikalarını andırıyor fakat size göre artık “ulus”tan değil, “millet”ten bahsediyoruz, bunu biraz açabilir miyiz?

‘Ulus’ yerine ‘millet’ten bahsetmek sadece terminolojik bir fark. Bu terimlerin toplumsal gerçekliğe tekabül eden farkları temsil eden kavramlar olduğunu düşünmüyorum. Ancak farklı siyasal projelerin inşa etmeye çalıştığı “hayali cemaatler” olduklarını söyleyebiliriz. ‘Millet’ kavramı, Osmanlı toplumsal yapısının barındırdığı, özellikle din kimliğiyle tanımlı etnik farklılıkları anlatan bir kavramdı. 19. yüzyılda bu kavram modern anlamıyla, milliyetçilikler bağlamında kullanılmaya başlanıyor. ‘Ulus’ kavramı ise erken Cumhuriyet döneminde, dini çağrışımlardan bağımsız, Cumhuriyet'in ulus-inşası projesinin ürününü tanımlayacak seküler topluluğu ifade etmek üzere icat ediliyor. Buna karşılık ‘millet’, muhafazakâr jargonda varlığını sürdürüyor. Bugüne geldiğimizde, AKP iktidarının gündemini oluşturan yeni ulus-inşası projesi, ulusu İslami içerikle yeniden tanımlamayı ve ulusal kimliği de buna uygun şekilde tekrar kurgulamayı içeriyor. Bu girişim çerçevesinde ‘millet’ kavramına başvurulması projeyi meşrulaştırmak için işlevsel.

Milletin Mimarisi-Yeni İslamcı Ulus İnşasının Kent ve Mekan Siyaseti, Bülent Batuman, 312 syf., Metis Yayıncılık, 2019.

'CAMİNİN, TOPLUMUN İSLAMİLEŞTİRİLMESİNDE ÖNEMLİ BİR ARAÇ OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ'

Metinde ilginç bulduğum konulardan biri de Cami mimarisinin kimlik inşası ile kesişen bir yanının olması. Cumhuriyetin ulus inşasının bir parçası olmazken ki -siz bunu bir sömürge geçmişi ve onunla karşılaşma olmamasına bağlıyorsunuz- sonrasında Camilerin milliyetçi-muhafazakâr söylemin etkisiyle ideolojik bir boyut kazandığını görüyoruz. Özellikle Kocatepe Cami inşaatı bu konuda önemli bir simge ve modernist Cami ile ilk yüzleşme olarak karşımıza çıkıyor. Bu Kocatepe Cami hikâyesinden okurlarımız için biraz bahsedebilir miyiz? Ayrıca, Camilerin sadece kimlik değil, özne inşası için de işlevsel kılındığını anlıyoruz örneğin, 15 Temmuz’da okunan Sela, kitleyi sokağa çağıran, onlara siyasi iradeleri için kendilerini ortaya koyduran bir durum. Bu aynı zamanda da özneyi yukarıdan bir etkiyle kurmak, inşa etmek ne dersiniz? Çünkü orada bir çağrı var ve çok iddia edildiği gibi aslında kendiliğinden gelişen bir sokağa çıkma hâlinden çok, çağrıya uymak var.

Kocatepe Camisi'nin uzun ve gerçekten ilginç bir hikayesi var. Bana göre Türkiye’de cami mimarisinin politikleşmesi bu hikâye bağlamında gerçekleşiyor. Erken Cumhuriyet döneminde cami önemli bir temsil mekânı değil; mimari bir eleman olarak cami, ulusal kimliğin temsili için kullanılmıyor. Yalnızca ihtiyaca binaen cami inşa edildiğini ve anıtsal örneklerin inşa edilmediğini görüyoruz. Buna karşılık 1940’lardan başlayarak başkentin yeni merkezi olan Yenişehir-Kızılay bölgesinde bir cami yapımı gündemde. Bu proje Demokrat Parti döneminde İslam’la barışmanın bir ifadesi olarak anıtsal bir ölçeğe kavuşuyor. Ama burada dikkat çekici olan şu: aynı dönemin (2. Dünya Savaşı sonrası) yeni kurulan Müslüman nüfuslu ulus-devletleri için de cami önemli bir araç. Bu ülkelerin hepsinde yeni camiler ulusal kimliğin temsili için göreve koşuluyor. Çok kaba bir genellemeyle söylersek, bu ülkeler arasında hanedanlığın sürekliliğini meşrulaştırmak isteyenler geleneksel biçimleri kullanmaya, yeni kurulan cumhuriyetler ise modernist mimari biçimleri benimsemeye eğilimli. İşte Demokrat Parti’nin tutumu da bu ikinci grupla örtüşüyor ve Vedat Dalokay-Nejat Tekelioğlu ikilisinin modernist cami projesinin inşasına başlanıyor. Ancak bu proje muhafazakâr bir tepki de görüyor. Maalesef bu tepki, Demokrat Parti’nin devrilmesinden sonra daha da güçleniyor; modernist cami projesi, muhafazakâr muhayyilede (seküler bir dayatma olarak) askeri rejimle özdeşleştiriliyor ve sonunda projeden vazgeçiliyor. Temelleri dinamitleniyor ve yerinde daha da büyütülmüş ve klasik Osmanlı cami formunu taklit eden, şimdiki proje uygulanıyor. Bu noktada artık mimari tercih, bundan sonraki tüm cami yapıları için geçerli olacak biçimde, politik nitelik kazanmış oluyor.

