Brezilya’da seçimlere doğru: 'Tropikal Trump'ın zaferi mümkün mü?

Lula da Silva’nın iktidara geldiği 2003’ten Dilma Rousseff’in azledildiği 2016’ya kadar İşçi Partisi (PT) iktidarında yönetilen Brezilya’da Trump’ın ucuz bir taklidi olan, hatta Trump’ın bile yanında sevimli kalabileceği Bolsonaro gibi bir aday nasıl bu kadar yükselebildi?

Abone ol

Esra Akgemci* 

Brezilya’da seçime bir gün kaldı. 7 Ekim’de yapılacak genel seçimlerde devlet başkanının yanı sıra, Ulusal Kongre ve Temsilciler Meclisi üyeleriyle eyalet valileri de seçilecek. Son anketlere göre “Tropikal Trump” (Trump dos trópicos) olarak anılan aşırı sağcı aday Jair Bolsonaro yüzde 32 ile devlet başkanlığı yarışını önde götürüyor. Hemen ardındansa yüzde 28’e yaklaşan İşçi Partisi (PT) adayı Fernando Haddad geliyor. Oysa seçimlerden çok kısa bir süre öncesine kadar anketler tek bir isme işaret ediyordu: Lula da Silva.

İlk turda en az yüzde 35 oy alması beklenen Lula da Silva aday olabilseydi çok yüksek bir ihtimalle seçimleri kazanacak ve sekiz yıl aradan sonra devlet başkanlığına geri dönecekti. Ne var ki seçimlerden tam altı ay önce Lula’nın cezaevine girmesi tüm dengeleri alt üst etti. “Lava Jato” adlı yolsuzluk soruşturması kapsamında yargılanan ve 12 yıla mahkûm edilen Lula, Federal Yüksek Mahkeme’nin cezanın ertelenmesi talebini reddetmesinin ardından 7 Nisan’da polise teslim oldu. Fakat PT, buna rağmen Lula’nın adaylığından vazgeçmedi. Lula’nın avukatları Yüksek Seçim Kurulu (TSE) ve Federal Yüksek Mahkeme’ye yaptıkları başvurularla adaylık için her türlü yasal yolu denediler. Diğer yandan PT, Lula’nın adaylığı üzerine kurduğu seçim kampanyasıyla bu yönde kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Ancak 31 Ağustos’ta Federal Yüksek Mahkeme’nin aldığı kararla Lula’nın aday olamayacağı belli olunca, Lula’nın başkan yardımcısı adayı olan Fernando Haddad, PT’nin yeni başkan adayı oldu.

11 Eylül’de Lula, cezaevinden yazdığı “Brezilya Halkına Mektup” ile seçmenlerinden Haddad’ı desteklemelerini istedi. Bu mektup, Lula’nın yıllar önce, başkanlık için yarıştığı 2002 seçimlerinde yazdığı mektupla aynı adı taşıyordu fakat içeriği çok farklıydı. O zamanki mektup her ne kadar “Brezilya halkına” hitaben yazıldıysa da, esasında burjuvaziye sesleniyor ve PT iktidarında makroekonomik istikrara dayalı neoliberal politikaların uygulanmaya devam edeceğinin garantisini veriyordu. Şimdiyse Lula, özelleştirme karşıtlığına, toprak reformuna, toplumsal adalete ve demokrasiye vurgu yaparak Haddad için oy istiyordu. Lula döneminde Eğitim Bakanlığı, ardından 2013-17 arasında São Paulo Belediye Başkanlığı yapmış olan Haddad, seçim yarışına gecikmeli olarak katılmasına rağmen kısa sürede anketlerde yükselmeye başladı. Yine de rakibi Bolsonaro’yu bir türlü yakalayamadı. Popülist söylemlerinden tutarsız, fevri tavırlarına ve sosyal medyayı kullanma biçimine kadar birçok açıdan Trump’a benzetilen Sosyal Liberal Parti (PSL) adayı Bolsonaro seçimlerin çoktan favorisi haline gelmişti.

