Biz şimdi kimin hayatını yaşayacağız?

Figen Şakacı’nın öyküleri, dinlediğimiz, anlattığımız, aşina olduğumuz öyküler. Hepimizin yaralarına, hafızasına, değerlerine dokunuyor. Belki de en mühimi, okurunu dilinin cazibesiyle kolayca yakalaması ve onu sorgulamaya teşvik etmesi. Bütün bunlar kendiliğinden var oldu da biz mi yabancılaştık, yoksa bu düzeni kendi ellerimizle yarattık da cezasını mı çekiyoruz demeden edemiyor insan. Her birimiz, bir sabah bunaltıcı düşlerimizden uyandığımızda, kendimizi yatağımızda dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulacağız belki. Yazara annesinden miras kalan soruyu bir de biz kendimize soralım: Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?

Abone ol

Nehir söyleşileriyle ve romanlarıyla adından sıkça söz ettiren Figen Şakacı, bu kez bir öykü kitabıyla okur karşısında. 22 öyküden oluşan Kesekli Tarla, İletişim Yayınları’ndan çıktı. Şakacı; kendi hayatında bile bir yer edinememiş köksüz insanları, birbirine tahammül etmek zorunda bırakılanları, yolundan alıkoyulanları ve onların tutamak arayışını, bastırılmış dürtülerini, gizli arzularını kendine has üslubuyla anlatıyor. Geleneklerin, inanışların, tabuların hüküm sürdüğü çevrelerde kendi dolaplarına saklanmış ve bir daha oradan çıkamamış kadınlara da ayrıca selam gönderiyor.

Edebiyatımızın “güçlü” kalemlerinden biri Figen Şakacı. Hünerli, esprili, akıcı bir dile sahip. Onun gücü, hem hikâye anlatmadaki başarısından hem de bir “kadın yazar” olarak duruşundan geliyor. Öykülerinde dikkatimi çeken ilk unsur, sadelik ile sokak dilinin rahatlığı arasında duran üslubu oldu. Yazar, kendimizi rahatlıkla öykü kişilerinin yerine koyabilmemize, onların sıkıntısını en içeriden hissetmemize imkân sağlıyor. Hacimli bir öykü kitabında bunu başarmanın kolay olmadığı aşikâr.

Kitabın girişinde Gülten Akın’dan bir epigrafa yer verilmiş: “Unutma sakın unutma / Bağışlama sakın / Sakın düşmanını sevme, sakın susma / Bekle büyük kavgayı bekle / Anlıyor musun yüreğim.” Bu dizeler, öykülerle buluşan okur için sayfa sayfa anlamlanıyor. Şakacı; mutsuz, umutsuz, tutunamamış öykü kişilerini konuşturuyor, bir anlatıcı olarak onların susmalarına izin vermiyor. Kendilerini engelleyen her türlü otoriteye karşı durmalarını, düşmanlarını kucaklamamalarını, durduruldukları/alıkoyuldukları her şeyi hatırlamalarını istiyor. İlerleyen sayfalarda bir epigraf daha çıkıyor karşımıza, bu defa İnanç Avadit’ten: “Ormanın düşman ve anne olduğu o çok eski zamanlar / Hatırla, hiç durmadan hatırla / Bir çocukluğu vardı insanın.” Hemen ardında sıralanan öykülerle birlikte bu dizelere de bir ruh üflüyor Figen Şakacı, onları kanlı canlı insanlara dönüştürüyor.

BİR GÜN KADIN DA ÖZGÜRLEŞECEK Mİ?

“Onun adı tam yirmi sekiz yıldır Suat’ın karısı. Bir gün Gülistan olmayı bekliyor.” (s. 29)

Gülistan, Aysel, Beyza, Fidan, Aygül, Hatice... Ve ismini bilmediğimiz niceleri. Figen Şakacı’nın öykülerindeki kadınlar, biraz kendisi, biraz sen, biraz ben, biraz dedikoducu komşu teyze, biraz katledilen çocukluk arkadaşı, biraz iftiraya uğrayan kuzen, biraz aşkını yaşayamayan abla, biraz yitip giden anne... Yazar, bir kadın olarak, bir kadının içine düşebileceği hâlleri okuruna açıkça, cesur bir dille gösteriyor. Geleneklerin, inanışların, tabuların hüküm sürdüğü çevrelerde kendi dolaplarına saklanmış ve bir daha oradan çıkamamış kadınlara selam gönderiyor.