Değindiğiniz gibi, kitapta cami mimarisinin bu temsiliyet boyutu yanında İslamileşmenin mekânsal bir aracı olarak da ele alınması gerektiğini öne sürüyor ve bu işlevinin AKP döneminde nasıl ele alındığını tartışıyorum. Diyanet’in camileri sosyal mekânlar olarak özendirme çabasından cami-cemevi projesine, Kürt illerinde hutbelerin siyasal kullanımından 15 Temmuz Selalarına kadar bir dizi örnekte, caminin, toplumun İslamileştirilmesinde önemli bir araç olduğunu görüyoruz.

YEREL YÖNETİMLERİN İŞLEVİ

Metni okurken konutun sadece bir mekân değil iskân faaliyeti olduğunu görüyoruz ve bunun aynı zamanda İslam referanslı bir kimlik inşa süreciyle yakından ilişkisi olduğuna tanık oluyoruz. Böylece, daha çok ekonomik bir mesele olarak ele alınan konunun çok farklı boyutları olduğunu fark ediyoruz çünkü bahsedilen iskân süreci, mimarinin gündelik hayatla da ilişkilenerek özneyi biçimleyen bir siyasete dönüşmesi olarak ele alınmasına imkân veriyor. Ve bu açıdan özellikle yerel yönetimler önem kazanıyor, bize yerel yönetimlerin AKP tarafından nasıl işlevselleştirildiğinden biraz bahsedebilir misiniz?

Yaşam çevresi olarak konut alanlarının üretimini ‘konut’ yerine ‘iskân’ kavramıyla düşünmeye başlamak birkaç açıdan perspektifimizi zenginleştiriyor. Birincisi, konut dediğimizde barınma işlevini odağa alıyoruz ve barınma birimi dışındaki mekânlar ikincil hale geliyor. İkincisi, konutu bir obje olarak düşünüyoruz -bu mimarlar açısından tasarlanmış bir mekânsal kurgunun gerçekleşmiş hali, iktisatçılar açısından bir meta olabilir. Üçüncü olarak konut, bitmiş ve durağan bir olguyu çağrıştırıyor. Oysa ‘iskân’ konutu bir süreç olarak ele almaya imkân veriyor; bu da konutun üretimini ve yeniden üretimini, bu sürece içkin sosyal ilişkilerle birlikte düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Bir süreç olarak konut çevresinde ise, belediyelerin etkin birer araç olarak iktidar ilişkilerini düzenlediğini görüyoruz. Belediyeler tüm sosyal ve kültürel mekânların kontrolünü ellerinde tutarak hem bu mekânlarda gerçekleşen tüm faaliyetlerin İslami içerikte olmasını garanti ediyor, hem de teşvik ettikleri İslami cemaat ve tarikatlarla bir patronaj ilişkisi kurarak onların denetimini sağlıyor.