Brezilya’nın askerî diktatörlük dönemine övgüler yağdırmaktan çekinmeyen, kadınlara, eşcinsellere ve göçmenlere yönelik ayrımcı söylemleriyle büyük tepki toplayan Bolsonaro, anketlere bakılırsa ilk turu önde bitirecek. Ancak 28 Ekim’de yapılacak olan seçimlerin ikinci turunda Bolsonaro ve Haddad arasında muhtemelen başa baş rekabet izleyeceğiz. Peki, Lula da Silva’nın iktidara geldiği 2003’ten Dilma Rousseff’in azledildiği 2016’ya kadar PT iktidarında yönetilen Brezilya’da Trump’ın ucuz bir taklidi olan, hatta Trump’ın bile yanında sevimli kalabileceği Bolsonaro gibi bir aday nasıl bu kadar yükselebildi? Bunu anlamak için biraz geriye, en azından Gezi Direnişi'yle aynı günlere denk gelen “Haziran Günleri”ne gitmek gerek.

LULA’NIN YÜKSELİŞİ

Bugünkü seçim sürecinde kendini iyice belli eden derin kutuplaşma ortamı, son 15 yılda PT iktidarında yaşanan sınıf ilişkilerindeki hızlı dönüşümün ürünü. PT, her ne kadar askerî diktanın son yıllarında aşağıdan yukarı örgütlenen ve sınıf mücadelesinin birçok unsurunu etrafında toplamayı başaran bir parti olarak doğduysa da, zamanla devrimci bir işçi sınıfı partisi olmaktan uzaklaştı ve Lula’nın 2002’deki seçimleri kazanmasını sağlayacak bir “sol cephe” partisi haline geldi. Partinin kurucuları arasında yer alan Lula da Silva, esasında en başından beri PT’nin iktidarı hedefleyen stratejik bir parti olarak inşa edilmesinden yanaydı. Lula’yı iktidara getiren sürecin temelinde, işte bu strateji doğrultusunda hâkim sınıflarla yapılan uzlaşı yatıyordu. Lula, enflasyon hedeflemesi ve mali disipline dayalı Ortodoks para politikalarını sürdürecek, bu şartla sosyal yardım programlarını hayata geçirebilecekti. Ancak bu uzlaşının ömrü çok kısa oldu.

Lula bir anda dünyanın en popüler liderlerden biri haline gelmiş, Brezilya nüfusunun neredeyse dörtte birinin yararlandığı Bolsa Família programı sayesinde ülkenin kuzey ve kuzeydoğu bölgelerindeki en yoksul kesimin desteğini kazanmıştı. 2006 seçimleri yaklaşırken sermaye çevreleri, kitlelerin bu şekilde popülist bir mobilizasyona sürüklenebileceğinden ve Lula’nın iktidarının güçlenmesiyle devlet kurumlarındaki güçlü pozisyonlarını kaybedeceklerinden korkmaya başladılar. Seçimlerden hemen önce ortaya çıkan ve Lula’ya destek sağlamak için bazı Kongre üyelerine 30 bin real (12 bin dolar) aylık ödendiği iddialarına dayanan yolsuzluk skandalına rağmen, Lula ikinci zaferini kazandı. Üstelik artık elitlerle uzlaşmak zorunda değildi ve uluslararası piyasalarda emtia fiyatlarının yükselmesinin sağladığı avantajla birlikte, düşük gelirli kesime kaynak aktarımının artırılması ve özelleştirme sürecinin tersine çevrilmesi gibi daha radikal kararlar almaya başladı.

Lula’nın ikinci döneminde dünyanın en büyük sosyal yardım programı haline gelen ve 13,9 milyondan fazla ailenin (49,6 milyon kişinin) yararlandığı Bolsa Família programı, sınıflar arasındaki hiyerarşiyi değiştirmese de, hiyerarşik yapıya yeni bir düzey ekledi. Programdan yararlananlar, toplumsal düzende en dışlanmış, “povão” (ayaktakımı) olarak anılan en yoksul ve en eğitimsiz kesimdi. Bolsa Família sayesinde bu kesimden gelen gençler ilk kez üniversite eğitimine erişebildiler ve program kapsamında hayata geçirilen yeni katılım mekanizmalarıyla belediyelerdeki bütçe oluşturma sisteminde taleplerini dile getirme fırsatı buldular. Haziran 2013’te toplu taşıma araçlarına yapılan zamları ve Dünya Kupası’na yapılan kamu harcamalarını protesto etmek için sokağa çıkanlar, “yeni işçi sınıfı” olarak anılan bu kesimdeki üniversite öğrencileriydi. Yani esas olarak PT’nin oy tabanını oluşturan kesimden geliyorlardı ve taleplerinin karşılanacağına dair Dilma’nın sözünü aldıktan sonra sokaktan çekilmeye başladılar.