2015 yılında ilan edilen 8 Mart Bildirisi’ne imza atan kadın yazarlardan olan Figen Şakacı, "N'olur öyle bakma Özgecan" başlıklı bir yazı da yayımlamıştı. Edebi atmosferi kuşatmış olan eril dile karşı ortak bir bildiri hazırlayan yazarlar, bir gün kadının da edebiyatın da yaşamın da özgürleşeceğini umuyordu. Bugün, 2020 yılında, ne yazık ki değişen çok az şey var. Hatta bu değişimin olumlu yöne doğru değil de, aksi yöne doğru gerçekleştiğini söylemek mümkün. Kadın cinayetlerinin, kadına şiddetin durdurulamadığı bir dünyada mücadeleye devam ediyoruz. Buradan baktığımızda, “Bir gün Gülistan olmayı bekliyor” ifadesi, kitaptaki en sarsıcı cümlelerden biri. Çünkü Gülistan olmayı beklemek, “kendi olmayı” beklemek aslında. Bakıma muhtaç olan eşi Suat’ın ölmesini dileyecek kadar “yaşayamamış” Gülistan. Öfkeli, bıkkın, katılaşmış. Birçok kadın gibi.

Figen Şakacı’nın kendilerine has mizaçlı, güçlü kadınları var. Aysel ve Fidan gibi. “Hepsi bu” başlıklı öyküde karşımıza çıkan Aysel, “şiddetli seven” bir kadın. Çünkü direnmeyi bilmeyenlerin sevmekle de işi olmayacağını düşünüyor. Sevdiklerini hırpalıyor, onları dayanıklılık testine tabi tutuyor. “Aysel’i sevmek, aslen Ayselliğini sevmek demekti” (s. 60) diyor yazar onun için. Bir kadını “olduğu gibi” sevmenin önemini vurguluyor. Öykünün sonunda Aysel’in dilinden dökülmüş sözcükler -ölüm söz konusuyken dahi- yine bu güce işaret ediyor: “Benim adım Aysel. Ölecek kadın değilim ben. Biz onunla ayrıldık, hepsi bu.” (s. 62)

Fidan, iki öyküde okurla buluşuyor: “Fidan’ın boynu” ve “Bilmediğin şeyler var Şeyda.” Bu iki öykü, aynı olayın farklı kişiler tarafından anlatılmasıyla birbirini bütünlüyor. Çapraz okumayla değerlendirildiğinde, eşiyle mutlu olmayan, onun arkadaşında aşkı bulmasına rağmen onu da yaşayamayan Fidan, “böğrüne” bir bıçak darbesi almıştır. Çünkü “güpegündüz”, “sokakta”, “kol kola” yakalanmışlardır. Fidan’ın ifadeleri, bu gibi olaylarda etiketin doğrudan kadına yapıştırıldığını hatırlatıyor okura: “Kadın kim bilir ne yaptı da iki erkeği birbirine düşürdü ünlemini saplıyorlardı aynı yaraya, siz benim ifademi almayın memur bey, önce yüzünüzdeki o ifadeyi silin, öyle gelin yanıma.” (s. 87)

Kesekli Tarla, Figen Şakacı, 163 syf., İletişim Yayıncılık, 2020.

Hastanede yatan Fidan’ı ziyaret eder eşi. Bunu Şeyda’ya anlatırken “Yine de gittim hastaneye, yüzüme bakmadı biliyor musun? Ulan başkası olsa daha derine daha derine daldırırdı o bıçağı, diğerini de yaşatmazdı. Ama serde okumuşluk var, yaşanmışlık var.” (s. 104) der. Bu ifadeler oldukça dikkat çekici. Bıçakladığı bir kadının yüzüne bakmasını bekleyen bir eş, üstelik “daha büyük bir yara” açmamasının dayanağı “okumuşluğu”nun olması. Şiddetin bir dayanağı, bahanesi, savunması var. Üstelik “hafifletilmesi” söz konusu. Fidan ise, bu öyküde her şeye rağmen mücadeleye ve yaşamaya devam eden “umutlu” kadınları temsil ediyor. Çünkü hastaneden taburcu olacağı günü hayal ederken boynuna en sevdiği fularını takacağını, kırmızı rujunu süreceğini, saçlarını da bir güzel topuz yapıp yürüyüp gideceğini söylüyor. “O eski Fidan neredeyse onu arayacağım. Elbet bulurum, elbet...” (s. 88)

Söz buraya gelmişken kitapta okuru bekleyen benzer sürprizler olduğunu da söylemek gerek. Bu öykülerin “oyunsu” yönü de var. Bazı öykülerin birbiriyle olan bağını çözmek, okura düşen görevlerden biri. Tıpkı Fidan gibi Aygül de, Suat da, Ömer de farklı öykülerde karşınıza çıkabilir.

