Bir travmanın karizmatik figürü: Seyit Rıza ve kolektif hatırlama

Anıtsal yapılar, eski gelenek-görenek, ziyaret ve katliam yerlerinin merasimleştirilmiş bir hatırlama eşliğinde romantize edilerek yeniden keşfedilmesi ve Seyit Rıza gibi şahısların kültleştirilerek kültürel hafızanın mitolojik, karizmatik ve ruhani figürleri olarak işlenmesi ve anılması, Dersim kimliğinin restorasyonunda öne çıkan temel unsurlardır.

Abone ol

İmran Gürtaş*

15 Kasım 1937’de Elâzığ Buğday pazarında idam edilen Seyit Rıza bütün ihtiyarlığı ile idam edileceği boş meydana "Evladı Kerbelayız, bî-hatayız bî-günahız, ayıptır, zulümdür cinayettir" diye haykırırken, geride bıraktığı dünyaya da kolektif bir keder bırakmış olacaktı. İdamının 83. yılında halen bir mezara sahip olmayan Seyit Rıza, ölümüyle katline yazılan fermanı da hükümsüz kıldı. Öyle ki, gerçekleştirilen anmalarla doğduğu ve yaşamını geçirdiği mekânın ve zamanın sınırlarına sığmaz oldu. Ona ve mensubu olduğu halka ölümden başka bir şey sunmayan dönemin Cumhuriyet devletinin beklediği elbette ki bu değildi. Birbirine zıt anlatıların sembol figürü olan Seyit Rıza Dersimli kızılbaşların karizmatik mitolojik bir kimlik sembolü haline geldi. O artık Dersimlinin kültürel geçmişine açılan sembolik kapısıdır.

Seyit Rıza figürünün Dersim kimlik algısında sembolleşmesine ilk katkıyı şüphesiz onu idam edenler sunmuştur. Bu elbette ki onların niyetlerinden bağımsız gelişmiş bir olgudur. Dersim'e sefere hazırlanan modern Türk devleti, seferinin rasyonel planlarını önceden yapmıştı. Yolların yapımından, kullanılacak silahların türlerine kadar yapılan bir dizi planın içinde basın ve enformasyon da önemli bir konuydu. Dönemin gazetelerinde Seyit Rıza’nın resimlerine aşağılayıcı sıfatlarla yer veren devlet, yaptığı negatif propagandanın bir gün bumerang etkisi yapacağını hesaplamamıştı. Basına servis ettiği sarıklı, sakallı ve yerel giysili Seyit Rıza resimleri, kılık kıyafet "devrimi" yapmış bir "elitin" estetiğinin ve toplum mühendisliğinin kontrastını yansıtmaktaydı. Seyit Rıza’nın günümüze ulaşan birçok fotoğrafı devletin çekip yayımladığı fotoğraflardır. Her ne kadar "kötülüğün" bir sembolü olarak düşünmüş olsa da yan sonuçları açısından değerlendirdiğimizde, Seyit Rıza inşasında Türk basınının önemli bir rolü olduğunu ifade edebiliriz.

Seyit Rıza’nın sembolleşmesinin ikinci kaynağı da Nuri Dersimi’nin geride bıraktığı eserleridir. Bir kesim Dersimli tarafından sert eleştiri ve bazı ithamların muhatabı haline getirilmek istense de devletin inşa ettiği Seyit Rıza’ya zıt bir inşanın mimarı tartışmasız bir şekilde Dr. Nuri Dersimi’dir.

Kürt ulusal hareketlerinin ortaya çıkıp kitleselleşmesi ile beraber, Kürt siyasal dünyasına yerleşen Seyit Rıza'nın ulusal bir direniş sembolü olarak kabul görmesinin önünde herhangi bir engel yoktu artık. Dersim sahasında Kürt ulusal hareketleri ile rekabet halinde olan sol hareketler de Seyit Rıza’nın direniş sembolü olarak konsolide olmasına önemli bir katkı sundular.

Seyit Rıza’nın mitolojik bir figüre dönüşmesine katkı sunan diğer bir kaynak ise, hem Kürt ve sol anlatıya konu olan direniş odaklı Seyit Rıza figürünü, hem de devletin "şaki, eşkıya, sergerde vb." aşağılayıcı özelliklerle ördüğü "kötülük" figürünü reddeden yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlarda ise Seyit Rıza dini bir karakterle işaretlenmektedir.