Ancak bu süreçte Brezilya solu çok önemli bir fırsatı kaçırarak meydanları sağa kaptırdı. Lula’nın gelirin yeniden dağılımına dayanan politikalarından tehdit algılayan ve uzun zamandan beri fırsat kollayan sağ muhalefet, protestoların sönümlenmesine izin vermedi ve orta ve üst-orta sınıfların önemli bir kesimini PT’ye karşı mobilize etmeyi başardı. 2013’ten 2016’ya kadar Dilma’nın azledilme sürecinde Brezilya, PT karşıtlarının (anti-petista) kitlesel protestolarıyla derin bir kutuplaşma ortamına sürüklendi. Bir yanda PT ekseninde bölünmüş bir sol mücadele, diğer yanda 1960’lardan beri ilk kez bu kadar kitlesel şekilde örgütlenen merkez ve aşırı sağ taban, karşımıza Trumpvari bir adayın giderek yükseldiği bir tablo çıkardı.

DİLMA’NIN DÜŞÜŞÜ

2011’de iktidarı Lula’dan devralan Dilma Rousseff için işler en başından beri iyi gitmemişti. Küresel ekonomik kriz, 2013’ten itibaren Brezilya gibi emtia talebiyle büyüyen ekonomilerin para birimleri ve ödemeler dengeleri üzerinde olumsuz etkisini göstermeye başlayınca, Lula döneminde hem sosyal yardım politikalarının finanse edilmesini hem de ulusal burjuvazi içinde belirli bir kesimin yükselmesini sağlayan hızlı ekonomik büyüme sürdürülemez hale geldi. Enflasyonist baskıyı en çok hisseden sabit gelirliler ve ekonomik kriz yüzünden işini kaybedenler, krizden esas olarak PT’nin sosyal politikalarını sorumlu tutuyor, bu da orta ve üst-orta sınıfların hem iktidarla hem de sosyal politikaların alıcısı olan alt sınıflarla arasındaki gerilimi giderek artırıyordu.

Diğer yandan Lula döneminde belirli bir sermaye grubunun Brezilya Kalkınma Bankası’nın (BNDES) fonlarıyla iç ve dış piyasada desteklenmesi, kapitalist sınıf içerisindeki farklı fraksiyonları da karşı karşıya getirmişti. İmalat, inşaat, petrol, madencilik, telekomünikasyon, ticari tarım, gıda gibi sektörlerdeki büyük şirketler, Lula döneminde hem “ulusal şampiyonlar” haline gelmiş hem de uluslararası rekabet güçlerinin artmasıyla ulusaşırı bir nitelik kazanmışlardı. Ancak krizle baş edebilmek için Lula’ya kıyasla daha müdahaleci bir ekonomik politika izleyen Dilma, bir yanda sermaye hareketleri ve faiz oranları üzerinde kontrol sağlamaya bir yandan da yeni kamu yatırımlarıyla yerli üreticiyi korumaya çalışınca, ülkedeki hâkim sermaye fraksiyonunun (yabancı sermayenin elindeki gruplarla doğrudan onlara bağımlı yerel şirketlerin) tepkisini çekti.

Bu koşullarda 2014 seçimleri yaklaşırken, 2006’da olduğu gibi seçimlerden hemen önce çok büyük bir yolsuzluk skandalı patladı. Gelmiş geçmiş en büyük yolsuzluk skandalı olarak lanse edilen ve The Mechanism adında bir Netflix dizisine de konu olan “Lava Jato” operasyonunun soruşturduğu kara para aklama iddialarının merkezinde, Lula’nın “şampiyonlarından” biri olan inşaat devi Odebrecht ve Latin Amerika’nın en büyük petrol şirketi olan Petrobras vardı. Hakkında herhangi bir iddia bulunmasa da, Petrobras’ın genel müdürlüğünü yaptığı 2003-10 arası döneme ilişkin soruşturma yapıldığı için zor bir duruma düşen Dilma, buna rağmen ikinci kez seçilmeyi başardı. Ancak Dilma için en zoru, bundan sonra başlıyordu. Bir yanda ekonomik kriz derinleşirken yolsuzluk iddiaları giderek büyüyor ve ülke geneline yayılan protestolarla boy gösteren sağ muhalefet, kriz ve yolsuzluktan PT hükümetini sorumlu tutuyor, hatta protestocuların bir kısmı orduyu göreve çağırıyordu.