Kitabın en çarpıcı öykülerinden biri, “Ağıt sayaç.” Bu öyküde katledilen kadınların sesini duyuyoruz. Yazarın bir anlatıcı olarak bu kadınların öykülerini yansıtması farklı, bizzat bu kadınları konuşturması farklı etki yaratıyor okurda. Bu kadınlar üzerimize taş yağdırıyor; sessiz kalanlara, ilgileniyor gibi görünüp hiçbir şeyden haberi olmayanlara, bizzat katillere. İlk taş ise, “sözüm ona dikkat çekmeye çalışan ama mevzuya girerken; akşam saatlerinde içkili olduğu gözlenen kadınlar diye” (s. 94) konuşanlara. Kullanılan dilin ne kadar yanlış olduğuna değindiği gibi, gazete manşetlerine de göndermede bulunuyor Şakacı. “Herkes beni arıyor. En son bir otobanın kenarındaki korkuluklara yaslanmış halde görmüşler. Üstümde kapüşonlu bir mont varmış, demire nasıl yapıştıysam iki elimle, ikisi de orada kalmış.” (s. 91) diye söze başlayan kadın, “tarife” benzetilen bir bedenin meraklılar tarafından nasıl fotoğraflandığını, nasıl servis edildiğini, buna rağmen hâlâ bölgede “arandığını” anlatıyor. Bir diğeri, sözüm ona en son minibüste görüldüğünü, yarım yamalak anlatılanlarla ve sözde tanıklardan öğrenilenlerle ortaya çıkan haberleri ve en önemlisi “kendisinin de kendisine olanları gazeteden öğrendiğini” söylüyor.

BAŞKALARININ HAYATINI YAŞAYANLAR

Kitabın henüz ilk öyküsü “Hep ilk”te babasını zihninde çektiği filmlerde yaşatan, ölü bir babayla yan yana olmanın sayısız olanaklarından faydalanan bir kadın karşılıyor bizi. “Ölmeseydi imkânı yok çekemezdim o filmleri; ölmeseydi bu kadar uzun yaşayamazdım onunla; kucağına kurulduğum adamlara onu bu kadar güzel anlatamaz, her birini böyle harikulade aldatamazdım. Oh olsun bana, oh olsun babama!” (s. 15) diyor. Hemen ardından “Taş gibi kadın”da, hayatında bir kez olsun eğlenmek hakkını kullanan bir başka kadınla buluşuyoruz. Bu “taş gibi” tabiri, bildiğiniz gibi değil. Sonra Gülistan olmayı bekleyen Suat’ın karısı, hayal gücünün sınırlarında gezinen Aygül, şiddetli seven Aysel, bir tencere seti uğruna sevdiğini kaybeden, beğendiği sahillerin dalgalarına ancak bilgisayar ekranından ulaşan Beyza ve diğerleri...

Şakacı’nın öykülerinde yalnız kadınlar yok elbette. Bu “iç sıkıntısı”, birçok öykünün ortak teması. Mücadele, emek, hayat gailesi, bir Sisifos gibi “debelenip durma” durumu, öykü kişilerinin etrafında bir sis bulutu gibi dolaşıyor. Sözgelimi İsmail, “hepimizin içindeki sevgili muhbir vatandaş”, o kanlı canlı yanımız; bir gün devlet babanın kendisini ödüllendireceğine, gözü açıkken gördüğü rüyaların gerçekleşeceğine inanarak yaşıyor. Etrafındakiler tarafından saygı göremiyor fakat o saygıyı kendi kendine yaşatıyor, büyütüyor İsmail. Alay edildikçe bileniyor. “Aralık” öyküsünde Âdem, âşık bile olamıyor. Sanki hakkı yok. Günü henüz yaşamadan yorulan, gecenin karanlığında tanınan, gündüz olunca unutulan, “tanınmayan” bir bozacı o. Bütün sabahların birbirine benzemesine sebep olan suskunluğu kesip atacak bir bıçak arıyor, bulamıyor. Boza dükkânındaki varlığı bile bir “selamün aleyküm”le “eyvallah” arası kadar. Allah’a iki çift sitem etmek istediğinde, onunla bile muhatap olacak mecali yok. Bu monoton düzende gönlünce yaşamak sırası gelir mi bir gün ona da?

