Bir günlük abicim: Ara ki bulasın onun gibisini

Bizi bir araba aldı, ver elini Emirgan Korusu. “Siz görmemişsinizdir buraları.” dedi.  Gıcığım ya adama; içimden “Tabii ya biz Ankara’dan, taşradan geldik, hayatta bir şey de görmedik.” diye geçiriyorum. Kaldı ki Emirgan Korusu’nu görmemiştim daha önce. Hatta İstanbul’u laleler içindeyken de görmemişim. Ara Bey laleleri çekiyor, Nezih de Ara Bey’i.

Abone ol

“Bu gözler neler gördü neler!” diye bir söz vardır, daha çok kendini övmek isteyenler kullanır. Ara Güler söz konusu olduğunda söylenmesi gereken söz: “Ahh, bu gözler neler gösterdi hepimize neler!” olmalıdır. Yirminci yüzyılı kendi gözlerinden gösterdi bize Ara Güler, “Abicim” diye diye. Ben bakmaya doyamadım.

Cesaretimi topladım, katılmaya karar verdim. Şehirden uzak bir yerde, hiç tanımadığım insanlarla bir arada, bir hafta sürecek zorlu mücadele ve kesintisiz meydan okuma. Dağcılık ya da kampçılık değil. Filmlerde gördüğüm ama hiç deneyimlemediğim bir şey: Toplu terapi. Bir gün geçti, iki gün geçti; kaçıncı gündeyiz hatırlayamıyorum. Sıra geldi en zorlandığım egzersize. “Evet, kürfedeceğiz şimdi!” dedi terapistimiz. O yıllarda bırak dışımdan, içimden bile “Ha *iktir.” diyemiyorum. Kitlendim kaldım.

Selçuk Erdem’in bir karikatürü var, bayılırım. Gece olmuş, belli ki zor bir günün sonunda köpek yatağına uzanmış, uyumadan önce günü değerlendiriyor. “Bak şimdi aklıma geldi, o gıcık herif HOŞT diyince yapıştırsaydım ya cevabı HAV diye.”

Ara Güler ile ne alakası var ki tüm bunların?

Hayatın sürprizleri vardır. Arkadaşım Nezih, Ara Güler’in hayat hikayesini yazıyor. Her hafta sonu Ankara’dan kalkıp İstanbul’a gidiyor, büyük usta ile görüşmek için. Bir gün “Ben de geleyim mi?” dedim. “Gel tabii.” dedi. İyi ki de gitmişim, “Abicim” ile tanıştım.

İlk izlenimim: “Bu sevimsiz adam, o muhteşem fotoğrafları nasıl çekmiş ki!” oldu. Dobraaa... Lafını asla esirgemiyor. Artık nasıl canlandırdıysam daha önceden gözümde, bildiğin insan, hem de küfürbaz. Hayal kırıklığı bin beş yüz.

Bizi bir araba aldı, ver elini Emirgan Korusu. “Siz görmemişsinizdir buraları.” dedi.  Gıcığım ya adama; içimden “Tabii ya biz Ankara’dan, taşradan geldik, hayatta bir şey de görmedik.” diye geçiriyorum. Kaldı ki Emirgan Korusu’nu görmemiştim daha önce. Hatta İstanbul’u laleler içindeyken de görmemişim. Ara Bey laleleri çekiyor, Nezih de Ara Bey’i.

Sait Fehmi Ağduk-Ara Güler

Her şey o kadar hızlı olmuştu ki yanıma fotoğraf makinesi bile almamıştım. Yalan, bilerek almadım aslında; çekindim büyük ustanın yanında fotoğraf çekmeye. Kıvranıyorum, yanımda dandik kameralı bir cep telefonu var, he dese ben de çekeceğim. Hissetti durumumu. “Çek be.” dedi, “Ne olacak.” Az gevşedim, biraz rahatladım. Sanki pek de fena birisine benzemiyor. Seksen yaşında, kısa süre sonra yoruldu. Oturduk çay kahve içiyoruz. Onun da üstünde fitilli kadife pantolon benim de. İçim daha bir ısındı. Durmaksızın konuşuyor. Dolu dolu yaşanmış bir hayat. Ufkum patlayacak.

Sadece usta fotoğrafçı değil, mükemmel bir hikaye anlatıcısı. O günden zihnime kazılan fotoğraflardan birisi bir tren kazasıyla ilgili. "Cesetler her tarafa yayılmış. Baktım ışık ters, duruş ters. Üstlerinden atladım, aldım kolunu öbür tarafa koydum, çektim fotoğrafı." Şimdi hatırlayınca, “Nasıl yani!” diye haykıran yargılayıcı surat ifademin karanlık bir kutunun en dibine saklanmasını diliyorum. Rahat koltuklarımızda otururken ayağımıza dünyayı getiren foto muhabirlerinin, o fotoğrafları çekmek için ne bedeller ödediklerine dair tek fikrim yoktu. Ne sanıyordum ki!

Ara Güler’in, “Bir patlama olduğunda olay yerine doğru koşan kişi foto muhabiridir, oradan kaçan ise fotoğrafçı.” sözü daha da anlam kazandı.

“Siz şimdi doğru dürüst balık da yiyemiyorsunuzdur.” dedi. Bu kez sinirlenmedim, “Evet biz bozkır vahşileriyiz, hayatımızda balık görmedik.” ya da “Türkiye’nin üç denizinin en iyi balığı Ankara’ya gelir naber.” ya da “Ben İzmirli’yim, denizden Ara çıksa yerim.” de demedim. Muhteşem bir yere götürdü bizi, enfes mezeler, her şey bol, sofra donatıldı. Kalamarlar, jumbo karidesler, otlar ve ne olduğunu hatırlamadığım büyük bir balık, sinarit miydi acaba. E tabii rakı. Tıka basa doyduk.

