Birleşmiş Milletler’den ABD’ye ırkçılık uyarısı

Birleşmiş Miller’in yaptığı ırkçılık uyarısı karşısında şaşırmak, ABD’yi üstün bir uygarlık olarak düşünmek demektir. Oysa Trump dönemi gericiliği, ABD tarihinde bir istisna değil.

Abone ol

Nesrine Malik * 

Birleşmiş Milletler’in insan hakları konusundaki uyarısına muhatap olan bir ülke, akıllara olumsuz bir imaj getirir. Güney yarıkürede veya doğuda bulunan, belki de askeri bir diktatörlük olan; zulüm gören dinsel ya da etnik azınlıklara sahip ya da kadınları ikinci sınıf vatandaş olarak gördüğü için kötü bir şöhrete sahip olan bir ülke akıllara gelecektir. Geçen hafta ABD de bu ülkelere katıldı: Küresel insan hakları gözlemcisinin tepkisini çekerek utanç verici bir duruma düştü. Elbette ki uyarının konusu ırkçılığın yükselişiydi.

Irkçılıkla mücadele alanında görevli olan BM komitesi (CERD), ABD’de kötüye giden koşullar hakkında bir “erken uyarı” yayınladı ve Trump yönetimini “tamamen ve koşulsuz” biçimde ayrımcılığı reddetmeye çağırdı. Uyarı, özellikle de ırkçı bir şahıs tarafından bir arabanın ırkçılığı protesto eden bir grup insanın üzerine sürülerek doktor ve aktivist Heather Heyer’ın öldürüldüğü Virginia-Charlottesville’deki olaylar sonrasında yapıldı. Bu tür uyarılar, BM’nin etnik ya da dini çatışma endişeleri karşısında ırk ayrımcılığının ortadan kaldırılması üzerinde çalışan komitesi (Irk Ayrımcılığıyla Mücadele Komitesi / CERD) tarafından yayınlanıyor. Geçtiğimiz on yıl içerisinde, komite yalnızca altı uyarı yayınlamıştı. Bu uyarılar Burundi, Irak, Fildişi Sahili, Kırgızistan ve Nijerya’yı muhatap almıştı.

GERİCİLİK MODERN TOPLUMLARDA DA YAYGIN

Medeniyetler pek çok açıdan gerici olabilir, hepsi açık bir kültür yaratmamıştır. Askeri ya da ekonomik katmanlarda devam eden bir gerileme yaşandığını gözlemliyoruz; aslında uygarlık, insanların karakter özelliklerini belirleyen, bilhassa da eşitlik hususunda bir ulusun yarattığı kültürdür. Amerika’nın ırkçılık krizinin görselleştirilmesi, grafiksel olarak onu ırkçılık konusunda “gelişim” ölçeğine sokuyor. Gerçeklik, ülkenin kendine ilişkin istisnai öz-farkındalığının üzerini örtüyor. Fakat bu durum karşısında şaşkına dönmek, her şeyden önce ABD’yi üstün bir uygarlık olarak düşünme yanılgısına düşmek demektir.

Trump’ın seyahat yasağının temyiz edildiği esnada (yasa henüz temyiz aşamasında uygulamaya girmemişken) ortaya çıkan kısa süre zarfında, ABD’den vize almayı başararak doğu ve batı kıyılarında dolaşma şansım oldu. Gözlemlediğim kadarıyla, bazı Trump destekçilerinin bile Amerika’nın (modern dünyadan) “dışlandığı” hissine kapıldığını gördüm. Ülkenin yaşanan tahammülsüzlüğün etkisiyle, Afrika’daki etnik savaşlardaki gibi bir daha düzelmeyecek şekilde zarar gördüğü konusunda artan bir farkındalık var.

