Bir demokrasimiz olacak mı?-4: 'Eksen' neydi, değişti mi?

Kemal Can: Hiçbir yerde ve doğal olarak Türkiye’de de süreç “hadi şimdi şuna dönüşüyoruz” denilerek yaşanmıyor. Zaman zaman aşırı eklektik ara formlar, bazen hesaplanmış bazen can havliyle sarılınmış yöntemler devreye giriyor. Köker’in işaret ettiği gibi “yeni bir siyasi toplum inşa etmek” için yeni bir anayasayı hayati yapan da bu. “Eskinin” ürettiği kriz yanında, bugünün mahsulü hasar ve onların yaslandığı siyasal dinamikler çoğu zaman birlikte işliyor.

Abone ol

DUVAR - Gazete Duvar’da, gelişkin bir adalet sistemiyle, başarabildiğimiz ölçüde demokratik bir toplum hayatı sürebilmek için bugünün ve geçmişin karşılaştırılmasına dayalı tartışmaya devam ediyoruz.

Bu konuda tartışma açılmasının gereği ve yararına Levent Köker’in Birikim dergisindeki yazısı işaret etti: “Başkancı rejim: Popülist yarışmacı otoriterlik mi, diktatörlük mü?” Gazete Duvar yazarlarından Ümit Kıvanç, Köker’in ortaya getirdiği sorunları ve görüşleri aktararak, geçmişin tartışılması üzerindeki fiilî ambargoya dikkat çekti ve, “Bizim sahiden bir demokrasimiz var mıydı?” diye sormadan çıkış aranamayacağını ileri sürdü.

Bugün Gazete Duvar yazarı Kemal Can aşağıdaki yazısıyla sistem tartışmasını devam ettiriyor.

Kemal Can, Türkiye'deki mevcut sistemle ilgili, geçmişte "anlaşma, pazarlık ve çatışma ile kurulan iktidarın" içinden geçtiğimiz süreçte "bütün önceliği ülke bekasıyla özdeşleştirilmiş kendisini sürdürme motivasyonuna dayalı açık ortaklığa"  dönüştüğünü ifade ediyor.

TÜRKİYE NEYE BENZİYOR?

Kemal Can

Türkiye, dünyanın bu “tuhaf zamanlarının” özel bir örneği haline geldi. Sadece bu ülkede yaşayanların “nedir bu başımıza gelen” merakını tetiklemiyor artık daha fazla sayıda uluslararası makalede Türkiye’den bahsediliyor. Son yılların moda finans tabiriyle söylersek; siyaset bilimi literatüründeki dikkat çekiciliği “pozitif olarak ayrışıyor”. Hatta acayiplik ihraç edebilecek kıvama geldiği bile söylenebilir. Gündelik konuşmalarının “önemli” başlığı olması kadar -Trump’ın ağzından düşmüyor mesela- akademik ve teorik çalışmalarda Türkiye’ye daha sık rastlanıyor. Yaşanmakta olan siyasi pratik, bir tarafıyla farklı modellerle tipik benzerlikler gösterirken bir tarafıyla da aşırı eklektik bir karmaşa halinde.

Bir süredir -ki bu süre hiç de kısa değil- yaşanmakta olan olağanüstü hareketlilik, karmaşayı daha da büyütüyor. Ülkede olup bitenler, iktidar terkibinin birkaç kez radikal biçimde yenilenmesi, anayasal çerçevenin ciddi müdahalelere uğraması, güç-para ilişkilerindeki zikzaklar ve bütün bu değişikliklerin yönetilme/karşılanma biçimi, sonuçlarından bağımsız olarak yüksek ve süreklileşmiş olağanüstülük yaratıyor. Yaşanan çalkalanma, içinde sürüklenenlerde yarattığı sersemlik kadar dışarıdan bakanları da yoruyor. Her modele uyabilecek malzeme veren Türkiye, bazen global trendle bazen de özgün görünümleriyle fazla abartılabiliyor.