Dilma’nın görevden uzaklaştırılması ordu yerine yargı eliyle gerçekleştirildi. Hakkında hiçbir yolsuzluk iddiası bulunmayan Dilma, kamu açığını gizlediği gerekçesiyle Mali Sorumluluk Yasası’na göre suçlu bulundu ve ironik bir şekilde, yolsuzluk skandalına bulaşmış senatörlerin oylarıyla azledildi. Dilma’dan sonra sıra 2018 seçimlerinde aday olan Lula’ya gelmişti. Lula hakkında Petrobras’tan ihale karşılığında OAS adlı inşaat şirketinden 3,7 milyon real (1,2 milyon dolar) rüşvet aldığı yönünde iddialar olsa da yeterli delil olmadığından dava açılamıyordu. Ancak Lava Jato’yu yürüten savcılardan Deltan Dallagnol’un Lula’yı bir anda yolsuzlukların “başkomutanı” ilan etmesinin ardından seçimlere hazırlanan Lula kendisini sanık sandalyesinde buldu. Veja ve O Globo gibi büyük sermaye gruplarının elinde bulunan ana akım medya organları da bu süreçte yolsuzluk skandallarını kişiselleştirerek yolsuzluğa neden olan yapısal sorunların üstünü örtmekte ve sanki yolsuzluklar Lula’nın gitmesiyle sona erecekmiş gibi göstererek toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesinde etkin rol oynadı.

YENİ AKTÖRLER: TROPİKAL TRUMP’A KARŞI OSMANLI TORUNU HADDAD

Resimde: Bolsonaro, bıçaklı saldırının ardından São Paulo’daki hastane odasında

PSL’nin aşırı sağcı adayı Jair Bolsonaro, işte böyle bir kutuplaşma ortamında “değişim” sloganıyla meydanlara çıktı ve kısa sürede PT’ye yönelik tepkileri buluşturan simge bir isme dönüştü. Ancak 6 Eylül’de seçim kampanyası sırasında karnından bıçaklanan Bolsonaro’nun meydanlarda boy göstermesi uzun sürmedi. Brezilya’da başkan adaylarına yönelik saldırıda bulunulması sık rastlanılan bir durum değil. Bu yüzden Lula’nın cezaevinden PT’nin seçim kampanyasına destek verdiği günlerde, Bolsonaro’nun ona hastaneden karşılık vermesi, oldukça ilginç bir seçim sürecinin yaşanmasına yol açtı. İç kanama sonrası oluşan enfeksiyon nedeniyle 23 gün tedavi gören Bolsonaro’nun taburcu olduğu gün, 29 Eylül’de tüm ülke genelinde kitlesel protestolar düzenlendi. Kadın hareketinin öncülüğünde düzenlenen protestolarda Bolsonaro’nun adı bile anılmaya değer görülmüyor, “#EleNão/O Olmaz”, “#EleNunca/O Asla”, “Faşizme Hayır”, “Kadınlar Faşizme Karşı” sloganları yükseliyordu. Bu tepkinin nedeni Bolsonaro’nun açıkça kadın düşmanı, cinsiyetçi ve homofobik olması. “Kadınların hamile kaldıkları için erkeklerden daha az ücret alması gerektiği” ve “hiçbir babanın eşcinsel bir erkek çocuğa sahip olmak istemeyeceği, oğlunun gey olmasındansa ölmeyi tercih edeceği” gibi kabul edilemez cümleler sarf etmiş olan Bolsonaro, PT’li siyasetçi Maria do Rosário için de “tecavüz etmeye değmeyecek kadar çirkin” demişti.

Diğer yandan bıçaklı saldırı sonrasında mağdur konumuna düşen Bolsonaro bunu ustalıkla lehine çevirerek kendisine destek verenlerin gözünde adeta bir kahraman haline geldi. Bolsonaro’ya destek verenler, esasında “BBB” grubu olarak anılan, ülkenin geleneksel, kurucu güçlerinden yana olanlar. Boi (öküz) büyük toprak sahiplerini, Bíblia (İncil) Evangelistleri, Bala (kurşun) ise orduyu temsil ediyor. Özellikle de Brezilya siyasetinde son on yılda ağırlığı giderek artan Evangelistlerin desteği, Bolsonaro’ya Rio de Janeiro gibi büyük kentlerin gecekondu mahallerinden (favela) oy kazandırıyor. Bolsonaro’nun seçim kampanyası “Brezilya her şeyin, Tanrı herkesin üstünde” sloganı üzerine kurulu ve bu sloganın, muhafazakâr, sağ tabana en kestirme yoldan ulaştığını söyleyebiliriz. Vaatleri ise gerçekten bu kesim için hedefi tam on ikiden vuruyor: Bolsa Família’yı gözden geçirmek, hükümet harcamalarını kısmak, vergileri azaltmak, PT iktidarında kesintiye uğrayan özelleştirme sürecini canlandırmak, yolsuzluklara son vermek (kendisi hakkında da yolsuzluk iddiaları olduğunu hemen belirtelim) ve ABD ile siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirmek.

