Bienal, ben ve diğerleri

3,4 milyon kilometrekare genişliğinde, 7 milyon ton ağırlığındaki bir plastik yığınından meydana gelen “Yedinci Kıta” 16. İstanbul Bienali’nin ana başlığını oluşturuyor. İnsan atıklarının okyanusun ortasında yeni bir kıta oluşturduğu bu durum, bienal için ekolojik sorunlar karşısında sanatın güncel durumunu araştırmak için bir çıkış noktası oluşturmayı amaçlıyor.

Abone ol

Çağdaş sanat bienalleri, sezon boyunca müze ve sanat kurumlarında hâlihazırda gezilebilecek sergilerden farklı olarak, yapıldığı şehrin çeşitli mekânlarına, bazen sokaklarına yayılır ve izleyiciye sanat eserleri aracılığıyla bir mesaj iletmeye çalışır. Her bienalde farklı bir küratör tarafından kavramsal çerçevesi çizilen bu mesajın, yerelden küresele yayılma misyonu da vardır. Küratörlüğünü Nicolas Bourriaud’nun üstlendiği 16. İstanbul Bienali’nin izleyiciyle paylaşmak istediği mesaj ise, şu başlıkta özetlenmekte: Yedinci Kıta.

“Yedinci Kıta”, keşfedilme hissi uyandıran olumlu bir etki yaratsa da, insanın Pasifik Okyanusu'nun ortasına bıraktığı devasa çöp yığınına işaret ediyor. Bienal’in web sitesinde yayınlanan sözlükçeye göre Yedinci Kıta, “3,4 milyon kilometrekare genişliğinde yüzen plastik; 7 milyon ton ağırlığında, okyanusta geniş adalar oluşturan bir atık yığını” ve Antroposen çağının yarattığı en gözle görünür etkilerden biri. Antroposen ise “çoğu bilim insanına göre, ayırt edici özelliği insan faaliyetlerinin gezegen üstündeki etkisi olan, içine girdiğimiz yeni jeolojik çağın adı”.

'YEDİNCİ KITADAKİ SANATÇILAR YENİ DÜNYANIN ANTROPOLOGLARIDIR'

Bourriaud, Unlimited dergisine verdiği röportajda şöyle diyor: “Yedinci Kıta insan eylemlerinin bir gölgesi, ekonomik sistemimizin yan ürünüdür ve işte tam bu yüzden antropolojisini yapmamız gerekir. Yedinci Kıta’daki sanatçılar ise bu yeni dünyanın antropologlarıdır.” Antropoloji, en ilkel tanımıyla, geçmiş ve günümüzdeki insan ve toplulukları bilimsel araştırma yöntemiyle inceleyen bilim dalına denmekte. Antropolojinin, gücü elinde tutan Batılı araştırmacılar tarafından geliştirilmesine ve taraflı bir bakış açısıyla incelediği Doğu toplumlarını temsil etme şekline yönelik eleştiriler, bu bilim dalının zaman içinde yöntem ve sınırlarını değiştirmesine ve genişletmesine sebep oldu. Serginin önermesi olan “yeni dünyanın antropolojisi”ne dair bilinmesi gereken en önemli şey ise küratörün deyişiyle taşlar, ağaçlar ve yunusların artık bir nesne olarak tanımlanmaması, onların da bir öznellik ifade ediyor olması. Bourriaud, Yedinci Kıta’nın aynı zamanda “Batı’ya özgü geleneksel doğa-kültür ayrımının da solup gittiği yeni bir zihinsel evren” olduğunu söylüyor. Katalog metninde şöyle ekliyor: “Daha doğrusu, bakterilerden dağlara, ırmaklara, hayvanlar âleminin tamamına kadar her türlü yaşayan organizma veya türe öznelik statüsü tanınmasından bu yana, özne ile nesne arasındaki sınırlar, anlamını büyük oranda yitirmiş bulunuyor.”

Dolayısıyla bu yaklaşım, Dünya’nın henüz başaramadığı, insanlar arasında da belli ayrımcılıkları kaldıran, bireyleri eşit birer özne olarak kabul eden bir bakış açısını da aşıyor. Peki bu neden önemli ve mümkün mü, daha da önemlisi, mümkünse nereden başlamalı?

Başlığın dikkatimizi çektiği Pasifik Okyanusu'ndaki atıklara, çıplak gözlerimizle şahit olsak, farkındalığımız mesele için harekete geçmemize yeter mi? Denizdeki canlılar ve atıkların bir aradalığına, henüz kapattığımız yaz sezonunda şahit olduk, hatta onlarla beraber yüzdük. Bu deneyim kaçımızı harekete geçirdi, harekete geçsek etkimiz ne olurdu?