Başkalarının hayatını yaşamak, kendi hayatında bile yer edinememek... “Başkalarının hayatı”nda, terk edilmiş bir sevgili, komşuların sesleriyle ritm katıyor hayatına, onların düzenine ayak uyduruyor. Dönmüştür hayata, fakat başkalarınınkine. Sonunda, bu rutini bozacak bir kaza gerçekleşecek, komşularda ses seda kesilecektir. O zaman soracaktır kendine, “Ben şimdi kimin hayatını yaşayacağım?” (s. 75) “Babaannemin kirli çorapları”nda da benzer bir soruyla buluşur okur. Bu öykünün kahramanı babaannesini öldürmeyi tasarlar, ondan kurtulursa kendi hayatını yaşayabileceğine inanır. Birahaneden bile babaannesi tarafından çağrılan tek garibandır o. Sevgisiz kalmış, kurumuştur. Bir gün eve geldiğinde öldürmeyi planladığı babaannesini sessiz sedasız yatarken bulduğunda, ölmüş olabileceği ihtimali korkutur onu. “Sen şimdi ne için yaşayacaksın” diye sorar kendine. Onu yaşama bağlayan tek şey, elinden alınmıştır. Artık plan yapamayacaktır.

“Sürpriz”de, Beyza’ya bir tencere seti hediye etmek için borca giren, bir tencere setinin bile mutluluğunu yaşayamayan, borç batağında yitip giden Hazar’ın cenazesine “dost görünümlü” herkes gelir. Hazar’ın ardında bilgisayarında duran “Bir gün” başlıklı dosya ve bu dosyanın içinde bir tencere setiyle gerçekleştirmeye başlayacağını zannettiği hayalleri kalır. Beyza bu dosyayı açar, dünyanın dört bir yanından gelen dalgalar ayaklarına vurur. Görüldüğü gibi baskı altında olan yalnızca kadınlar değildir. Toplumun erkeğe yüklediği görevlere de temas etmiş Figen Şakacı. Bu erkekler de kendi hayatlarını yaşayamamakta, “olması gereken”i uygulamak için çabalamaktadır.

TARLA MI KESEKLİ, YOKSA...

Yalnızlık vurgusunun yapıldığı öyküler de mevcut. “Sen diliyle” öne çıkan “Panzehir”de, aldığı ödülü Bakkal Hüsnü’ye hediye etmek isteyen, çünkü onun herkesten çok yanında olduğunu söyleyen bir kişiyle karşılaşıyoruz. Ödül törenlerindeki sahte selamlaşmalar, samimiyetten yoksun ilişkiler ağı, mizahi bir dille ele alınmış. “Sevgili düşmanım”da, karısı İrfan’ı doya doya aşkımı yaşayacağım diyerek terk etmiştir. İrfan düştüğü boşluktan kurtulmak için arkadaşlarına “ortak bir çöküş romanı” yazmayı teklif eder, dünyanın ilk kolektif yazılmış romanı olacaktır bu. Arkadaşlarının alaycı tavrı üzerine meseleyi bir tiyatro oyunu yazmaya çevirir. Fakat illa kurmacaya sığınmak niyetindedir. Birbirimize çizdiğimiz sınırları da hatırlatıyor yazar. Yine birbirini bütünleyen iki öyküde, iki kuzenin “kurallar” yüzünden başına gelenlere şahitlik ediyoruz. Bu bulmacayı çözme görevi de sevgili okura düşüyor.

Figen Şakacı’nın öyküleri, dinlediğimiz, anlattığımız, aşina olduğumuz öyküler. Hepimizin yaralarına, hafızasına, değerlerine dokunuyor. Belki de en mühimi, okurunu dilinin cazibesiyle kolayca yakalaması ve onu sorgulamaya teşvik etmesi. Bütün bunlar kendiliğinden var oldu da biz mi yabancılaştık, yoksa bu düzeni kendi ellerimizle yarattık da cezasını mı çekiyoruz demeden edemiyor insan. Her birimiz, bir sabah bunaltıcı düşlerimizden uyandığımızda, kendimizi yatağımızda dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulacağız belki. Yazara annesinden miras kalan soruyu bir de biz kendimize soralım: Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?