Biz bize yeter miyiz?

Görünen o ki, devleti yönetenler salgın nedeni ile çalışamaz duruma gelenlere yönelik maddi desteğin sağlanmasını öncelikle sermaye sahiplerine ve iktidar etrafında kümelenmiş siyasi sınıfa devretti. Ancak bunu daha eşit ve adil olan vergilendirme yolu ile yapmak yerine, son derece keyfi bir yöntem olan bağış üzerinden yapmayı seçtiler. Milli dayanışma çağrısı, tam da bu yüzden yaşam hakkının bir hak olmaktan çıkıp dayanışma adı altında bir lütfa dönüşmüş olmasının bir ilanı.

Abone ol

Sinem Adar*

Cumhurbaşkanı Erdoğan 30 Mart akşamı korona virüsü ile mücadele bağlamında ulusa seslendiği konuşmasının sonunda, başta yevmiye ile geçinen kesimler olmak üzere virüsle mücadele bağlamında alınan tedbirlerden dolayı mağdur olan dar gelirli vatandaşlara ilave destek sağlamak amacıyla bir milli dayanışma kampanyası başlatıldığını duyurdu. Bu kampanyanın, devletin virüsle mücadeleye, diğer her alanda olduğu gibi, sivil dayanışma alanında da öncülük etmesi girişimi olduğunu vurguladı. Aynı konuşmada Erdoğan, tüm siyasi partileri, belediye başkanlarını, bürokratları ve özellikle iş adamlarını ve hayırseverleri kampanyaya katılmaya davet etti. Kendisi de yedi maaşını bağışladığını duyurdu. Yirmi dört saatten az bir sürede içlerinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, TBMM Başkanı Mustafa Şentop, bazı AKP’li milletvekilleri ve belediyelerin bulunduğu iktidara yakın kişi ve kurumların kampanyaya bağış yaptıklarını ve hatta ne kadar bağışladıklarını öğrendik. Peki, toplumun değişik kesimleri tarafından virüs ile mücadelede geç kalmış ve gerekli tedbirleri almamış olmak ile eleştirilen iktidar erki böyle bir kampanya ile ne yapmak istiyor? Ve bu kampanya bugün iktidara dair bize neler söylüyor?

DEVLETİN BELEDİYELERLE ÇEKİŞMESİ 

Öyle görünüyor ki, merkezi devlet “biz bize yeteriz” kampanyası ile İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerinden rol çaldı. Önce 29 Mart’ta Mansur Yavaş, ardından 30 Mart’ta Ekrem İmamoğlu ihtiyaç sahibi kesimlere yönelik Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyelerinin bir yardım kampanyası başlattıklarını duyurmuşlardı. İlginçtir ki, 31 Mart’ta İçişleri Bakanlığı bir genelge ile belediyelerin valiliklerden izinsiz yardım toplayamayacağını ve izinsiz faaliyetler hakkında soruşturma başlatılacağını ilan etti. Çok geçmeden CHP kaynakları hem İstanbul hem de Ankara Büyükşehir Belediyelerinin bağış hesaplarının bloke edildiğini duyurdu.

Ancak meselenin özünde sadece merkezi devletin belediyelerle rekabet etme dürtüsü yok. 27 Mart’ta açıklanan önlem paketi ile valilikler, şehirlerarası yolculuklara izin verecek makam olarak duyuruldu. Ayrıca alınan önlemlerin takibinin gene valiler başkanlığında kurulacak pandemi kurullarınca yapılması ve gerektiğinde ek tedbirler alabilme yetkisinin de valiliklerde olmasına karar verildi. Aslında valilerin yetkilerini arttıran bu hamle ile ülkeyi yönetenler, krizle mücadele konusunda bile merkezi devleti tekil otorite olarak konumlandırdıklarını bir kez daha göstermiş oldular. Bu bağlamda Diyarbakır Valiliği’nin 30 Mart’ta HDP’nin dayanışma için yaşlılara ve bakıma muhtaç kişilere yaptığı yardımları engellemesi çarpıcı ama şaşırtıcı olmayan bir örnek.

Benzer şekilde, 30 Mart’ta Cumhurbaşkanı’nın bizzat kendisinin açıkladığı milli dayanışma çağrısını, Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyelerinin 27 Mart kararlarının akabinde başlattıkları yardım kampanyalarına verilmiş bir tepki olarak yorumlayabiliriz. Kısacası devleti yönetenler, belediyelere başka her konuda olduğu gibi virüsle mücadele alanında da yerelde kurmaya çalıştığım iktidara tehdit olamazsınız, yerel benim demiştir. Yani, en basit ifadesi ile İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerinin dayanışma kampanyalarına kayyım atamıştır.