Etkisini bir tarafa bırakalım, aslında biyolojik çeşitlilik ve sağlıklı çevrenin, canlılığın devamı ve gezegenin dengesi için gerekliliği ilkokul sıralarında biyoloji kitaplarımızdan beri aşina olduğumuz bir konu. Öte yandan kültürel çeşitlilik, belirli ideolojik sebeplerle ülke olarak derinlemesine tartışmaktan kaçındığımız bir mevzu. Oysa, doğa ve kültür ayrımının kalktığı bir çerçevede konuşuyorsak, çeşitliliği her iki alanda da ele almalıyız. Kültürel çeşitlilik uluslararası literatürde, UNESCO’nun öncülüğünde “doğa için biyoçeşitlilik neyse, insan için kültürel çeşitlilik o” söylemiyle yer buluyor. 2001’de yayınlanan evrensel bildirge, kültürel çeşitliliği korumanın, “insanlık onurunu korumak için etik bir zorunluluk olduğunu” ileri sürüyor. Bu önermeyi, Norman Daly’nin “Llhuros Uygarlığı” yerleştirmesi üzerinden düşünelim. Daly, Pera Müzesi’nin bir katında “hayali bir topluluğun” arkeolojik buluntularını müze estetiğinde sergilerken, izleyici olarak biz, bu topluluğun gerçekteki varlığını, insanlığın bir parçası olarak ne ölçüde kabul edebiliriz? Bu topluluktan neler öğrenebiliriz? Ve onlardan geriye kalanları korumaya değer mi?

Norman Daly, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Konumuzun odağında, diğer bir deyişle Antroposen’in merkezinde “insan eylemleri” yatıyorsa, bu eylemlerin gerçekleştiği en küçük birim olan “ev”lerimize, yaşadığımız ülke özelinde bir bakalım. Aile yapısı ya da ev arkadaşlığı içindeki bireyler, farklılıkları ne kadar kucaklayıcı? Bu sorgulamayı “ev”den “mahalle”ye uzatalım. Mahallemize yeni taşınan bireylere, din, dil ve ırk farklılıklarına bakmaksızın ne kadar saygı duyuyoruz? “Mahalle”den “kent”e, “kent”ten “ülke”ye bakalım. Bizim gibi olmayan, farklı olan, “dışarı”dan gelen insanları ne kadar kabul edebiliyoruz?

Yedinci Kıta vesilesiyle, en konuşulması gereken meselelerden birini şu an konuşuyor olabiliriz fakat bu öte yandan içselleştirerek günlük akışımıza ve eylemlerimize yansıtabileceğimiz en zor mesele: “Bizim ve bizden” olmayanı kabul etmek ve değerini bilmek. İnsan, henüz kendi cinsinden olanı kabul etmezken, diğer canlılarla sağlıklı bir iletişimi nasıl kurabilir? Bu noktada, birey odaklı bakış açısının da yetersiz kalacağını belirterek, Slavoj Zizek’in çevirisi yayınlanan “Dünya Böyle Kurtarılmaz” makalesini hatırlayabiliriz. Zizek, suçu bireylere atmanın dünyanın yıkımının gerçek nedenlerini gizlediğini söyleyerek, asıl eleştirilmesi gerekenin kapitalizm ve ulus-devletler olduğunu ileri sürüyordu. Düşündüğümüzde, küreselleşmenin sınırları kaldırdığı yönündeki vaatleri, yerini katı kapitalist sistemin engellerine bıraktı. Ülkelerin göçmenlik politikaları, özellikle Avrupa Birliği’nin temel misyonu olan kültürel çeşitlilik söylemleri karşısında hayal kırıklığına uğrattı. Tabii, bu perspektif, çok daha geniş bir yazının konusu. Bu metnin amacı ise daha çok sanatın, sanatçının, bize neler söyleyebileceğine bakmak.

Örneğin, Monster Chetwynd’in “her biri insansı bir biçime bürünmüş bir yarasa, bir yılan, bir timsah ve bir örümcekten oluşan melez yaratık heykelleri”, güzelliğiyle büyülüyen Hacopulo Köşkü’nün girişinde estetiksel anlamda nasıl enfes bir uyum yaratıyorsa, kamusal alanda da farklı olanın ve çeşitliliğin güzelliğini ve değerini görmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Monster Chetwynd, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Suzanne Husky’nin Mimar Sinan Resim ve Heykel Müzesi’nin karanlık bir odasında yerlere koyulan minderlere yayılarak izlediğimiz, bizi “ayinsel bir trans süreci”ne sokan filmindeki sözlere kulak vermeliyiz: “İndikçe ve indikçe yeryüzünün aslında katı olmadığını bir kez daha anlıyorsunuz,” diyor, “üç boyutlu bir labirent sanki; mağaralar, sütun kemerleri ve boşluklardan oluşan.” Feminist yazar, ekofeminist, cadı, rahibe ve kutsal dünya eylemcisi Starhawk’un darbuka eşliğinde söylediği sözler ile, kendi karanlık odalarımıza dönerek, inançlarımıza göre şekillendirdiğimiz “nereden gelip nereye gideceğimiz” mevzusunu yeniden düşünmeli ve bu evrenin akışı içindeki diğer varlıklarından farklı olmadığımızı kavramamız gerekiyor. Bu kavrayışın ardından asıl olan serginin karanlık mekânındaki perdeyi araladığımızda kendi karanlık odalarımızı aydınlatabilmek.

Suzanne Husky, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Bienalin yerlileri olarak, ülkenin Doğu’sundan Batı’sına çeşitliliğini, farklı kimliklere sahip insanından bitki örtüsü ve canlı çeşitliliğine kadar tanımak, bunun değerini anlamak ve buna saygı duymayı bilmek zorunlu görevlerimiz. “Yedinci Kıta”nın İstanbul’dan küresele yaydığı bu mesajı, sanatın gücüne iyimser bir inançla pekiştirmemiz belki mümkün. Zira mevcut renkleri ve yaşam alanlarımızı kaybedersek, kendi ellerimizle yaratabildiğimiz Yedinci Kıta, pek de yaşanası görünmüyor.