1971-88 arasında orduda yüzbaşı olarak görev yapmış eski bir asker olan Bolsonaro, Brezilya’da 21 yıl süren ve 400'den fazla muhalifin yaşamına mal olan askerî dikta dönemini ülkenin “yükseliş ve özüne dönüş yılları” olarak tanımlıyor ve idam cezasını savunuyor. 1985’te askerî rejimin sona ermesinin ardından demokrasiye geçiş sürecinde sarf edilen çabalara karşılık bugün açıkça faşizmi destekleyen bir liderin bu kadar destek görmesi, Brezilyalı muhalifler açısından çok tehlikeli bir durum olarak görülüyor ve “diktatörlük yıllarına geri mi dönüyoruz” şeklinde endişelere yol açıyor. Bu kaygılar yersiz değil, çünkü Bolsonaro iktidara gelirse kabinesini kendisi gibi eski askerlerle dolduracak (başkan yardımcısı adayı Antônio Hamilton Mourão da darbe destekçisi, emekli bir general) ve muhtemelen Peru’daki Fujimori örneği gibi kendisini yasal yetkilerle donatarak otoriter bir lider haline gelecek. Üstelik toplumda askerî rejim yıllarına dair bir nostaljinin hâlâ canlı olduğuna dikkat çekmek gerek. O yıllarda hiç yolsuzluk olmadığına (peki ya sansür?) dair yaygın bir kanı ve ekonominin sürekli büyümesine (emek sömürüsü ve gelir dağılımında adaletsizlik?) duyulan derin bir özlem var.

Bolsonaro’ya karşı “Lula’nın yedeği” olarak yarışacak olan Lübnan kökenli siyasetçi Fernando Haddad, I. Dünya Savaşı sırasında Antakya’daki Rum Ortodoks Kilisesi’nin başrahibi olan ve Fransızlara karşı direnişe katılan dedesinden dolayı Türkiye basınında “Osmanlı torunu” olarak anılıyor. Haddad, ikinci turda Bolsonaro’yu zorlayabilir ancak Lula kadar etkili olamayacağı ortada. Brezilya, başkanlık sistemiyle yönetilen diğer Latin Amerika ülkeleri gibi, liderlerin partileri karşılarında çok büyük bir özerkliğe sahip olduğu ve parti disiplininin görece zayıf kaldığı bir siyasal kültüre sahip. Ülkenin içinde bulunduğu kutuplaşma ortamı, siyasi partilerin işlevsiz hale gelmesine ve popülist liderlere alan açılmasına katkıda bulunuyor. İşte bu yüzden Bolsonaro’yla ancak Lula baş edebilirdi ve yine bu yüzden tam da seçim öncesinde parmaklıklar ardına gönderildi.

J. G. Ballard, Türkçeye Öteki Dünya olarak çevrilen Kingdom Come (2006) adlı romanında, insanların sadece mantıkdışı şeylere bağlanabildikleri ve delilikten başka sığınılacak bir limanın kalmadığı, günümüzden hiç de uzak olmayan bir distopya yaratmıştı. Ballard’a göre tüm diktatörler gidilecek tek yolun delilik olduğunu anlamış ve bu yüzden hiç de aklı başında görünmeye çalışmamışlardı. Bugünse artık kimsenin oturup Kavgam’ı yazmasına gerek yoktu, kötülük ve psikopatlık yaşam tarzının ifadesi haline gelmişti. Bugün dünyanın her yerinde Trump ve versiyonlarının bu kadar rağbet görmesinin nedeni, belki de Ballard’ın distopyasında olduğu gibi delilikten daha cazip bir yolun görünmediği, aklıselimin giderek karanlığa gömüldüğü bir dünyada yaşıyor olmamızdandır. Brezilyalılar gerçekten kendi Trump’larını mı istiyorlar, bunu hep birlikte göreceğiz.

*Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü