Bir Başkadır: Öfkemi bir sır gibi senelerdir sakladım

Bir Başkadır, gruplardan, sınıflardan, mahallelerden başka bir söz söylüyor. Onu temsil etmedi, bunu etmedi, burası hatalı derken, hepimizde ortak olan sessizliğe ayna tutuyor: Kimse konuşmuyor, konuşamıyor, içine atıyor, susuyor.

Abone ol

Bir Başkadır üzerine çok yazıldı, çok konuşuldu, konuşuluyor. Ne iyi değil mi? Bir tarafta diziyi beğenenler, diğer tarafta beğenmeyenler var. Bir tarafta da “neden bu kadar konuşuldu, yapacak daha iyi bir işiniz yok mu, ben dizi izlemem” diyenler. Konuşmak iyidir. Konuşalım ve tartışalım. Derin sosyolojik analizlerden uzak, Bir Başkadır’ın pek konuşulmamış bir yönüne değinmek istiyorum. Ama öncesinde diziye gelen eleştirileri kabaca hatırlayalım.

En uç örneklere bakacak olursak, “Peri prototipi eskide kaldı” diyen eleştirmenler de oldu, “eğer kolaysa KHK’lıları” anlatsın diyen akademisyenler de. Dilber Ay’la cevap vermek isterim: Zorunda mıyız? Bir başka eleştiri, dizinin güncel olmamasıyla ilgili, “anlatılan dönem 2000’lerde kaldı”. Buna cevabım: Neden olmasın? “Peri prototipi eskide kaldı” yazıldı. Benim cevabım hayır kalmadı. Dilerseniz sizi birçok “Peri”yle tanıştırabilirim. Bir başka yaygın eleştiri “x grubu yeterince temsil etmiyor” idi. Dizinin bazı “kesimleri” doğru temsil edemediği yazıldı. Bir dizinin, filmin temsil derdi olmalı mı? Dizinin yeterince politik olmadığı, politik olmaktan kaçındığı yazıldı. Şeytanın avukatlığını yapalım: Neden her şarkının, her filmin, her dizinin, her kitabın siyasi eleştiri içermesi gerekiyor günümüzde? Kaldı ki, hangi kriterler siyasi eleştiri içermediğini söyleyecek. Sahi, kişisel olan politik değil miydi? Büyük sözler, sloganlar söylemek, illa açık açık insanların gözüne mi sokmak lazım politik olmak için? O çamurlu sokaklardan evlerine girerken insanların neden ayakkabılarını çıkardıklarını, o ayakkabı çıkarma ve giyme süresinin uzunluğunu ve insanlar için önemini hiç düşünmemiş insanların basit eleştirisi gibi geliyor bu. Sahi, evleri değiştirsek mi bir süre? Dizinin en politik yanlarından birinin, Gülbin’in bahsettiği tekmeden ziyade “ayakkabı seremonisini” bize inatla göstermesi olduğunu düşünüyorum.

SÖZ GÜMÜŞSE SÜKÛT ALTIN MIDIR?

Gelelim bahsetmek istediğim asıl meseleye. Gruplardan, sınıflardan, mahallelerden başka bir söz söylüyor Bir Başkadır. Onu temsil etmedi, bunu etmedi, burası hatalı derken, hepimizde ortak olan sessizliğe ayna tutuyor: Kimse konuşmuyor, konuşamıyor, içine atıyor, susuyor. Aşkı, öfkeyi, tecavüzü, evlat edinmeyi, kısacası toplumda “ayıplanabilecek” ne varsa, hepsini bir sır gibi senelerce saklıyoruz. Sonra da geceleri rüyalarımızda sayıklıyoruz. Bu bir ortak nokta, bütünlük değil midir? Bütünlük olmasa ne olur ayrıca? Hiçbir şey hakkında her şeyi anlatan Seinfeld bügün Türkiye’de çekilseydi, gelebilecek eleştirileri hayal edemiyorum…

Madem popüler kültürden girdik, öyle devam edelim. Kargo’nun Boğaziçi şarkısı aklımdan çıkmadı diziyi izlerken: “Hayat doğuda sessizlik, suskunluk anlamında/Batıda ise değerli bir taş sanki/Susmak doğuda erdem, meziyet anlamında/Batıda ise değersiz bir hak gibi.” (sözler: Mehmet Şenol Şişli) Bir başkadır toplumun temel taşlarından biri olan, sessizlik, susmak, konuş(a)mamak, içine atmak üzerine bir dizi.