Ümit Kıvanç’ın geçtiğimiz hafta Gazete Duvar okurlarının dikkatini çektiği önemli bir yazı, Birikim dergisi Eylül sayısındaki Prof. Dr. Levent Köker’in “Başkancı rejim: Popülist yarışmacı otoriterlik mi, diktatörlük mü?” makalesiydi. Yazı, “içinde bulunduğumuz şeyi nasıl anlamalıyız ve bu girdaptan çıkabilmek için anladığımız şeyi değiştirmeye nereden başlamak gerekir” sorularına cevap arayan kapsamlı bir toparlama ve önemli bir tartışma başlangıcı sunuyor. Bu memlekette neler olup bittiğini sahiden anlamaya ihtiyaç duyanların, alıntılarla idare etmeksizin baştan sona dikkatlice -ve belki tekrar tekrar okuması gerek.

Köker, herkesin kendi siyasi bagajına göre tarif ettiği, gündelik siyasi dildeki isimlendirmelerden ve gelişigüzel tanımlamalardan çok, siyaset bilimindeki kavramsal çerçeveye odaklanıyor. Genel trendle açıklanan bazı kavramsallaştırmaların özgün tarafları kaçırabildiğine değiniyor. (Elbette tersi de doğru) Türkiye’deki mevcut rejimin yaygın ve popüler tariflerini, değişimin takvim ve nitelikleriyle ilgili modelleri özetliyor. Her tarifin sağlayabildiği açıklayıcı cevaplar kadar üretebildiği sorunlara da parmak basıyor.

Son yılların gözde kavramları popülizm ve otoriterlik açısından, Türkiye örneğinin nasıl ele alındığını ortaya koyuyor. Elbette bir anayasacı olarak işin bu tarafına dair dikkat çekici noktaları işaretliyor. Daha önce de söylediğim gibi, özetlemelere ve üzerine yapılan tartışmalara değil doğrudan makalenin kendisine müracaat edin ve mutlaka okuyun. Bu yüzden makaleye ilişkin özetleme kısmını biraz daha kısa tutup, Köker’in açtığı tartışmaya bazı noktalarda yeni sorularla katılmaya çalışacağım.

OTORİTERLİK, 'BAŞKANCILIKLA' MI GELDİ?

Levent Köker, başlıkta da belirttiği üzere Türkiye’deki rejimi, “başkancılık” olarak isimlendirmeyi tercih ediyor. Pek çok açıdan benzerlikler gösteriyor olmasına rağmen “rekabetçi otoriterlik” tanımlamasını tartışarak başlıyor. Seçimli sistemin devamı ve modelin pek çok tipik özellikleriyle fazlasıyla uyumlu olmasına rağmen, eski rejimin karakteri yüzünden, meselenin “değişim” olarak okunmasını sorunlu buluyor: “Otoriterleşmenin başlangıcını işaretleyebileceğimiz, ‘demokratik’ (‘otoriter olmayan’) bir döneminin olması gerekir. Acaba böyle bir dönemleştirme yapılabilir mi?”

Köker, eski rejimin bir “vesayetçi demokrasi” olmayıp, başka bir otoriterlik versiyonu olduğunu söyleyerek, otoriterliğe kayıştan çok, otoriterlik formları arasındaki bir geçişin -hatta daimi bir otoriterlikten bahsetmenin- daha açıklayıcı olduğunu düşünüyor. Bu noktadan hareketle, muhalefet söyleminde ağırlık kazanan restorasyon perspektifinin yetersizliğini savunuyor. Ümit Kıvanç’ın yazısı da, altı kalınca çizilmiş bu noktaya odaklanıyor. Böylesi bir sorgulamanın güncel tartışmalara nasıl suçlamalar ve tartışmayı kapatma hamleleriyle yansıdığına değinen Kıvanç, çözüm için -hatta tartışma için- böyle bir başlangıç noktasının sorunlu olduğunu söylüyor.

Sürece dönemsel geçişler halinde bakma yaklaşımını, ekonomide, dış politikada ve diğer toplumsal-siyasi konularda da görüyoruz. Hatta kültürel bazı tartışmalar bile böylesi sıkıntılara tosluyor. En güncel tartışma olan ekonomide, “eskiden daha iyi olan neydi ki, bir bozulmadan bahsediyoruz” eleştirisini çok sık duyabiliyoruz. Liyakat tartışmaları tercih meselesi atlanarak konuşuluyor. Dış politikada eksen kayması olup olmadığı etrafındaki tartışmalarda da, “eksen neydi” ve “sahiden değişti mi” soruları son derece güncel ve ucu fazlasıyla açık olarak ortada duruyor.

