Bir hayatın olursa eğer

Hayatın edebiyatla terbiye edildiğinde çekilir olabildiğini kanıtlayan biricik bir yazar Ahmet Tulgar. Türkiye’den Türkçeye sığınmış biri olduğunu söylerdi. Türkçede umut ve şefkat kelimelerinin karşılığı olarak kalacak.

Burcu Aktaş bu.aktas@gmail.com

Sayısından bir türlü emin olamadığımız o insanlardandı Ahmet Tulgar. Şefkatli, bir an için bile eleştirdiklerine benzememiş, yazdıklarıyla diğerlerinin hoyratlığını dindirebilen, her zaman kelimelere sadık ve tutkun kalabilen o insanlardan...

Hayatı edebiyatla kuşatmak, gazeteciliği edebiyatla beslemek, mücadeleye her zaman edebi bir yan iliştirmekti Ahmet Tulgar. Bu yüzden de yazarlığını güncel siyasetin vahşi ellerine asla teslim etmedi. İyi bir edebiyatçı olduğu için iyi bir gazeteciydi. Başka insanların hayatları ve onların hayatlarının adilce devamı için kaygı duyan, eşitlikçi, edebiyatçı bakışı, onun insandan yana olan gazeteciliğini muhafaza etmesini her zaman kolaylaştırdı. Yazarlığını kusursuz bir şekilde gazeteci kimliğiyle birleştirdi. Her iki alan birbirine benzer gözükse de, çoğu zaman her ikisinde de Ahmet Tulgar kadar eşsiz ve iz bırakan olmak zordur. Gazetecilikte tanıdığı farklı sınıflardan, katmanlardan insanları yazarlığının gözlem gücüyle birleştirip sayısız öykü kişisi, roman kahramanı ortaya çıkardı. Kapsayıcılığı, sevgiye yaklaşımı (sevgi acı da verir, o bu acıdan hiç kaçmadı) edebiyatının zeminini ve dilini oluşturdu.

Onunla ilgili konuşurken entelektüel bilgiyi hayata yayışından, ışık saçan, gülen gözlerinden bahsetmemek imkânsız. Ama Ahmet Tulgar olmak o kadar da kolay değildi. O kadar kolay olmadı biliyoruz. Yazdı bunu. “İki hayatım oldu benim. İki hayat oldu benim için. Birinin şefkati olmasa diğerine katlanamazdım. Birinde yaptığım hataları diğerinde anlayışla karşıladım ben. Diğeri bana herkesi, öncelikle de kendimi affetmeyi öğretti. (...)İki hayatım oldu benim. İki hayat oldu benim için. Birinin zulmüne hayatta dayanamazdım, diğerinde zalimleri bile sevmesem. Kendimden saymasam. Kabullenmesem.”

Yirmili yaşların sonunda cezaevinde bir hayat kurabilmek. Eğilmeden, bükülmeden ve savrulmadan. İnsanı anlaya anlaya incelikle örülmüş bir bakış açısı onun en önemli becerisiydi. Gökten zembille inmedi bu özelliği ona. Mayasını kendi tuttu. “Sağıma yatardım bir yıl, soluma yatardım bir yıl. Kitaplarımda kırmızı damgası idarenin. Almanca bilirlermiş gibi. Habermas anlarlarmış gibi. Mann’a nüfuz edebilirlermiş gibi. Orada anladım ki bir hayatın olursa eğer, diğerini de kimse alamaz elinden. Hayat zihin ve zamandır aslında. Zamanı zihinde üretebilmek. Mekân değildir aslolan. Mekân bahane. Sabahları sayım biter bitmez, eli sopalı gardiyanlar gider gitmez diğer hayatıma giderdim ben de. Beni orada Cortázar beklerdi, kahvesi yarım; Benjamin beklerdi, gözlükleri buğulanmış; Enzensberger beklerdi, bir dizenin sevinciyle aydınlanmış yüzü. Böyle geçti cezaevi seneleri, anlaya anlaya. Neden? Bir hayatım olmasa, diğerinde asmıştım kendimi bir kalorifer borusuna.”

İşte bu yüzden onun öyküleri de romanları da tıpkı kendi gibi. Anlaya anlaya... Hayatın edebiyatla terbiye edildiğinde çekilir olabildiğini kanıtlayan biricik bir yazar Ahmet Tulgar. Ve Rita Mae Brown’un unutulmaz sözlerinin örneği gibiydi; Ahmet Tulgar’ın en devrimci yanı kendi olmaktı ve kendi gerçeğini söylemekti. Onun kadar hayata kollarını açmış birinin, acıya da aynı hevesle kollarını açmasına şaşırmamak lazım. Baksanıza ölüme bile erkenden açıverdi kollarını.

Türkiye’den Türkçeye sığınmış biri olduğunu söylerdi. Türkçede umut ve şefkat kelimelerinin karşılığı olarak daima kalacak Ahmet Tulgar.

Tüm yazılarını göster