Osmanlı-Türk modernleşmesinden günümüze kadar, gerek Osmanlı gerekse de modern Türkiye devleti tarafından gerçekleştirilen birçok kitlesel katliam gibi, Dersim katliamı da uzunca bir süre stratejik bir unutmaya tabi tutularak inkâr edildi. Ancak 2009 yılının 10 Kasım’ında CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, Meclis’te Kürt Açılımı görüşmeleri sırasında Dersim Katliamı'nı ve diğer birtakım olayları "terör" ile mücadelenin örnek modelleri arasında göstererek savunmuş ve AK Parti hükümetine sert eleştiriler eşliğinde şu yorumda bulunmuştu: “Analar ağlamasın’ diyorlar. Kurtuluş Savaşı’nda analar ağlamadı mı? Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Bir tek kişi Türkiye’de çıkıp da ‘analar ağlamasın diye, bu mücadeleyi durduralım’ dedi mi?” (1) İçine bolca Atatürk serpiştirilen ve dünden bugüne muhtelif dönemlerde Türk hegemonyasına "sadakat" bildiren Kürt şahsiyetlerinin sözleri ile süslediği ve kibirli bir eda ile geçtiğimiz yüzyılın 30’lu yıllarındaki milliyetçilik ruhuna uygun yaptığı konuşması ile resmi tarihin önemli bir tabusunu kıracağını, ve inkarın belirlediği sınırı aşacağını çok fazla düşünmemişti. Bu konuşma sonrası gelişen tepkiler ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dersim özrü” ile Dersim '38 ilk defa farklı bir tartışma içeriğiyle gündeme otururdu. Devletin inkâr mahzeninde saklanan şişeden cin çıkmıştı artık. Daha önce devlet nezdinde "Türk ulusal devrimi, modernleşme, muasır medeniyet seviyesine ulaşma, ulusal egemenliğin tesisi ve bu doğrultuda feodalizmin sadakat ve kimlik formlarının tasfiyesi" çerçevesinde kaynaşmış çelişkisiz nasyonal cemaatin inşa sürecindeki zafer duraklarından biri olarak değerlendirilen Dersim 37/38 katliamı, bundan böyle suçsuz ve savunmasız sivillere yönelik işlenmiş korkunç bir katliam olarak da sivil ve resmi tartışmalara konu oldu. Çeşitli öldürme tekniklerinin denendiği bir ölüm laboratuvarına dönüştürülen 38’in Dersim’i, acılarını anlatacak ve inandırabilecek ne bir mecra ne de bir toplum buluyordu. Anlattığı her katliam hikayesi, inkâr mutabakatına sadık geniş toplumsal kesimlerde de "terör propagandası/yalanı" olarak damgalanan Dersimli, bu yeni süreçte fail toplumunda gelişecek olan empati ve yüzleşme konusunda artık iyimserdi. Bunda, Tayyip Erdoğan'ın "literatürde varsa" diye şerh koyduğu özür dilemesinin ve meclis kürsüsünde CHP sıralarına doğru salladığı katliam belgeleri mutlak derecede etkili oldu. Ancak devletin her iki taşıyıcı sütunu (muhafazakâr ve seküler milliyetçilik) tarafından, katliamın asıl mağduru olan Dersimliler dışarda tutularak yürütülen bu tartışma tarih ile bir yüzleşmeye ve adaletin tesisine dönüşmedi. Beklendiği gibi bu hararetli Dersim tartışması da devletin her iki geleneği arasındaki ezeli hegemonya mücadelesinin konjonktürel bir aracı olarak kaldı ve kısa sürede sonlandırıldı.

Buna karşın mağdurlar cephesinde bu dinamik tartışma kolektif kimlik, kolektif hafıza, hatırlama, adalet, tarihle yüzleşme ve travma kavramları ekseninden yürütülmeye devam etti. Bu süreçte adalet talebinin yanı sıra iki temel konunun daha ön plana çıktığı görülmektedir: 1- Dersim’in kolektif hafızası/kimliği (Dersim’e lokalize edilen etno-dinsel bir Alevilik türü) ve 2- bu hafızaya yönelik kurucu perspektifin anahtar figürü veya kırılmaya uğramış bir kültürün geçmişe açılan sembol kapısı olarak Seyit Rıza.