Herkes meşrebine -ve niyetine- göre geçiş için milatlar, kesin sınırları olan dönemler saptıyor. Mesela gazetecilikte herkes kendi atılma, dava veya istifa tarihine bağlı bir “bozulma” takvimi veriyor. Ancak bu yaklaşımdan doğan çok açık soruna ve buradan başlamanın yarattığı çözüm perspektifi sakatlığına karşılık, “eski daha mı iyiydi” sorusunun da kurumsal ve kavramsal çerçevedeki kalıcı ve yapısal hasarı biraz gölgeleme riski yok değil. Özellikle kurum ve kavram düzeyinde onların eskiden de nasıl kullanıldığı ile bugün geriye kullanılabilir bir şey bırakılıp bırakılmadığını ayrı düşünmek gerekebilir. Geçilen eşikler bulmaya çalışmaktan da, “tencere dibin kara” bakışından da, iki yönlü olarak vazgeçmek en iyisi.

KRİZ MAHSULÜ ÇIKIŞ, ÇÖZÜMÜ GARANTİ ETMİYOR

Köker, yine özellikle dünya örnekleri bağlamında sık müracaat edilen popülizm bahsini de tartışmaya açıyor ve özellikle popülizmin belirleyici karakteri olarak işaret edilebilecek “kurulu düzen” çatışmasına daha dikkatli bakılması gerektiğine değiniyor: “Gerçekleştirilen rejim değişikliği, bu açıdan devletin kurulu düzeniyle çatışma olarak nitelendirilebilir mi?” Güncel siyasi tartışmalarda çok kullanılan “rejim yıkma” ve “karşı devrim” tezlerine dayanak yapılan bir çatışmanın varlığından söz etmenin zorluğunu söylüyor. Bu değerlendirme, müşterisi bol gizli ve tutarlı ajanda üzerinde ilerlendiği iddialarına da bir cevap.

“Türkiye’deki rejim değişikliğinin aslında bir ‘kriz’in ürünü olduğunu görmek” ve “bu krizin aşılmasına giden yolun da yeni bir siyasî toplum (polity) inşa etmek (constitute) anlamında yeni bir ‘anayasa’dan (constitution) geçtiğini göstermek” Köker’in dikkat çektiği noktalar: “Bugün gelinen nokta, geçmişteki rejimin krizlerinden doğmuştur. Anayasal kimlik, yasama-yürütme-yargı kurumlarının düzenlenişi, gayet sağlıksız bir biçimde aşırı merkeziyetçilik ile özdeş kabul edilen ‘üniter devlet’ saplantısı, bir yönüyle ‘seçimli parlamenter hükümet’, ama diğer yönüyle kurulu düzeni muhafaza ile görevlendirilmiş ‘bekçilik’ düzeni niteliğindeki yapı... Bunların yeniden canlandırılması, Türkiye’yi ‘yarışmacı otoriterlik’ten uzaklaştırıp daha demokratik bir rejime doğru ilerletemeyecektir.”

Benzer hatta paralel -ve aslında dolaşık- durumu, ekonomik kriz bahsinde de tartışıyoruz. Ancak krizlerden çıkış veya krizlerin zorladığı seçenek olarak ortaya çıkan değişikliklerin, kendi yarattıkları veya içine girdikleri krizlerle de biçimlenmeye devam ettiğini hatırdan çıkartmamak gerek. Önümüze gelen problemli “sonuç” tablosunun, ne kadarının eskinin krizinin ne kadarının yeninin açmazının damgasını taşıdığı -en azından ikisini beraber ele alma zorunluluğu- bütünü değerlendirmek için önemli. Her ekonomik, toplumsal ve siyasi değişimin, kriz açan anahtar gibi işlemediği, açılan kapıdan girilen alanın da her zaman çok hesaplanmış ve tanımlanmış olmadığı gerçeği ortada.

Yaşadığımızı anlaşılmaz bir karmaşaya dönüştüren, aynı anda birden çok şeye benzemesine, bazen de hiçbir şeye benzememesine yol açan, önceki ve sonraki krizlerin farklı ihtiyaç ve imkanları. Hiçbir yerde ve doğal olarak Türkiye’de de süreç “hadi şimdi şuna dönüşüyoruz” denilerek yaşanmıyor. Zaman zaman aşırı eklektik ara formlar, bazen hesaplanmış bazen can havliyle sarılınmış yöntemler devreye giriyor. Köker’in işaret ettiği gibi “yeni bir siyasi toplum inşa etmek” için yeni bir anayasayı hayati yapan da bu. “Eskinin” ürettiği kriz yanında, bugünün mahsulü hasar ve onların yaslandığı siyasal dinamikler çoğu zaman birlikte işliyor.