Herkesin konuştuğu, Sabah kuşağında, Müge Anlıvari programların bu kadar tutmasının da uç örneklerin göründüğü bir magazin programı olması dışında, insanlar “sırları” hakkında konuştuğu için bu kadar izlendiğini düşünüyorum. Hani ailenizde kötü bir amca vardır, eşe dosta rezil olmamak için, aileye laf gelmesin diye anlatmazsınız. Sonra biri çıkar, kendi ailesindeki haksızlıkları anlatır da ancak o zaman rahatlayıp “bizim ailede de öyle biri var” dersiniz. Ayıp eşiği aşılmıştır, paylaşılmıştır. Orada size tutulan ayna bir rahatlama sağlar. Tek gereken biraz cesarettir. İçimize ata ata büyüttüğümüz onca düşüncenin, hissin, üzüntünün, sevincin taştığı anın coşkunluğu da sessizliğimizin süresiyle paralel gider. Ancak “içimizde tutamadığımızda”, artık gündelik hayatımızı zorladığında anlatırız ya da psikoloğa gideriz. Severiz söylemeyiz, rahatsız oluruz söylemeyiz.

'KİMSEYE ETMEM ŞİKÂYET, AĞLARIM BEN HALİME'

Neden konuşmayız? Bir kere, konuşmak ayıp. “Konuştuğum biri var” sözünün “seviştiğim biri var”la eşdeğer görüldüğü bir ülkede, konuşmak çok tehlikeli. “Konuştuğunuz biri vardır”, aileniz öldürür. Sokak röportajında, pazarda, misafirliğe gittiğiniz evde konuşursunuz, polise şikâyet ederler. Fikrinizi beyan edersiniz, “mazallah ele güne rezil olursunuz”; susarsınız. Ya da, “içimde kalmıştı, söyledim rahatladım” deriz. Berkun Oya, Biz Başkadır’da “biz konuşamıyoruz, konuşursak rahatlayacağız” diyor, eleştirenler ise “siyaset nerede” diyor. Konuşamazsak nasıl siyaset yapacağız?

Bir Başkadır, Türkiye dışındaki ülkelerde Ethos adıyla yayımlandı. Ethos, eğilimlerimiz ve alışkanlıklarımızı simgeliyorsa eğer, bizi bir diğerinden ayıran ortak noktalarsa, bu da açıkça suskunluk bana göre. Buradan bakarsak, Bir Başkadır, “söyleme dostuna o da söyler dostuna” ile “derdini anlatmayan derman bulamaz” arasında sıkışmış bir toplumun dizisi. Bir Başkadır, birbirine benzemeyen, kopuk, bambaşka sınıflardan, gruplardan, kesimlerden, mahallelerden bahsediyor. Ve buradan yola çıkarak, bizi birleştiren şeylerden belki en önemlisi olan sessizliğimize varıyor. Bu kadar birbirimizden kopuk olmamızın nedeni konuşmamamız diyor.

Herkesin konuşmaya zorladığı Ruhiye, onun konuşmayan oğlu, herkese aynı tavsiyeyi veren ve sırrını yalnızca bir yabancıya açabilen “hoca”, annesiyle babasıyla konuşamayan, başkalarına “açılabilen” ama onlara “açılamayan” Hayrünisa, danışanı tam konuşacakken lafı ağzına tıkan Gülbin (Sahi, sonunda öfkesini dile getiren Peri’ye kızanlar, Peri’ye duyduğu öfkeyi dile getiremeyen Gülbin’e neden kızmaz?) diyalog kuramayan anca kavga eden Gülbin-Gülan kardeşler, konuştuğunda “bir kamyon laf söylemekle” itham edilen Hilmi…

Ama konuşunca rahatlayan, derdini söyleyince nefes alan karakterler var karşımızda. Dizinin başlarında, “konuşabiliriz istersen, sohbet edebiliriz” diyen Peri’ye, “ne konuda” diyen Meryem’i hatırlayın. Kimseye etmiyoruz şikâyet, ağlıyoruz halimize…

'FAŞİZM KONUŞMA YASAĞI DEĞİL SÖYLEME MECBURİYETİDİR' 

Bazı kelimelerin farklı tonasyonları farklı anlamlara gelebiliyor Türkçe’de. Ayrıca, her şeyi söylemenin de bir üslubu, bir zamanı vardır belki. Ne söylediğimiz kadar nasıl söylediğimiz de önemlidir muhtemelen. Tüm bunlarla birlikte, hiç söylenmeyecek şeyler de vardı, kim bilir. Ya da var mıdır? Bir Başkadır beni bunları düşünmeye itti.

Dilin sınırları üzerine, “Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen” (Üzerinde konuşulamayan konuda susmalı) yazan Ludwig Wittgenstein’ı yanlış mı anladık acaba? Wittgenstein, üzerinde konuşulamayan konuda susmalı derken, dilin sınırlarını kastediyordu. Çeviride kaybolmasın diye not edelim. Peki, “Silentium, stultorum virtus” (Sessizlik, aptalların erdemi) diyen Francis Bacon’ı da Wittgenstein’la birlikte düşünelim mi?

Bir valinin seçilmiş belediye başkanına konuşmama talimatı verdiği “Eğer konuşmaya başlarsam” cümlesinin bir tehdit olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ama sorun zaten konuşmamak. Sahi, biraz konuşalım mı?