Dersim '38 bu bağlamda değerlendirildiğinde artık bir iç tartışmaya dönüşecekti ve tartışmanın merkezine ortak yaşanmış homojen bir geçmiş arayışı yerleşmiş olacaktı. Fail, toplum ile geliştirdiği iletişiminin odağına onun zulmünü ve yaşadığı kolektif travmayı yerleştirerek kapsayıcı bir kimlik potansiyeli, iç tartışmada performansından kaybederek fragmanter bir yapı kazandı: Dersim Kürt mü, Zaza mi, Alevi mi veya Seyit Rıza Dersim’i temsil niteliği taşıyor mu? CHP’nin Dersim’de halen azımsanmayacak bir seçmen kitlesinin olması ne ifade ediyor? Aşiret hafızası bütün Dersimliler tarafında dirençsiz kabul görecek mi? gibi soruların yöneticiliğinde yürütülen tartışmanın içeriği, travmatik toplumların travma sonrası toplumsal gerçekliği ile kurduğu çok katmanlı ilişkinin ortaya çıkardığı problemlere ışık tutma noktasında kayda değer bir husustur. Dersim’de homojen bir kültürel geçmiş arayışı, mağdurlar ve mağdur olmayanlar arasındaki kısmen de olsa çatışmalı hafıza, geçmişin eril feodal karakteri, sınıfsal çelişkiler, homojen, herkesin aynı şeyi hatırladığı bir geçmişe olanak sunmadığı gibi, inşa edilmek istenen Dersim kimliğinin belki de en kırılgan hatlarını oluşturmaktadır. Özellikle de kadın perspektifinin zayıf olduğu geçmişe dönük kimlik merkezli bir hatırlama ileride feminist tartışmaların merkezî bir konusu olmaya şimdiden aday.

Bütün bu sorunlara rağmen -belki de bu sorun alanlarını aşmak için- Dersim, kolektif bir travma ve bu travma ekseninde geçmişi hatırlama düsturu üzerine kurulan bir kimliği ifade etmektedir. Geçmişi hatırlamanın burada travma ile güçlü yapısal bir bağı vardır. Bunun en karakteristik halini Yahudi kimliğinden rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Jan Assmann "Das kulturelle Gedächtnis" adlı eserinde, geçmişi hatırlayabilmenin iki önemli koşulundan sözeder (2): a) geçmişin hatırlanabilmesi için bütünüyle kaybolmaması ve ona dair somut bazı izlerin, bulguların olması gerekir, ve b) bu somut bulgular/izler şimdiki zamandan karakteristik olarak farklı olmalı. Geçmiş, Assmann’a göre derin bir süreklilik ve gelenek kırılması ile ortaya çıkar. Örneğin ölümü "dün ve bugün arasındaki zamansal ve kültürel sürekliliğin kırılmaya uğradığı ilk tecrübe" olarak ifade eder. Buna göre hatırlamanın/hafızanın spesifik kültürel anlamı kaybedilenin yaşanan dünyada çeşitli mitler ve semboller vasıtasıyla yaşatılmasıdır. Bununla sadece geçmiş şimdiki zamana dahil edilmez, aynı şekilde ve en önemlisi de geçmişe şimdiki zamanlı bir perspektif ile bakabilmenin koşulları da oluşturulmuş olur. İnsan toplumlarının zaman ile kurdukları ilişki kurgusal ve diyalektik bir ilişkidir. Eksik bir varlık (Mängelwesen) olarak dünyasını, yani ikinci doğasını üretmek zorunda olan insanın dünyasında (3) zaman ancak sosyal olarak kurgulanıp anlamlandırılır. Taşıdığımız bireysel veya kolektif kimlikler de bir sosyal dünyanın tecrübesinin idrakını ifade ettikleri için, her kimlik inşası zorunlu olarak bir geçmiş zaman inşasını da zorunlu kılar.

Assmann, bu bağlamda iletişimsel hafıza ile kültürel hafıza arasında karakteristik bir fark oluşturur. İletişimsel hafıza, biyografik tecrübeler, onların kuşaklar arası interaksiyonu ile sınırlı ve kaydedildiği yer yaşayan organik hafızalar iken, kültürel hafızanın konusu mitolojik ilk hikayeler ve bütünüyle kapanmış bir geçmişin olaylarıdır. Aktarımında sembollere ve ritüellere ihtiyaç duyduğu için taşıyıcı araçları organik hafızadan bağımsız sembolik kodlamalar, metinler, resimler, anıtlar, danslar vb. nesnelliklerdir.