Kitaptan edindiğim bir izlenim de AKP’nin kent politikalarına baştan beri önem verdiği ancak muhalefetin kent siyasetini göz ardı ettiği yönünde. Muhalefet daha çok orta sınıf yaşam tarzı odaklı bir karşı çıkış yaparken, AKP uyguladığı kent politikası sayesinde gündelik hayatın İslamileştirilmesinin yolunu açmıştı ve aslında başarının altında yatan asıl neden buydu belki de ne dersiniz? Çünkü düşününce AKP’nin yaşam tarzına yönelik gündemi devamlı canlı tutan ve muhalif kitleyi buna yönelten bir politikası da vardı ve hâlâ var. Geçmişte rakı-ayran tartışmaları örneğinde olduğu gibi. Bu açıdan düşününce bu hamlelerin en azından dikkati başka yöne çekmek için yapılan politik hamleler olduğunu söyleyebilir miyiz?

Siyasal İslamın kentsel iktidarı elinde tuttuğu süre boyunca (buna AKP öncesi Refah-Fazilet Partili belediyeler dönemi de eklenmeli) muhalefetin odağında yaşam tarzı-şeriat tehdidi vardı. AKP dönemi ile birlikte ortaya çıkan kentsel dönüşüm odaklı siyasallaşma bile uzun süre muhalefet yapılarını bu saplantıdan döndüremedi. Kentsel dönüşüme karşı başlayan muhalefet bir yandan yerel grupların barınma hakkı odaklı mücadelesi, bir yandan meslek örgütlerinin yargı yoluyla sürdürdükleri mücadeleler çerçevesinde sürdü. Dikkat çekici olan bu mücadelelerin de temel olarak neoliberal kentleşmeye karşı olması ve bu olgunun İslamcılıkla ilişkisi üzerine düşünülmemesiydi. 2010-11 sonrasında (referandum ve genel seçimler) AKP gündelik hayatın İslamileştirilmesi konusundaki girişimlerini hızlandırınca (özellikle ilköğretim ve kadın hakları gibi konular), buradaki meselenin yukarıdan aşağı bir şeriat meselesi değil de gündelik hayatın İslamileştirilmesi olduğu göze görünür hale gelmeye başladı.

'TEKEL DENEYİMİNİN DE GEZİ'DE BİRİKEN MUHALİF ENERJİYE MEKANSAL BİÇİMİNİ AKTARDIĞINI SÖYLEYEBİLİRİZ'

Son olarak, iktidarın politikasını daha çok kent siyaseti eksenine yerleştirmesinin ve yerel yönetimleri işlevsel kılarak uygulamaya koymasının muhalefet açısından da sonuçları olduğunu görüyoruz. Sizin ifadenizle, “muhalefetin kentselleşmesi” Gezi ve sonraki “artçı etkileri”nin muhalefeti de dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Şunu merak ediyorum en son Kazdağları Direnişi pratiğinde de çadırların kurulduğunu gördük, bu konuda çok örnek var Gezi’nin pratiğini devam ettiren. Ki -Occupy Wall Street örneği var öncesinde Gezi’nin pratiğinde de etkili olduğunu düşündüğüm bir hareket- Bu açıdan Gezi aslında dünyada ortaya çıkan bir geleneği alarak Türkiye özelinde bir kent siyaseti geleneği ortaya çıkardı diyebilir miyiz?

Kamusal mekân, kentsel biçimin en kristalize hali olarak düşünülmeli; zira, tanımı gereği sahip olduğu nitelikler (erişilebilirlik, heterojenlik, siyasallık, vb.) ancak kentsel ortamda bulunabilir. Neoliberalizmin 2008 kriziyle birlikte ortaya çıkan protesto dalgasının ayırıcı özelliği, kamusal mekânları yeniden üreten bir mimari biçim olan protesto kampını öne çıkarması yanında, internetin de yoğun kullanımı sayesinde sanal ve fiziksel kamusal mekânların çakıştırması oldu. Bu sayede Kahire’den Madrid’e meydanların ve protestoların birbirleriyle etkileşmesi mümkün oldu. Türkiye özelinde protesto kampı ise, Gezi’den önce Ankara’da TEKEL Eylemi ile gündeme (ve siyasal tahayyüle) girdi. AKP döneminin yol açtığı kentleşme dinamikleri sonunda mevcut tüm muhalefet akslarının da kentselleşmesini sağladı ve tüm bu hareketler Gezi’ye kanalize oldu. TEKEL deneyiminin de Gezi’de biriken muhalif enerjiye mekânsal biçimini aktardığını söyleyebiliriz. Kuşkusuz ölçeği ve görkemiyle Gezi, daha sonrası için hem muhalifler hem de iktidarlar için akıldan çıkmayacak bir imge üretti; protesto kampının geleneksel mücadele repertuvarına girmesini sağladı.