VATANDAŞIN SIRTINA YÜKLENEN SORUMLULUK

Ancak çelişkinin en büyüğü kendini virüsle mücadelenin mutlak gücü olarak konumlandırmaya çalışan iktidar erkinin, sorumluluğu büyük ölçüde vatandaşının sırtına yüklemiş olması. Virüs vakalarının Türkiye’de görünür olmaya başladığı ilk günlerden itibaren Bilim Kurulu ve Sağlık Bakanlığı da dahil olmak üzere toplumun değişik kesimlerinden gelen öneri ve eleştiriler ya kulak ardı edildi ya da susturuldu. Geçmişte OHAL ilan etmek konusunda hiç de çekingen davranmadığını bildiğimiz iktidar erki, virüsle mücadelenin olmazsa olmazı sosyal izolasyonu sağlayabilmek için “Herkes kendi OHAL’ini yaratsın” demekle yetindi, işe gitmek zorunda olanlar evde nasıl kalacaklar sorusuna cevap vermekten ısrarla kaçındı ve kaçınmakta.

Ancak virüsle mücadele için alınan önlemlerin önceliğinin üretim ve ihracata devam etmek olduğunun açıkça belirtildiği bir ortamda, mücadelenin sorumluluğunun vatandaşa devredilmiş olması belki çok da şaşırtıcı değil. Görünen o ki, devleti yönetenler salgın nedeni ile çalışamaz duruma gelenlere yönelik maddi desteğin sağlanmasını öncelikle sermaye sahiplerine ve iktidar etrafında kümelenmiş siyasi sınıfa devretti. Ancak bunu daha eşit ve adil olan vergilendirme yolu ile yapmak yerine, son derece keyfi bir yöntem olan bağış üzerinden yapmayı seçtiler. Milli dayanışma çağrısı, tam da bu yüzden yaşam hakkının bir hak olmaktan çıkıp dayanışma adı altında bir lütfa dönüşmüş olmasının bir ilanı.

“YERLİ VE MİLLİ” VATANDAŞIN SİYASİ MOBİLİZASYONU

Ama milli dayanışma çağrısı virüsle mücadelenin sorumluluğunu sadece vatandaşlara devretmekle kalmıyor; aynı zamanda makbul vatandaş ile makbul olmayan arasında bir sınır çizerek, iktidarın siyasi tercihlerinin ve mücadele yöntemlerinin tartışılabilirliğini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Çağrı, iktidarın özellikle 31 Mart yerel seçim yenilgisinden sonra hızla kaybetmekte olduğu meşruiyetini kendince yeniden devşirebilmesinin anahtarı. Aynı 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında olduğu gibi “milli birlik ve beraberlik” söylemi ve pratikleri altında değişik grupları mobilize etme girişiminin bir göstergesi. Kısacası, bir kamu sağlığı krizini üzerinde çokça düşünülmeden, belli ki plansız programsız, bir siyasi menfaate dönüştürme çabası.

KORONA KRİZİNDEN DEVLETİN MEŞRUİYET KRİZİNE

Kısaca, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 30 Mart’ta yapmış olduğu milli dayanışma çağrısı, belediyelerin tekil olarak almış oldukları önlemler, toplumun değişik kesimlerinden gelen eleştiriler karsısında sorumluluk almama isteği ve birtakım sermaye gruplarının iktidar üzerindeki etkisinin kısıtlayıcılığı hep beraber göz önünde bulundurulduğunda, tepkisel olarak ortaya çıkmış acele bir taktik olarak nitelendirilebilir. Bugün içinde bulunduğumuz kriz ne yazık ki sadece Covid-19 salgını ile ilgili değil. Devleti yönetenlerin salgına verdiği ya da veremediği tepkiler, iktidar erkinin bir suredir devam etmekte olan meşruiyet krizini daha da görünür kılmakta. Devleti yönetenlerin kimin ve neyin çıkarlarını temsil ettikleri ve devletin kurumlarının tahribatı bu krizin başlıca iki ayağını oluşturuyor. Eğer bu tespit doğru ise, Türkiye toplumu ne yazık ki Covid-19 salgının etkilerini, kurumların daha öngörülebilir ve şeffaf çalıştığı ve dolayısı ile kamu sağlığı ve çıkarları doğrultusunda kararlar alabilen ülkelere nazaran daha şiddetli yaşayabilir. Bu yüzden sormamız gereken ve üzerine etraflıca düşünmemiz gereken önemli sorulardan biri, bu durum karşısında muhalefetin ne yapacağı ne yapması gerektiği.

*Stiftung Wissenschaft und Politik bünyesinde faaliyet gösteren Uygulamalı Türkiye Çalışmaları Merkezi’nde araştırmacı.