.

Ve sıra efsanevi konuşmaya geldi. Afrodisias’ı lise sonda ilk defa gördüğümde büyülenmiştim, o zamanlar Ara Güler benim için sadece bir İstanbul fotoğrafçısı. Meğerse antik şehrin keşfine önayak olan kişi kendisiymiş. Nezih Tavlaş’ın “Foto Muhabiri / Ara Güler’in Hayat Hikayesi” kitabına kulak verelim: “Bir dağ köyünde durduk. Kahveye girdik. Gaz lambası yanıyor. Köyde elektrik falan yok... O arada dikkatimi çekti: Adamlar kahvede iskambil oynuyorlar. Roma sütun başlığının üstünde? Kahvede böyle, üç tane sütun başlığından yapılmış mermer masa var… Bir bakıyorum, ortadan kocaman bir sütun çıkıyor; Roma sütunu kahvenin tavanını tutuyor! Hemen orada iki-üç resim çektim. Bir şey düşünmeden ama… Ama aklıma takıldı; sabahın erkeninde kalktım, köyü gezeceğim. Burada bir halt var abi…”

Sanki abim masal anlatıyor, ben de küçük kardeş, ağzım bir karış açık dinliyorum. Ne keyif, ne mutluluk. Ne çaba! Fotoğrafları basıp uzmanlara gösteriyor, epey zaman alıyor bu süreç. Bilgiler, bugün adı Afrodisias ile eş tutulan Kenan Tevfik Erim’e ulaşıyor. Dünya Afrodisias’ı Ara’nın merakı ve foto muhabirliği üzerinden tanıyor.

Belirgin aksanıyla, “Sizi Beyoğlu’nda bir yere götüreceğim, orada tatlı yiyeceğiz, çay içeceğiz.” dedi.  Ne yeri, ne de tatlıyı hatırlamıyorum, ama o anı ve anıyı...

İnsan gram sıkılmıyor o anlatırken; annesinin gagasından yem bekleyen kuşlar gibi. Nezih o sırada dışarı çıkmıştı sanırım. Ara Bey, bir gün yine bir yere gidiyor, kahveye oturuyor, iki tane leylek etrafta geziniyorlar. Fotoğraflarını çekiyor. Ertesi gün yine aynı yere yolu düşüyor, bakıyor leyleklerden birisi yok. Ne oldu diye soruyor. Yanıt yok. Sonra öğreniyor ki… İşte o an yüzünde bambaşka bir ifade oluştu. Fotoğrafını çekebilmek için idam sehpasında sallanan adama bile müdahale eden foto muhabiri sustu. Kalbinin derinliklerinden o kuşu kurtarmak, canilerin elinden almak isteyen bir çığlık yükseldi. O korkunç fotoğrafın asla oluşmaması için elinden geleni yapacağı her halinden belliydi.

Kalktık, evine gittik. Gümüşsuyu’nda sıradan bir apartman, ancak en üst kata çıkınca tarihi yarımada emirlerine amade. Yaşayan evini gezdirdi, gezdirirken tekrar yaşattı. Aslında Boğaz'ın buz tutmadığını, Rusya’dan gelen buzların boğaza sürüklendiğini, nasıl fotoğrafladığını anlattı. Daha neler neler...

Ve tabii ki söz geldi Picasso’ya. Yıllardan beri Picasso’nun fotoğrafını çekmeyi ne çok istediğini anlatırken: “Size bir şey göstereceğim.” dedi. Sanki hiçbir şeyden heyecanlanmayacakmış gibi duran o soğukkanlı adamın damarlarına kan pompalandı. Seksen değil sekiz yaşında. “Pour Ara Güler” yani “Ara Güler için” yazılı, Picasso imzalı bir çizim. Ara, şövalesinin karşısından resim yapan bir ressam şeklinde çizilmiş. Picasso Ara’yı Cezanne’a benzetirmiş.

Ara Güler’in, Picasso’yu günlük yaşamı içinde fotoğraflayarak geçirdiği dört gün, şöyle yansıyordu Nezih Tavlaş’ın kitabına: “Belki de hayatımızda bu dört güne benzer bir şey yaşamayacaktık bir daha. O dört gün bana yeni ufuklar açmıştı. Sihirli bir değnek, sihirli bir flüt gibi. Onunla geçirdiğim zaman yaşadığım en ayrıcalıklı dört gündü. Beni aydınlattı. Picasso dünyaya bakışımı değiştirdi.”

Ara Güler ile ne alakası var ki tüm bunların? Var, hem de çok. Ölenin arkasından konuşulmaz ama ünlünün arkasından bol bol, yazılır, çizilir konuşulur. Ara Güler hem küfürbazdı hem de suratına tak diye söylerdi. O Ara terapi gibi geldi bana; içine atan, ifade edemeyen, gerektiğinde hayata *iktiri çekemeyen sıradan bir adama. Hem haddimi bildirdi, hem de cesaret verdi haddimi aşmak için. Deklanşöre her an yeniden basılabileceğini hatırlattı, bir günlük abicim. Şimdi Ara ki bulasın, onun gibisini…

Bu yazıya ilişkin bütün fotoğrafları görmek ve diğer yazılarımı okumak için blog sayfam Memur Çocuğu’nu ziyaret edebilir, Instagram ve Facebook’tan @memurcocugu1972 hesaplarımı takip edebilirsin.