12 EYLÜL İLE BUGÜNÜN İLİŞKİSİ 

“Geçici bir süre ile îlan edilen bu olağanüstü hal, geçmişte de örneklerini gördüğümüz üzere, yine Anayasa’da öngörülen usullerle uzatılarak, iki yıl devam ettikten sonra, Temmuz 2018’de, ilginçtir, ‘başkancı rejim’e tam olarak geçildikten sonra sona ermiştir. Bu, bir yönüyle, siyaset bilimi ve hukuk literatüründe ‘anayasal diktatörlük’ olarak adlandırılan tipin somut örneklerinden biri gibi görünürken, diğer yönüyle yeni bir siyasî rejim inşa etmeye yönelmek anlamında ‘egemen diktatörlük’ özellikleri göstermektedir”.

Türkiye’deki başkancı rejimi “egemen diktatörlük” olarak ele alan Köker, bütün diktatörlükler için geçerli sayılan geçiciliğin konulan hedeflere göre belirlendiğinin, dolayısıyla olanı tarif etmek açısından da önemine dikkat çekiyor. Bu noktada, anayasal perspektiften 12 Eylül ile inşa edilen “ikici devlet” yapısından, Ernst Fraenkel’in “ikili devlet” formuna geçildiğini -bu nedenle popülizm yerine neo-faşist momentin daha açıklayıcı olduğunu- söylüyor:

“Başkancı rejim ile birlikte, daha önceki sistemde görülen ve “anayasal-yasal iktidar” ile “devlet iktidarı”nın, birbirleriyle “Millî Güvenlik Kurulu” gibi formel veya enformel kanallarla, çoğu zaman yapısal nedenlerle de hayli eşitsiz biçimlerde konuşup anlaşma yoluyla sağlanan devlet yönetiminin yerini, tekçi bir yapı almış bulunmaktadır.”

12 Eylül’ün siyaseti (hükümeti) vesayetle denetleyen -hatta kuşatan- devlet ikiciliğinin yerini alan bugünün tekçi görüntüsü, galiba devletin hükümete girmesiyle sağlandı. Buna, vesayet yerine ortaklık veya vesayeti hükümetin içine taşıyarak sivilleştirmek de diyebiliriz. 12 Eylül’ün yaratmak istediği siyasi model, uygun ve sahici bir ideolojik taban ile bunu taşıyacak güçlü aktör temin edilemediği için, zorunlu bir ikici denge-kontrol sistemine ihtiyaç duymuştu. Yapılacak ekonomik, toplumsal ve siyasi dönüşümün gereksindiği “rızayı” sağlamak için, uyduruk Türk-İslam sentezi ve aceleyle hazırlanmış siyasi mühendislikler çok elverişli -en azından güvenilir- değildi.

Yıllarca anlaşma, pazarlık ve çatışma ile kurulan iktidar (siyaset) artık bütün önceliği ülke bekasıyla özdeşleştirilmiş kendisini sürdürme motivasyonuna dayalı açık ortaklığa dönüştü. Bu anlamda Köker’in işaret ettiği şekilde, 80 Anayasası’nın tasarımından çok ciddi bir kopuş söz konusu. Fakat hiç de küçük olmayan bu biçimsel kopuşa, “devlet aklı” -ve kısmen diğer hakim güç merkezlerinin tercih ve ihtiyaçları- tarafındaki niyetler açısından bakılınca, bir tür tamamlanma görüntüsü de ortaya çıkıyor. Vesayetten çekilen ama fikrini iktidara yapıştıran devlet. İşte bu yüzden, eskiyi ihya etmeyi aklının ucuna bile getirmeden “yeni”den kurtulmak, sadece ahlaki-siyasi olarak doğru olduğu için değil aslında kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu için elzem.

Bir demokrasimiz olacak mı?-3: 'Eski' ve 'yeni' rejimin adını koyalım

Gazete Duvar tartışmayı genişletiyor: Bir demokrasimiz olacak mı?-1

Bir demokrasimiz olacak mı?-2: Siyasette 'ehvenişer' mantığı mı hakim?