Birleşmiş Milletler’den insan hakları ihlalleri uyarısı alan ülkeler, (ABD’den önce uyarılan ülkeler listesinden görebileceğiniz gibi) sorunların bir gecede ortaya çıktığı ülkeler değiller. Trump döneminin görsel alanda ortaya çıkardığı şey, Amerika’nın toplumsal çöküşüne yol açan ve uzun yıllardır bastırılmış, saptırılmış veya reddedilen konuların artık çözülmesi gerektiği. Bu durum, Trump’ın başkan olmasından sonraki sekiz ay içinde gerçekleşmedi. Buradaki asıl gerçek, sorunların ortaya dökülmesinin yalnızca sekiz ay sürdüğüdür.

SEKİZ AYDA OBAMA’DAN IRKÇI DEVLETE

Siyah bir başkana arka arkaya iki defa oy veren bir ulustan, ırkçı ayaklanmalar ve cinayetlerle sarsıntı geçiren bir ulas olmaya ulaşmak, yalnızca sekiz ay sürdü ve neticede yetkililer askeri birlikleri sokaklara çıkarmak ve olağanüstü hâl ilan etmek zorunda kaldılar. Ayrıca, ırkçı dalganın yayılma hızı, görünüşe göre uzun süreden beri gelişmekte olduğuna dair bir ipucu sunuyor. Dahası, bu hareketin pusuda beklediği gerçeği, Amerika Birleşik Devletleri’nin DNA’sındaki ırklar arası eşitlik oranının düşüklüğüne de işaret ediyor.

Görünürde, otorite veya şaibeli yönetim sorunlarıyla karşı karşıya kalan gelişmekte olan ülkeler, etnik, LBGTİ ve kadın hakları konusunda çuvallama eğilimi göstermekte. Bunun nedeni, istikrarın sağlandığı, refahın ve akılcı bir liderliğin var olduğu dönemlerde, daha savunmasız kişilerin haklarının geliştirilmesi ve sunulması durumunun en iyi ihtimalle bir makyaj olması; en kötü ihtimalleyse karneye bir zayıf not düşülür. Obama’nın başkanlığı sırasında da yardım kuruluşları oradaydı ve umursamaz bir haldeydiler.

Orduda transseksüellerin veya belirli kökenlerden gelen Müslüman vatandaşların hakları olmadığı gibi, en kolay vazgeçilen ve geri alınan haklar arasında azınlık haklarının olması bir tesadüf değil. Birleşik Krallık’ta bile, Brexit oylamasından sonra, ilk toplumsal bozulmanın nefret suçlarının artmasıyla ortaya çıkması da tesadüf olamaz. Amerika’yı bir kez daha “büyük yapmak” ya da kontrolünü ele geçirmek, kaçınılmaz olarak, azınlık hakları alanının çeşitlilik ve eşitlikten vazgeçilerek yok edilmesini talep etmekten başka bir anlama gelmiyor. Bu gerici refleks, ABD’nin ve İngiltere’nin modern ulus inşa sürecinin tam odağında yatıyor.

BM, Trump yönetiminden “Irk Ayrımcılığıyla Mücadele Komitesi’nin erken uyarılarını çok ciddiye almasını ve ABD insan hakları kurumlarının görev ve bütçelerini kısıtlama kararını iptal etmesini; Federal hükümetin beyaz ırkçılığın etkisiyle şiddet karşıtı toplumsal programları engelleme girişimini sona edirmesini; Göç ve mülteci politikalarını Müslüman düşmanı ve göçmen karşıtı düşünceye dayandırmaktan vazgeçmesini,” talep etti.

Oysa, bu bile yeterli olmayacak. BM’nin mesajı, ayrımcılığı ülkenin diğer eşitsizliklerinde olduğu gibi ayrı bir fenomen olarak değerlendirmek için değil, ülkenin altyapısı açısından temel oluşturan dil ve paradigmayı düzenlemek için iyi bir başlangıç olabilir. Irk temelli nefret, garip bir seçim ya da referandum yüzünden ortaya çıkan bir sosyal patlama ya da histeri nöbeti değildir. İlerlemenin tek yolu, iyilik iktidardayken bunu hatırlamaktır.

Makalenin aslı The Guardian'da yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)