Hiç şüphesiz ki '38 Katliamı, Dersim tarihi ve kimliği açısından büyük bir kırılma ifade eder. 38 Katliamı'nın en önemli sonuçlarından biri, Dersim’in kültürel geleneğinin bir bütünlük içerisinde gelecek kuşaklara aktarımında taşıyıcı bir rol oynayan kültürel yapı unsurlarının, katliam ile tahrip edilmesidir. Dersim gibi sözlü aktarım geleneğine sahip toplumlarda bu kırılma daha trajik bir şekilde yaşanır. Kültürel olarak üretilen kolektif bilginin korunması, saklanması ve aktarılması ancak işleyen kültürel yapılar ve ritüellerin varlığı ile mümkündür. Dersim 38 Katliamı etrafında oluşturulan anlatı, bu kültürel tahribatın oluşturduğu boşluğu önemli oranda doldurmaktadır.

Bu sebeple Dersim '38 katliamı sadece trajik bir olayın ifadesi değil, aynı zamanda post-travmatik bir toplumda tahrip edilen kültürel öğelerin travma etrafında yeniden bilince çıkarılarak, kültürel hafızanın restorasyonu için önemli bir yapı malzemesidir de. Kolektif travma etrafında oluşan anlatı, homojen bir kültürel bütünlüğe ihtiyaç duymaksızın yeni bir iletişim ve etkileşim alanı oluşturabilmektedir. Bu bağlamda Dersim kimliğinin hafızası toplumun hatırladıklarından ziyade siyasal olarak vatansızlaşmış ve kültürel olarak da kimlik krizi yaşayan bir kuşağın kendi krizini aşmak için arzu ve dizayn ettiği bir hafızaya işaret etmektedir. Bu hafızada masumiyet etrafında idealize edilen Dersim tipolojisi, devletin “eşkıya, şaki, çapulcu, vahşi ve benzeri” negatif tiplemeleri ve “medeniyet” içerikli söylemlerine karşı konumlandırılan politik bir sembolleştirmenin ifadesi olarak, hem asimilasyona karşı bir direnişi ve adalet talebini hem de güncel bir kimlik krizini aşmanın stratejisini gözler önüne sermektedir. Bu yönüyle “tarihsel” Dersim, mevcut hatırlama ve kimlik krizine karşı ikame edilmiş geçmiş zamanlı bir ütopya olarak hafızada kurgulanması anlaşılır bir durumdur. Zira krizli (şimdiki) zamanlarda geçmiş zamanın kurtarıcı, iyileştirici bir sığınak hatırlanması ve idealize edilmesi sadece Dersim’e sabitlenecek bir olgu değildir, tam tersine evrensel bir olgudur. Anıtsal yapılar, eski gelenek-görenek, ziyaret ve katliam yerlerinin merasimleştirilmiş bir hatırlama eşliğinde romantize edilerek yeniden keşfedilmesi ve Seyit Rıza gibi şahısların kültleştirilerek kültürel hafızanın mitolojik, karizmatik ve ruhani figürleri olarak işlenmesi ve anılması, Dersim kimliğinin restorasyonunda öne çıkan temel unsurlardır.

*Augsburg Üniversitesi doktora öğrencisi, Pädagogische Hochschule Weingarten‘da öğretim görevlisi

1- https://www.youtube.com/watch?v=yLDOjbr0TcU

2- Assmann, Jan, Das kulturelle Gedächtnis. Schrift, Erinnerung und politische Identität in frühen Hochkulturen, Verlag C.H. Beck, München, 2007.

3- Bu konuda bkz. Berger, L. Peter, Luckmann, Thomas, Die gesellschaftlche Konstruktion der Wirklichkeit, Eine Theorie der Wissenssoziologie, Fischer Taschenbuch Verlag, 20. Auflage, Frankfurt am Main, 2004 [1969].;

Gehlen, Arnold, Der Mensch, Seine Natur und seine Stellung in der Welt, Junker und Dünnhaupt, Berlin, 1940.;

Halbwachs, Maurice, Das kollektive Gedächtnis, Übersetzt von H. Loehst-Offermann, Enke, Stutt- gart, 1967 [1950].